Dijital çağ, baş döndürücü bir hızla hayatımızın her alanını kuşatırken, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir bilgi akışı ve bağlantı imkânı sunuyor. Ancak bu sınırsız etkileşim ve şeffaflık vaadi, madalyonun diğer yüzünde, en temel toplumsal yapı taşımız olan aileyi ve onunla özdeşleşmiş
mahremiyet anlayışını tehdit eden ciddi riskleri barındırıyor. Bir zamanlar evin korunaklı duvarları ardında saklı kalan özel hayatımız, şimdi sosyal medya platformlarında, akıllı cihazların sürekli veri toplayan gözleri önünde ve yapay zekânın nüfuz ettiği her köşede adeta bir vitrine dönüşüyor. Bu
durum, "neredeyse her dijital gelişmenin aile yapısının yozlaşmasını hızlandırdığı" acı gerçeğini gözler önüne seriyor. Belki de yakında "aradığınız aileye şu an ulaşılamıyor" anonsunu daha sık duyacağız.
Türk toplumu için aile, biyolojik bir birliktelikten çok daha fazlasıdır; kültürel kimliğimizin, örf, adet ve ananelerimizin nesilden nesle aktarıldığı, bireyin ilk sosyalleştiği ve manevi değerlerle donatıldığı kutsal bir ocaktır. Bu yapı içerisinde mahremiyet, sadece kişisel sırların gizliliği değil, aynı zamanda
aile içi ilişkilerin, evin dokunulmazlığının ve ailenin onurunun korunması anlamına gelir. İslam kültürünün de şekillendirdiği bu anlayış, bireyi ve aileyi dış dünyanın olumsuz etkilerinden koruyan manevi bir zırh görevi görür. Ev, bu mahremiyetin hem fiziksel hem de sembolik mekânıdır. Geleneksel
aile yapımız, büyüklere saygı, kuşaklar arası dayanışma, misafirperverlik gibi değerlerle perçinlenmiştir.
Ancak modernleşme, kentleşme ve özellikle dijitalleşme gibi küresel rüzgarlar, bu köklü yapıyı ve mahremiyet algımızı derinden sarsıyor. TÜİK verileri de bu değişimi gözler önüne seriyor: Ortalama hane halkı büyüklüğü 2008'de 4 kişiyken 2023'te 3,14 kişiye düşmüş, tek kişilik hane halkları artarken geleneksel geniş ailelerin oranı azalmış durumda. Bu küçülme ve bireyselleşme eğilimi, geleneksel dayanışma ağlarımızı zayıflatma riski taşıyor.
Aile içi iş bölümünde geleneksel cinsiyet rolleri büyük ölçüde devam etse de çekirdek ailenin yaygınlaşmasıyla ebeveynlerin üzerindeki sorumluluklar arttı ve geniş ailenin sağladığı destek mekanizmaları azaldı.
Şeffaflık kurbanı çocuklar
Dijitalleşmeyle birlikte gelen "ölçüsüz şeffaflık", mahremiyeti değersizleştiren yeni bir norm, hatta bir ideolojiye dönüşme tehlikesi taşıyor. Sosyal medya platformları, bireylerin en özel anlarını dahi gönüllü olarak sergilediği bir sahne haline geldi. Byung-Chul Han'ın ifadesiyle, bu "şeffaflık toplumu"nda gizlilik ve sır, neredeyse bir kusur gibi algılanırken, her şeyin görünür ve paylaşılır olması teşvik ediliyor. Bu durum, kamusal ve özel alan
arasındaki sınırları tehlikeli bir şekilde bulanıklaştırıyor. Mahremiyet mi? O da ne? Filtreli selfie yanında lafı mı olur?
Bu "ifşa kültürü"nün en endişe verici yansımalarından biri "sharenting" olgusu, yani ebeveynlerin çocuklarına ait fotoğraf, video ve bilgileri sosyal medyada kontrolsüzce paylaşması. Türkiye'de de yaygınlaşan bu uygulamanın arkasında anı biriktirme, mutluluğu paylaşma, sosyal destek görme
gibi iyi niyetli motivasyonlar olabilse de bazen sosyal beğeni toplama, idealize edilmiş bir aile imajı sunmak hatta ticari kaygılar da rol oynayabiliyor. Paylaşılan bu içerikler, çocukların mahremiyet hakkını ihlal etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları siber zorbalık, istismar, kimlik hırsızlığı gibi ciddi risklere açık hale getiriyor.
