Bir paranoya olarak Batı tarafından yalnız bırakılmak ve bir dış politika eleştirisi olarak Batı’ya sırtını dönmek söylemleri 90’lardan beri bazı uzmanlar tarafından dillendiriliyor. Son yıllarda her olayda farklı bir şekilde eleştirilen Türk dış politikasında gerçekten de bir eksen kayması var mı? Yoksa birileri nasıl görmek istiyorlarsa öyle mi bakıyorlar?
1990'larda Türkiye'deki bazı dış politika uzmanlarının gark olduğu AB trenini kaçırma kaygı atakları bir süredir bir kısım Türkiye uzmanına musallat oldu. Aslında bu atakların en önemli sebebi, Türk dış politikasını izah etme çabalarında öne çıkan indirgeyici ideolojik ve kimliksel açıklamalar. Bu eğilim Türk dış politikasını Ortadoğu'daki ülkeler ile ilişkilerini güçlendirmek istediğinde İslamcı, İran ile nükleer anlaşma sağlamaya çalışılırken İrancı, Suriye ile sıfır problem politikası takip ederken Şam-Tahran eksenci, Rusya ile ticaret yaparken Avrasyacı, Suudi ve Körfez liderleri ile yatırım görüşmeleri yaparken Suudçu, Suriye'deki rejimin düzenlediği katliamlara müdahale çağrısında bulununca Sünnici, Mısır'daki darbeye karşı tavır alınca İhvancı, Balkanlar'da pro-aktif politika izlediğinde Osmanlıcı olarak adlandırdı. Son on küsur senedir, sürekli olarak Türkiye sırtını Batı'ya dönecek, Türkiye'nin ekseni kayıyor, Türkiye Batı'dan uzaklaşıyor gibi vehimler yaşayan bu uzmanlar şimdilerde umutsuz romantik ilişkilerin reçetesini Türk-Amerikan ilişkilerine önererek, Türkiye bizi terk etmeden biz Türkiye'yi yalnız bırakalım demeye başladılar. Bunun karşılığı olarak da Türkiye'de bir kesim yeniden 1990'lı yılların vehimlerini yaşayacak gibi duruyor. Ancak durum şu ki, ne Türkiye Batı'dan kopacak ne de Batı tarafından bölgede yalnız bırakılacak bir ülke. Stratejik ve jeopolitik gerçeklere aykırı söylemlere kapılmaya, endişelenmeye gerek yok.
Türkiye'nin hayal kırıklığı
1990'lı yıllarda Türkiye'nin dış politikasının en önemli boyutlarından biri Avrupa Birliği'ne üyelik tutkusuydu. Bu yıllarda AB Türkiye'de bir kısım gözlemci ve siyasetçi için sadece ulusal çıkar yolunda ulaşılması gereken bir dış politika hedefi değil aynı zamanda kimliksel olarak da Batı'nın parçası olabilmek için sığınılması gereken bir liman olma özelliği taşıyordu. Bunun için AB süreci tartışmalarının yaşandığı her platformda bu kesimlerde oldukça endişeli bir hal hâkim oluyor ve bu kaygı sürekli olarak önemli gazete ve dergilerin en ön sayfalarında kendine yer buluyordu. Şimdilerde doğru bir şekilde 'kayıp on yıl' olarak adlandırılan bu zaman dilimi, birçoklarına göre AB trenini kaçırma korku ve endişesi dolu zamanlardı. AB'nin defalarca Türkiye'de yarattığı hayal kırıklığı yanında Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra Türkiye'nin kendini içinde bulduğu kimlik sorunu ve güvenlik ikilemi bu kaygıları daha da derin bir hale getirdi. Terk edilme korkusu yaşayan bir çocuğunkine benzer kaygı atakları yaşayan Türk dış politikası uzun süre bu endişe ile mücadele etmek zorunda kaldı.
