Dünyayı tehdit eden virüsler ve zika
Virüsler nasıl yayılıyor? Son yıllarda çok sık gündem olan virüs salgınları geçmişte de yaşanıyor muydu?
Kerem Kınık: Virüsler, içinde yaşadığımız ekosistemin dengeli bir şekilde devamı için sessizce görevlerini sürdüren mikro canlılardır. Bakterilerden farklı olarak serbest yaşayamazlar, zorunlu olarak canlı bir hücre içinde yaşamlarını sürdürebilirler. Bir kilogram deniz çökeltisinde farklı genlere sahip yaklaşık bir milyon virüsün var olduğu, yeryüzünde 1031 farklı tipte virüsün var olduğu tahmin edilmektedir. Çoğunluğu 'bakteriyofaj' olarak tanımlanan bu devasa virüs topluluğunun; bakterilerin bir türünden başka bir türüne, mavi yeşil alglerden bitkilere, bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan insanlara tür içi ve farklı türler arası gen aktarımında önemli rolleri olduğu bilinmektedir. Soluduğumuz havadaki oksijenin ana kaynağı olan bitkilerdeki fotosentez kabiliyetinin yüzde 10'u, denizlerdeki mavi-yeşil alglerden bitkilere aktarıldığı düşünülen genlerle devam etmektedir. İnsan genom projesi çalışmaları, hücrelerimiz içinde DNA'mızın yaklaşık yüzde 8'lik bir kısmına tekabül eden miktarda, atalarımızı enfekte edip DNA'larına entegre olan virüslerden kalıntılar taşıdığımızı göstermiştir. İnsan türünün ve diğer canlı türlerinin tekâmülünde bu gen aktarımlarının rolü olduğu düşünülmektedir.
İnsanoğlunun virüslerle ilgili macerasını 10 bin yıl geriye götürmek mümkündür. Tarihe geçen birçok salgında hastalık nedeninin bir virüs olduğu 1930'larda elektron mikroskopunun keşfi ile saptanabilmiştir.
Virüsler, genetik özellikleri, hastalandırıcılık özellikleri, bulaşma yolları, rezervuar ve vektörleri açısından son derece farklılık göstermektedir. Bazı virüsler sadece insanda hastalığa yol açmakta ve aşı ile tamamen korunulabilmekte iken (Ör. kızamık) bazıları hem hayvanlarda hem insanlarda hastalığa neden olmakta ve çok sık genetik değişim yaşadığı için sürekli yeni salgınlar yapmakta, aşı içeriği de yenilenmektedir (Ör. İnfluenza A - grip). İnsana bulaştığı yeni gösterilen hayvan kökenli bazı virüsler ise henüz insan topluluklarında bu virüslere karşı doğal bağışıklık bulunmadığı ve bir kısmı insan hücrelerine adaptasyonunu henüz tamamlamadığı için en sansasyonel salgınlara neden olmaya devam etmektedir (Ör. Ebola, Marburg, Nipah, Lassa, Zika virüs vd.).
Her geçen gün farklı virüsler ile yeni salgınların ortaya çıkmasının en önemli nedenleri arasında şunlar sayılabilir:
1. Orman sahalarının yerleşime açılması sırasında bazı vahşi hayvan türlerinin yaşam alanlarının bozulması, vahşi hayvan türlerinin daha serbest yaşama geçmelerine, evcil hayvanlar ile temasının artmasına, evcil hayvanların salgılarından da insanlara virüs geçişi ile sonuçlanmıştır.
2. Sanayileşme ve küresel ısınma nedeniyle göç yolları değişen kuşlar, taşıdıkları virüsleri farklı bölgelerde yeni hayvan türlerine ve evcil hayvanlar yoluyla insanlara bulaştırmıştır.
3. Küresel ısınma, mevsim değişimleri ve kontrolsüz kentleşmenin bir başka sonucu olarak sivrisineklerin yaşam alanları genişlemiş, daha yüksek rakımlı yerleşim yerlerinde çoğalmaya başlamıştır. Zika virüsü gibi sivrisineklerle bulaşan birçok virüsün yayılması bu şekilde kolaylaşmıştır.