Ebeveynler tarafından oluşturulan bu kalıcı dijital ayak izleri, çocukların gelecekteki itibarlarını, fırsatlarını ve kendi kimliklerini özgürce inşa etme haklarını olumsuz etkileyebilir. İlginç bir şekilde, Türk ebeveynler arasında "nazar değer" korkusu paylaşımları sınırlasa da tamamen engellemiyor,
bu da kültürel inanışların dijital davranışları ne kadar karmaşık etkilediğini gösteriyor.
Sosyal medyanın yaygın kullanımı (Türkiye'de 16-74 yaş arası internet kullanım oranı yüzde 88,8, 6-15 yaş arası çocuklarda yüzde 91,3), aile içi iletişimi de dönüştürüyor. Yüz yüze geçirilen kaliteli zaman azalırken, aile üyeleri aynı mekânda bile telefonlarıyla meşgul olabiliyor (phubbing). Bu
durum, aile bağlarını zayıflatıp duygusal mesafeler yaratabiliyor.
Mahrem bilgiler kimin elinde?
Yapay zekâ destekli teknolojiler ise mahremiyet ihlallerini daha da derinleştiriyor. Akıllı ev cihazları (dijital asistanlar, kameralar, sensörler) konfor sunarken, evi sürekli bir veri toplama ve gözetim merkezine dönüştürüyor. Aile içi konuşmalar, alışkanlıklar gibi en mahrem veriler (çoğu yurt
dışında olan) şirket sunucularına aktarılıyor, bu verilerin güvenliği ve kimler tarafından kullanıldığı belirsizliğini koruyor. Bu sürekli gözetim hissi, aile bireylerinin evlerinde bile rahat hissetmelerini engelleyebiliyor. Ne de olsa ChatGPT ve Google, anneden ve babadan daha sabırlı ve hızlı cevap veriyor.
Yapay zekâ destekli kişiselleştirilmiş öneri sistemleri (e-ticaret, yayın platformları), farkında olmadan ailelerin tüketim alışkanlıklarını, tercihlerini ve hatta değerlerini şekillendirebiliyor. Çocukların merak ettikleri soruları ebeveynleri yerine yapay zekâya sorması, ebeveynin rehberlik rolünü zayıflatabiliyor. Daha da tehlikelisi, derin sahte (deepfake) gibi teknolojiler, özellikle çocukları hedef alarak sahte içerikler (pornografi, zorbalık amaçlı videolar) üretilmesine olanak tanıyor ve bu durum çocuklar üzerinde yıkıcı travmalara yol açabiliyor. Ses klonlama ile dolandırıcılık veya şantaj gibi tehditler de artıyor.
Dijitalleşmenin aile üzerindeki etkileri küresel bir sorun olsa da Türkiye'nin durumu hem evrensel eğilimler hem de kültürel özgünlükler barındırıyor. İnternet kullanım oranlarımız birçok gelişmiş ülkeyle benzer veya daha yüksek. Sharenting pratiklerinde Batı ülkelerinde kişisel ifade öne çıkarken, Doğu kültürlerinde ve Türkiye'de aile bağlarını güçlendirme, anı belgeleme gibi motivasyonlar görülüyor. Mahremiyet endişeleri ve risk algıları farklılık
gösterse de risk farkındalığına rağmen paylaşımın devam etmesi Türkiye'de ve Polonya gibi başka ülkelerde de gözlemlenen bir çelişki.
Aile bireyselleşmeye engel mi?
Yasal düzenlemeler açısından Türkiye'nin KVKK'sı, AB'nin GDPR'ı ile benzerlikler ve farklılıklar taşıyor. Ancak Türkiye'deki 5651 sayılı İnternet Kanunu, özellikle içerik kaldırma ve veri yerelleştirme gibi konularda ifade özgürlüğü ve mahremiyet dengesi açısından eleştirilere maruz kalıyor. Dijital ebeveynlik tarzlarında da kültürel farklılıklar görülüyor; Türk ebeveynlerin daha koruyucu ve kontrolcü olma eğiliminde olduğu belirtiliyor.