Sürekli olarak Batı tarafından terk edilme korkusu, içine kapalı bir sistem ve paranoyak tehdit algılamaları ile birleşince ortaya bu kaygılar içinde var olmaya çalışan bir dış politika ve kendine güvensiz bir ülke çıkardı. Bu durum da özellikle AB ile oldukça sağlıksız ve fazlasıyla inişli çıkışlı bir ilişki ağı meydana getirdi. Türkiye'de AB ile ilişkilerde 1990'lı yıllarda yaşanan bu ilişki modelinin benzeri bir süredir ABD'de Türkiye üzerine çalışan bir kısım uzman ve gözlemcide hâkim. Son 12 senedir ABD merkezli yazılan Türk dış politikası analizlerine bakıldığında bu marazi durum kendini ortaya koyuyor. Bu analizlerin bir kısmı sanki Türkiye'nin AB trenini kaçırma kaygısını üzerine almışçasına bu sefer de Türkiye'nin Batı dünyasına sırtını dönüp ve özellikle de ABD ekseninden uzaklaşarak başka bir dış politika oryantasyonu benimseyeceği endişesini taşıyor. Artık neredeyse kendine Türk dış politika çalışmalarında yeni bir literatür oluşturan bu 'eksen kayması'cı grup Türkiye'nin bir şekilde gözü kapıda bir müttefik olduğunu, artık güvenilmez bir hale geldiğini savunuyor.
Aslında her şey Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra tüm dünya değişirken, küresel ve bölgesel ilişkiler yeniden tanımlanırken ideolojik kutuplaşmanın hâkim olduğu bir düzende Türkiye'deki vesayet yönetimi ile ABD'nin kurduğu ilişki yapısını devam ettirme beklentisinde olan çevrelerin 2003 yılından beri daha bağımsız ve çok yönlü hale gelen Türk dış politikasını anlamlandırmakta zorlanmasıyla başladı. Burada en önemli kırılma noktalarından biri de ABD'nin Irak'ı işgal planı yapması ve bunun için de bölge ülkelerinden destek istemesi oldu. AK Parti'nin Kasım 2002'deki seçim zaferinden birkaç ay sonrasına rastlayan bu gelişmeler sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin tezkere oylaması ile bu 'eksen kayması'cı akım kendini daha fazla göstermeye başladı. Washington'daki bir kısım analist bu durumu neredeyse bir ihanet olarak karşılarken TBMM'nin yaptığı bu oylamanın sebebi olarak da Türk dış politikasının ekseninin AB'ye doğru kayması olarak gösterildi. Buna göre Irak ile başlayan bölgesel gelişmeler sırasında Türkiye, Washington yerine Brüksel'le eşgüdüm içinde olmaya başlamıştı. Helsinki sonrasında hızlanan AB adaylık ve entegrasyon süreçleri bu açıklamayı destekleyici bir argüman olarak sıklıkla kullanıldı.
Ankara bu konuda açıklamalar yapmaya çalışıp bu yanlış anlama ve algılamadan şikâyetçi oladursun, daha sonra görüldü ki meğerse bu zamanlar söz konusu uzmanların aslında daha insaflı olduğu zamanlarmış. Eksen kayması en azından başka bir Batılı bölgesel organizasyona doğru yapıldığı için eleştiriliyordu. Nitekim bu AB'ye doğru eksen kayması argümanının ömrü hayli kısa oldu. Daha sonraki zaman zarfında bu tip indirgeyici açıklamalar daha fazla kimliksel referanslarla yapılmaya başlandı.
Bunun ilk örneklerinden biri, 1998 yılındaki Öcalan krizi sonrası imzalanan Adana Protokolü ile gelişmeye başlayan Suriye-Türkiye ilişkilerinin AK Parti'nin hükümeti kurmasından sonra devam etmesi ile gündeme geldi. Suriye konusunda ABD yönetimi ile ayrı düşen Türk dış politikası Washington'da ciddi bir şekilde 'ekseni kaymış' olmakla suçlanmaya başlandı. Aynı uzmanlara göre bu sefer de Türkiye'nin ekseni Şam'a doğru kayıyordu.