4. Uçakla yolculuğun artması, sivrisinekle veya solunum yoluyla kişiden kişiye bulaşan virüslerin hızla dünyanın farklı bölgelerine yayılmasına neden olabilmektedir.
Aslında sayılan bütün bu faktörlere rağmen 'salgınların arttığını' söyleyemeyiz. Çünkü başta aşılar (Ör. sarı humma, çocuk felci, kızamık aşısı) olmak üzere bulaşıcı hastalıklar için alınan önlemler küresel ölçekte salgın hastalıkları azaltmıştır.
Tüberkülozu saymazsak küresel ölçekte salgınlara yol açma görevi bakterilerden virüslere geçmiştir diyebiliriz. Bakterilere bağlı enfeksiyonlar antibiyotiklerle kolayca tedavi edildiği için toplumda azalmış, bununla birlikte yaygın antibiyotik ve tıbbi gereç kullanımına bağlı olmak üzere daha dirençli tablolar halinde hastanelerde artmıştır. Virüslerin çoğu için özgül bir tedavi bulunmamaktadır. Bununla birlikte çoğumuz yılda birkaç kez soğuk algınlığı (Rinovirus, Coronavirus vd.) geçirmeyi yadırgamayız. Bazı virüslerin aşıları (hepatit B, hepatit A, suçiçeği vd.) bazılarının da tedavileri (hepatit C, HİV vd.) son yılların oldukça kayda değer başarı örnekleri olarak anılabilir.
Geriye hayvanlardan bulaşan ve son yıllarda adını duyuran bir grup virüs kalıyor. Fare idrarından bulaşan ve ateşli-kanamalı böbrek yetmezliğine yol açan Hanta virüsü, Hyalomma marginatum marginatum kenesinden bulaşan Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) virüsü, göçmen kuşlardan bulaştığı düşünülen ve nadir de olsa beyin iltihabı (ensefalit) yapabilen Batı Nil Ateşi virüsü gibi virüsler ülkemizde son yıllarda tanımlanmış 'yerli' virüslerdir. Bu virüslerin laboratuvarlarımızda tanımlanması ile bulaşma zinciri belirlenmiş, halk sağlığı otoriteleri tarafından gerekli önlemler alınmış ve kamuoyu bilgilendirilmiştir. Ülkemizde olduğu bilinen ve sivrisineklerle, kum sineği ile, kenelerle veya kanatlılarla bulaşma potansiyeli bulunan başka virüsler de vardır, yenileri de keşfedilecektir. Bu hayatın akışının bir parçasıdır. Mevcut endüstri merkezli yaşam tarzımızın konteksti içinde alınabilecek önlemler sınırlı olmakla birlikte; doğal hayata müdahale eden büyük çaplı projelerden önce uzman görüşlerinin alınması, doğal fauna dengesinin mümkün olduğunca korunması, bozulan dengeyi yeniden sağlamak için gerekli hayvan çiftliklerinin kurulması, sivrisinek ve kenelerle temasın mümkün olan en az toksik yötemlerle engellenmesi, yerli aşı çalışmalarının (Ör. KKKA aşısı) desteklenmesi gibi önlemler alınmalıdır.
Aslında 'salgın'lar değil, teşhis olanakları, farkındalık ve dolayısıyla da 'salgın haberleri' artmaktadır. Eski yıllarda 'zatürre'den kaybedilen hastaların bir kısmı, artan tanı olanakları sayesinde kayıtlara 'influenza' olarak geçmektedir. Artık on binlerce çocuğun sessiz sedasız çocuk felci nedeniyle sakat kaldığı veya kızamık zatürresinden hayatını kaybettiği bir dünyadan, birkaç yeni olgu nedeniyle dünya gündeminin alınacak önlemlere kilitlendiği yeni bir dünyaya geçiyoruz.
Yüksek gelirli ülkelerde adı unutulan birçok bulaşıcı hastalık ise hâlâ Afrika'da, uzak Asya'da aşıya, ilaca ve güvenli gıdaya erişim olanağı bulunmayan milyonlarca çocuğun beş yaşını göremeden hayatını kaybetmesine neden olmaya devam etmektedir.