Dijital kültürün bireyciliği, hazcılığı ve görünürlüğü ön plana çıkarması, geleneksel, kolektif ve mahremiyete dayalı değerlerimizle çatışıyor. Bu durum, toplumda "aile değerlerinde yozlaşma" olarak algılanan tartışmaları beraberinde getiriyor. Mahremiyetin aşınması, özel hayatın sınırlarının belirsizleşmesi, ifşa kültürünün normalleşmesi ve dijital bağımlılıkların artması bu algıyı güçlendiriyor. Çağdaş edebiyatta bile ailenin sıklıkla bireyin kendini gerçekleştirmesine "engel" olarak resmedilmesi, annelik ve babalık rollerinin sorgulanması bu değişimin yansımaları olarak okunabilir.
Ancak bu dönüşümü sadece yozlaşma olarak etiketlemek yerine, teknolojinin nötr bir araç olduğu ve kullanım biçimlerinin kültürel değerlerle etkileşim içinde yeni sosyal kimlikler ve ilişki biçimleri yarattığı gerçeğini de göz önünde bulundurmalıyız.
Bu dijital kuşatma altında en savunmasız olanlar ise çocuklarımız. Onları dijital dünyanın risklerinden (bağımlılık, siber zorbalık, istismar, uygunsuz
içerikler, mahremiyet ihlalleri) korumak hepimizin görevi. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nın da vurguladığı gibi, çocuğa "gelecek" gözüyle bakmalı, onları birer birey olarak muhatap almalı ve her türlü tehditten korumak için teyakkuzda olmalıyız.
Veri minimizasyonu
Çocukları dijital dünyanın risklerinden korumak ve aile yapımızı güçlendirmek için kolektif bir çabaya ihtiyaç var. Politika yapıcılar tarafından yasal çerçeveler (6698 sayılı KVKK, 5651 sayılı İnternet Kanunu) güncellenmeli, çocukların korunması önceliklendirilmeli, sharenting'in hukuki sonuçları
netleştirilmeli, dijital okuryazarlık kampanyaları yaygınlaştırılmalı ve yapay zekâ etiği konusunda standartlar belirlenmelidir.
Eğitim süreçlerinde, müfredata dijital vatandaşlık, mahremiyet eğitimi, medya okuryazarlığı entegre edilmeli, öğretmen ve ebeveynlere yönelik eğitimler düzenlenmelidir. Teknoloji şirketlerince mahremiyet odaklı tasarım benimsenmeli, veri minimizasyonu ilkesine uyulmalı, kullanıcılara verileri üzerinde daha fazla kontrol imkânı tanınmalı, çocuklara yönelik platformlarda güvenlik önlemleri artırılmalı ve zararlı içeriklerle (deepfake vb.) aktif mücadele edilmelidir.
Aileler tarafından bilinçli teknoloji kullanımı benimsenmeli, ebeveynler dijital okuryazarlıklarını artırmalı, çocuklarla açık iletişim kurulmalı, sorumlu paylaşım pratikleri uygulanmalı, ev içinde net teknoloji kullanım kuralları (ekran süresi, teknolojisiz alanlar) belirlenmeli ve en önemlisi mahremiyetin değeri yaşatılarak çocuklara aktarılmalıdır. Aile içinde çocuğa ait sınırların ve özel bir alanın (sembolik de olsa bir "oda") varlığı, aidiyet duygusunu ve benlik gelişimini destekleyecektir.
Dijitalleşmenin getirdiği sınırsız imkânlar kadar, aile mahremiyetimize ve değerlerimize yönelik tehditleri de görmezden gelemeyiz. Geleneksel aile yapımız, örf ve adetlerimiz, dijital çağın ölçüsüz şeffaflığı ve bireyciliği körükleyen yapısı karşısında ciddi bir sınavdan geçiyor. Her dijital gelişmenin, aile bağlarımızı zayıflatma ve mahremiyet sınırlarımızı aşındırma potansiyeli taşıdığı gerçeğiyle yüzleşmeliyiz.
Ancak milli ve manevi değerlerimize sahip çıkarak, çocuklarımızı bu dijital kafesin risklerinden koruyarak ve teknolojiyi bilinçli kullanarak bu süreci yönetebiliriz. Aile kurumunu korumak ve güçlendirmek, sadece bireysel bir çaba değil, aynı zamanda toplumsal ve milli bir sorumluluktur. Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza ve ailenin kutsallığına sahip çıkmak, dijital çağın getirdiği yozlaşmaya karşı en güçlü direnişimiz olacaktır.