Sonraki senelerde Türk-Amerikan ilişkilerinin bölgede anlaşmazlığa düştüğü her durumda bu eksen kayması argümanı devam edip durdu. İran'ın nükleer programı konusunda İran ile Batı dünyası arasında arabulucu olmaya çalışan Türk dış politikası bir anda ekseni İran'a kayan bir politika izlemekle suçlanır oldu. Zira bu durumun bölgesel güvenlik ve istikrar, ekonomik ilişkiler ve Türkiye'nin hızla artan arabuluculuk çalışmaları ile alakası olamazdı. Mesele tamamen kimliksel olarak eksen kayması argümanıyla anlatıldığında daha kolay anlaşılıyor, kendine daha çabuk destek buluyordu. Bu yaklaşım da bazen taban tabana zıt açıklamaların ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Mesela bir yandan Tahran ve Şam eksenine kaymakla suçlanan Türk dış politikası aynı zamanda Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ile artan ticaret hacmi ve bu ülkelerden Türkiye'ye gelmeye başlayan yatırım meseleleri gündeme getirilerek yer yer Suudçu olarak da adlandırılabiliyordu.
Türkiye için yönlendirilen bu eksen kayması ve Batı'dan uzaklaşma suçlamaları daha sonraki dönemlerde Türk dış politikasının bölgesel açılımları gerçekleştikçe farklı boyutlar kazandı. Uzun bir süre Türk dış politikasında ihmal edilen ve uzak durulan Ortadoğu ülkeleri ile ilişkiler düzelmeye başladığında bu durum AK Parti'nin 'İslamcılığı'nın bir ispatı olarak sunulmaya başlandı. Türkiye'nin bölgede bazen ABD politikalarından bağımsız bazen de ABD politikalarıyla ters düşecek pozisyonlar alması ve inisiyatifler başlatması Türkiye'nin ulusal çıkar ve ulusal güvenlik kaygıları göz ardı edilerek kimlik öncelikli bir şekilde açıklandı. Bununla da kalmadı. Balkanlar'da daha pro-aktif politikalar takip edildiğinde bu yeni durum da bir başka kimliksel etiket altında Neo-Osmanlıcılık ile ilişkilendirildi. ABD ile Rusya arasındaki ilişkiler bozulmaya başladıkça, önceleri pek sorun olmayan Türkiye-Rusya ilişkileri de daha fazla gündeme gelir oldu. Türkiye ve Rusya arasında ekonomik ilişkiler geliştikçe bu sefer de ABD'nin Rusya ile ilişkilerinin bozulmasına rağmen Türkiye'nin ilişkilerinin devam ediyor oluşu bir problem olarak ortaya çıktı. Bu sefer de Türkiye, Avrasyacı bir dış politika takip etmek ve Rusya'ya fazla yanaşmak ile suçlanmaya başladı. Neticede bu da bir başka kimliksel dış politika açıklaması olarak ortaya çıktı.
Kırılma noktası Ortadoğu
Türkiye ile ABD arasında Ortadoğu'ya yönelik vizyon konusunda yaşanan görüş ayrılığı Arap Baharı sonrası özellikle Suriye ve Mısır konusunda kendini açık bir biçimde gösterince, bu görüş ayrılığının açıklaması da kimlikli cümlelerde bulundu. Ankara, Mısır'da demokratik yollarla iktidara gelen Mursi hükümetinin asker tarafından devrilmesine darbe deyip bu duruma karşı çıkınca İhvancı, Suriye'de halkına karşı katliam yapan Esad rejiminin meşruiyetini yitirdiğini söyleyince de önce İhvancı sonra da Sünnici olarak adlandırıldı. İşin daha da ilginç yanı Mısır konusunda Arap Baharı'nın ilk başladığı günlerde ABD ile aynı dalga boyunda 'tarihin doğru tarafında durmak' olarak adlandırılan politika takip edildiği sıralarda Türkiye'yi İhvancılık ile suçlayan çok da fazla olmamıştı. Ne zaman ki darbe sonrasında Mısır konusunda ABD ile farklı politikalar izlenmeye başlayınca bu suçlamaların yoğunluğu da artmaya başladı. Darbeye karşı çıkan Türkiye İhvancı olarak anılmaya başlandı. Aynı süreç aslında Suriye konusunda da geçerliydi. Krizin patlak vermesinden sonra soruna barışçıl bir çözüm bulmaya çalışan ABD ve Türkiye, Esad rejiminin tüm siyasi reform çabalarını reddeden ve Suriye'de katliama devam eden tavrı sonrasında hemen hemen aynı zaman diliminde Esad'ın meşruiyetini yitirdiği açıklamasını yapmıştı. Bu süreçte Türkiye ne İhvancı ne de Sünnici olarak adlandırılmıştı. Ancak daha sonra ABD'nin eylemsizlik politikası ile Türkiye'nin ülkede akan kanı durdurmak için uluslararası kamuoyunun daha aktif bir şekilde hareket etmesini savunan politikaları çarpışınca ortaya Türk dış politikasının kimliksel ve ideolojik motivasyonlarla hareket ettiğine yönelik eleştiriler ortaya çıkmaya başladı.