Virüsleri kontrol edilemez şekilde yayılmadan önce durdurmak mümkün. Her virüs için alınacak önlemler farklı olmakla birlikte genel olarak hızlı tanı olanaklarının yaygınlaşması, halk sağlığı ve salgın yönetimi ilkelerinin ödünsüzce uygulanması gerekmektedir. Yeryüzünün batısından ve doğusundan her yöne son hızla yayılan 'hakim olma', 'biriktirme', 'kendinden olanı koruyup olmayanı ezme', 'sahip olma ve yok etme' hırsının bir salgın şeklinde sürmesi, alınacak hiçbir önlemi başarılı kılmayacaktır. Zenginler biraz daha zenginleşirken, yoksul ülkelerde bebekler aç kalmaya devam ettikçe modern insanın duyduğu korku artarak devam edecektir. Çünkü bebekler açlığa dayanamaz.
Biyolojik silah olarak virüslerin kullanımı ve biyoterörizm iddiaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
O. Şadi Yenen: Günümüzde nerede ve ne zaman yeni bir enfeksiyon etkeni tanımlansa hemen peşinden bu etkenin yeni bir biyolojik silah olup olmadığı sorusu da gündeme gelmektedir. Bunun birkaç nedeni vardır: Öncelikle insanların derin tarihsel belleğinde salgın hastalıklar en yok edici ve dolayısıyla korkutucu olaylar olarak yer almaktadır; yine geçmişte insanoğlu bu doğal süreçleri kendi savaşlarında bir silah olarak kullanma girişiminde bulunmuş ve/veya bunlardan yararlanmaya çalışmıştır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde her iki kamp geniş Biyolojik Silah Programları başlatmıştır ve bu programlar uzun yıllar sürmüştür. Dönemin sonunda bu programların varlığı kamuoyuna açıklanmıştır (bu programlar içerisinde şimdiye dek en başarılı program İngilizler tarafından başlatılıp ABD tarafından sürdürülen şarbon sporlarının silahlaştırılması programıdır). İkincisi, hemen her yıl özellikle virüs kaynaklı birkaç yeni salgın hastalık türü (ya da var olan bir salgının alışıldık coğrafyalar dışında da görülmeye başlanması) tanımlanmaktadır ve bunlar için tedavi olanağının ve aşının eksikliği öne çıkarılmaktadır. Üçüncü ve son olarak, özellikle Batı kampının 'serseri devletler' tanımlaması içindeki kimi ülkelerin biyolojik silahlara sahip oldukları ve bunun insanlık için önemli bir tehlike oluşturduğu propagandası yaygın olarak kullanılmakta ve kimi ülkelerin doğal zenginliklerine el konulmasını sağlayan askeri saldırılara gerekçe oluşturmaktadır.
Geniş yığınlar üzerinde oluşturulmuş böylesine bir zihinsel arka planda biyoterörizm sorunsalı her zaman kolaylıkla tetiklenmekte ve kitlelerin yönlendirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Yanıtı merak edilen soru şudur: Günümüz teknolojik olanaklarıyla silah olarak kullanılabilecek virüsler inşa edilemez mi? Bu soruya yanıt ararken sorunun kapsadığı kimi özellikleri iyi tanımlamak gerekir. Elde edeceğiniz silah taktik bir silah mı olacaktır, yoksa stratejik bir silah mı? (Yukarıda sözü edilen programlarda üretilen biyolojik silahlar başlıca stratejik silahlar olarak değerlendirilmişti.) Silah nasıl bir fırlatma sistemiyle kullanılacaktır ya da silahlaştırılmış etken hedef toplumda nasıl (hangi yolla) yayılacaktır? Hedef kitle kim olacaktır? Sivil toplum mu, yoksa düşman silahlı kuvvetleri mi? Silahın etkisi hedefle sınırlı mı olacaktır ya da etkiyi denetim altına almak olanaklı mıdır? Silah açık olarak tanımlanmış bir silah mı olacaktır yoksa gizli bir silah mı? Bir başka deyişle (her silah için söz konusu olduğu gibi) yaratmayı umduğunuz yıldırıcı psikolojik etki doğrudan mı olacaktır, dolaylı mı? Yaratacağı tahrip etkisini gösterecek bir silahı üretme olanaklarınız nelerdir, gerekli laboratuvar koşullarına sahip misiniz? Söz konusu biyolojik bir silah olduğundan, kendi korunma önlemleriniz açısından gerekli olan ilaç ve aşıları da üretme olanak ve yeteneklerine sahip misiniz? Hedef kitlenin ve kendi toplumunuzun söz konusu etken için bağışıklık düzeyi nedir? Görüleceği gibi bu alt sorular birbirleriyle ilişkilidir ve bunlardan herhangi biri göz ardı edilerek ciddi bir silah programı geliştirmek olanaklı değildir. Günümüz teknolojik olanaklarına gelince, gerçekten de moleküler biyoloji ve genetik yöntemlerle virüsler de dahil birçok mikroorganizmanın genetik özelliklerini açıklığa kavuşturmak ve değiştirmek olanaklı hale gelmiştir. Dahası, kimi virüsleri yeniden canlandırmak (1918 influenza virüsü), kimi virüsleri tüpte yeniden inşa etmek (Poliovirus) ya da hastalık yapma gücünü artırmak (fare çiçeği) laboratuvar koşullarında mümkün olmuştur.
Günümüzde virüslerin genetiğinde değişim oluşturacak deneyler kimi laboratuvarlarda olanaklıdır. Ancak, özellikle silahlaştırılacaklarsa, ölümcül virüslerle yapılacak çalışmalar için güvenlik düzeyi çok yüksek (BSL4) laboratuvarlara gereksinim vardır ve bu laboratuvarların sayısı sınırlıdır. Böylesi laboratuvarlar başta ABD (10'dan fazla) olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya ve İsveç gibi Avrupa ülkeleri ile Rusya, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi kimi ülkelerde mevcuttur. Dahası, günümüzde kimi mikroplara ait laboratuvar suşlarının ve mikrop toksinlerinin (Select Agents and Toxins List) dağıtımı veya satılması Biyolojik ve Toksin Silahlar Konvansiyonu (BWC) kuralları çerçevesinde denetim altındadır (Pratikte başlıca denetlemeyi ABD yapmaktadır). Yine gelişmiş laboratuvarların kurulması sıkı denetim altındadır ve izne tabidir. Bu arada ülkemizde henüz BSL3 düzeyinde bile tam işlevli bir laboratuvar bulunmadığını da belirtmek gerekir.
Öte yandan, nükleer ve kimyasal silahlar için oluşturulmuş uluslararası denetim mekanizmaları biyolojik silahlar açısından oluşturulamamıştır. Böyle bir anlaşma Birleşmiş Milletlere (BM) üye kimi ülkeler arasında 1972'de imzalanmış ve 1975 yılında yürürlüğe girmiş olmasına rağmen halen bir denetim mekanizması geliştirilememiş ve güven artırıcı önlem tartışmalarıyla her yıl BM'de toplantıları sürdürülmektedir. Bu süreçte başlıca sorun, yerinde denetim mekanizmalarıyla ilgilidir ve ABD böylesi mekanizmalara (ticari sırların açığa çıkmasını önlemek gerekçesiyle) devamlı karşı çıkmakta ve ısrar halinde anlaşmadan imzasını çekeceğini bildirmektedir.
Biyoterörizm açısından bakıldığında, gerçekte biyolojik etkenlerin kullanıldığı terör olayı sayısı geçmiş yüz yıllık pratikte son derece azdır ve bunlar arasında geniş çaplı sayılabilecek başarıya ulaşmış tek olay, 1984'de, ABD'de Hintli bir dini tarikat (Rejneeshee cult) tarafından Dallas, Oregon kentindeki bir lokantada salata dağıtım tepsilerinin Salmonella typhimurium bakterileriyle kontamine edilmeleridir. Bunun dışında ABD'de 2001 yılında gerçekleşen posta kanalları aracılığıyla şarbon sporlarının dağıtımı ise bir terör eyleminden çok bir biyolojik suç kapsamında ele alınması doğru olacak bir olaydır. Dağıtılan şarbon sporlarının ABD'de geliştirilmiş ve silah haline getirilmiş suşlara (AMES suşu) ait olması ise kamuoyunda biyolojik terör/savaş korkusunun artırılmasında kullanılan önemli bir unsur olmuştur ve 2003 Irak işgali için meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanılmıştır.