Kısacası Türk dış politikasına yönelik tüm bu yakıştırmaların temelinde Türkiye ve ABD arasında Ortadoğu'nun geleceği konusunda yaşanan vizyon farklılıkları yatıyordu. İki ülke arasında yaşanan her anlaşmazlık bazı analistler tarafından Türkiye'nin Batı dünyasından uzaklaşması ve Batı'ya sırtını dönmesi şeklinde yorumlanıyordu. Yapılan analizlerde bölgesel dönüşümler ve Türkiye'de yaşanan gelişmelerin dikkate alınmıyor oluşu ve dahası uluslararası sistemde yaşanan tartışmaların tamamen göz ardı edilmesi genel havaya kimliksel ve fazlasıyla aktör temelli açıklamaların hâkim olması sonucunu çıkarıyordu. Yakın zamanlarda bu açıklamalar ortaya paradoksal bir durumu da çıkardı. Şimdilerde dış politikanın gidişatı konusunda memnuniyetsizlik içinde olan kesimler bir yandan Türk dış politikasının ABD ekseninden uzaklaşmasına hayıflanırken bir yandan da Türkiye'nin yalnız bırakılması konusunda ABD yönetimine çağrıda bulunuyor. Bir şekilde sanki Türkiye bizi terk etmeden biz Türkiye'yi terk edelim söylemi bu 'analizlerin' temel noktasını teşkil ediyor. Dahası elbette Washington'da yazılan her şeyde olduğu gibi bu 'analizler' de Türkiye'de kendine bir kısım kitle yaratıyor. Bu kitle 'Türkiye'yi yalnız bırakma' söyleminin yarattığı terk edilme korkusunu sıkça dillendiriyor.
Bu analiz ve açıklamalar son on iki senedir ne Türk dış politikasındaki değişimin Batı dünyasında doğru anlaşılmasına ne de Türk-Amerikan ilişkilerinin iyileştirilmesine katkıda bulundu. Kimliksel ve fazlasıyla indirgemeci açıklamalar yanlış bir Türkiye algısı ve sorunlu bir dış politika reçetesi yarattı Batı başkentlerinde. Türkiye'nin sürekli olarak Batı'ya sırtını dönmeye hazırlanan bir ülke olarak yansıtılması ikili ilişkilerdeki karşılıklı güvenin sarsılmasına neden oldu. Oysa ne Türkiye'nin sırtını Batı'ya dönme düşüncesi var ne de bazılarının önerdiği yalnız bırakılma ihtimali bulunuyor. Dış politikada bağımsız bir çizgiye kaymak ve bölgesel politikalar konusunda anlaşmazlıklar yaşamak 'sırtını dönmek' gibi basit açıklamalar değil iki ülke arasında yapıcı ve sabırlı diyaloglar gerektiriyor. Bunun yanında sunulan yalnız bırakılma reçetesi bölgenin gerçekleri ve denklemleri ile hiç uyuşmuyor. Bu bölgedeki siyasi anlamda en istikrarlı ve jeopolitik anlamda en önemli ülkeyi yalnız bırakmaya çalışmanın stratejik olarak nasıl bir hata oluşturacağını ABD'deki ciddi çevreler son derece iyi biliyor. Elbette son olarak Türkiye kamuoyunda 90'lı yılların kaygılarını yeniden yaşatmaya meyleden kesimlere de trenin bir yere gitmediğini ve hiç kimsenin bir yere kaçmadığını anlatmak gerekiyor.