Sonuç olarak, biyolojik silahlar olarak tanımlanabilecek geliştirilmiş ya da geliştirilmesi muhtemel biyolojik etkenlerin kendilerinden çok, var olmaları halinde yaratacakları dehşet konusu işlenerek psikolojik bir ortam yaratılmakta ve toplumların güdülenmesinde (ve kapitalist bir pazar ekonomisinin sonucu olarak toplumsal korkulardan ekonomik çıkarların sağlanmasında) kullanılmaktadır. Unutulmamalıdır ki tehdit algısı tıbbi bir nitelemeden çok askeri ve siyasi bir nitelemedir ve ülkeler için sağlıklı değerlendirmeler kendi koşulları bakımından yapılmalıdır, ithal tehdit algıları üzerine inşa edilmemelidir.
Zika virüsü doğal bir şekilde ortaya çıkmış bir virüs müdür? Bu tip virüslere yönelik ne gibi önlemler alınabilir?
Nilgün Sarp: Zika virüsü, ilk kez Uganda'da 1947'de saptanmıştır. Uganda'dan Afrika'ya yayılmış ve bir şekilde Güney Amerika'ya geçmiş olmasına rağmen, sadece ülkemizde değil, Batı dünyasının da yeni tanıştığı bir hastalıktır.
Güney Amerika'yı sarsan virüs, Amerika, Danimarka, İngiltere ve İsviçre'de bu bölgelere seyahat etmiş kişilerde de saptanarak, küresel endişeleri artırmıştır. Bu virüsün bulaşmasına sebep olan Aides türü sivrisinek Türkiye'de çok az sayıda tespit edilmiştir ancak Güney Amerika'ya seyahat edenlere bu virüs bulaşabilir.
Virüsün ölüm oranı sıfıra yakındır ve literatürde bildirilen bu ölümlerin, zika virüsü bulaşmış kişilerde başka problemlerin ortaya çıkmasının hastalıklar nedeniyle gerçekleştiği biliniyor. Yani, virüs alan kişilerin başka hastalıklara yakalanması ölüm riskini artırıyor.
Zika virüsü özellikle hamileler için bir risk olabilir. Virüs, gebelere sivrisinek sokması ile bulaşır ve bebeğin beyin gelişimini engelleyerek kusurlu doğumlara sebep olabilir. Brezilya'da yapılan çalışmalara göre, gebe kadınlara virüs bulaşırsa, bulaşmayanlara göre 20 kat daha fazla mikrosefali, yani beyin ya da kafa küçüklüğü riski var.
Hastalarda özellikle grip benzeri şikâyetlere dikkat edilmelidir. Şu anda zika virüsüne özel bir tedavi ya da antiviral ilaç yoktur. Zika virüsü aldığı saptanan hastalar, bol bol dinlenmeli, bol sıvı almalı, sadece ağrı ve ateş düşürücü ilaç almalıdır. Bu virüsü engellemeye yönelik ne yazık ki bir aşı yoktur. Zaten bir aşı üretilmesi maliyet açısından da yüksek olacağı için tavsiye edilmez. Bir aşının üretilmesi, yaklaşık 5 ila 10 sene arasında sürer ve kendiliğinden sonlanan bir hastalık için buna ihtiyaç kalmayabilir.
Diğer tüm hastalıklarda olduğu gibi, zika virüsüne karşı da hassas grup olarak adlandırdığımız çocuklar, yaşlılar ve hastalara özel ilgi gösterilmelidir. Aynen grip ve diğer virütik hastalıklarda olduğu gibi, kendimizi fazla kalabalık ortamlarda korumalıyız. Temizlik kurallarına dikkat etmeliyiz. Bugün zika, yarın başka bir virüs her an kapımızı çalabilir.