AMERİKA VE AHLAKİ ÖNDERLİK MESELESİ
Başlığı okuyan izan sahibi birçok insan "Ne zaman ahlaki önder olmuştu da şimdi kaybediyor?" diye haklı bir serzenişte bulunabilir. Bu serzenişte onlara katılsam bile, öyle veya böyle tarihsiz olmanın rahatlığıyla hareket eden Amerika, eşine az rastlanır bir etkinlik ve dünya çapındaki yaygınlık ölçeğinde çağdaş dünya değerlerinin temsilini, son 70 yıldan beri ise koruyuculuğunu üstlendi. "İnsanlık değerleri, demokrasi, insan hakları" gibi başlıklarla anlatılan kavramlar, Amerika'nın dünyayla kurduğu ilişkinin en üst tabakasında yer alan bir dış söylem olarak ortaya çıkmış, büyük ölçüde de önce kendi toplumu olmak üzere dünyayı buna inandırmıştı. Bu üslup Amerika'ya öyle geniş bir meşruiyet alanı açmış, öyle ikna edici bir dil oluşturmuştu ki, "ahlak ve insanlık değerleri" kavramlarının gerçekte "istilanın bir aracı" olduğunu ya hiç fark etmedi dünya ya da fark edenler delirtilerek sistemin dışına itildi.
Fransız yazar Alain Badiou'nun dikkatimizi çektiği üzere dünya çapında kurumsallaşan yapılarıyla birlikte ahlak ve insanlık değerlerini savunmak, Batı emperyalizminin dünyaya tasallutunu savunmak haline geldi. Badiou buna bir husus daha ekliyor: Bu değerlere karşı direnen insanlar önce en ağır ithamlarla suçlanır, medya ve kalem erbabının maharetiyle karikatürize edilerek delirtilir, sistemin dışına itilir. Üstelik bütün bunlar yapılırken bu "meşru" ve demokratik dünya bize "düşmanı", düşmanın iletişim imkanlarını, onun insanları aptallaştıran sistemini gösterir. Bunu öyle bir ustalıkla yapar ki bizzat kendisinin bunu yaptığını, dünyadaki işbirlikçileri kanalıyla kendi iktidarını tahkim ettiğini fark etmeyiz bile. Çünkü sistemin kendini koruma kabiliyeti, "düşman" üretme, tehlikeyi gösterme, korkutma üzerine kuruludur.
Yeni insanın rüyası "Amerika"
İkinci Dünya Savaşı'nın son evresinde harbi bitirmek üzere değil, sonrasındaki düzeni oluşturmak gayesiyle atılan nükleer bombalar, yeni düzeni anlamayı mümkün kılmış mıydı bilmiyoruz. Lakin savaş sonrası asrı yaşayanlar, olan bitenden artık emin olmuştur: Amerika öncülüğündeki dünya
düzeni büyük bir tehdit ve korkutmanın üzerine kurularak dayatma ve icbar üzere şekillenecek, buradaki dil ise insanlık değerleri, demokrasi, insan hakları, bilim, özgür düşünce olacaktı. Amerika'nın dışındaki dünya kovboyun silahında mermi değil, herhangi bir vesileyle kullanabileceği nükleer
silah olduğunu zihninde tutarak dize getirilmişti. Bu meyanda yeni düzenin kökleri bir yandan Roma ve sınıfsal yapısıyla Avrupa merkezciliğine dayansa bile, esas itibarıyla "bilgi kudrettir" ve "kudret meşruiyettir" şeklinde özetlenebilecek ana fikirleriyle yaklaşık beş asırdan beri tartışılan yeni insan anlayışına dayanıyordu.
"Amerika rüyası" denilen şey, beş-altı asırda Avrupa'da yapılan birçok tartışmanın iddiasını teşkil eden yeni insanın bir rüyasıydı. Bu nedenle Amerika sadece Amerikalıların değil, dünyada yaşayan birçok insanın rüyası haline geldi. Yeni edebiyat ve iletişim kanallarıyla bu rüyayı dünyaya pazarlama
beceresini gösterebildi. Herkes, Amerikalı olmayı, her insanın oradan nasiplenmesini, bu amaçla yaşadıkları toplumları "Amerika" adına eleştirmeyi bir maharet haline getirmişti. Yeni dünyanın değerleri esas itibarıyla Avrupa'daki tartışmalarda teşekkül etmiş olsa bile, Amerika'nın özgürlükçü ve
görece sınıfsız yapısının getirdiği rahatlıkla yeni bir üslup kazanmıştı.
Yaklaşık 30-40 sene öncesinde bu olgu en mütehakkim derecesine ulaşarak "tarihin sonu" kavramıyla taçlandırılmak istendi. "Tarihin sonu" insanlığın uzun yolculuğunun kendisinde karar kılacağı siyasal, ekonomik ve kültürel değerlerin belirgin olduğu bir zamana ve o zamanın sahibine işaret ediyordu. Başka bir anlatımla insanlık tarihi Amerika'da temsilini bulan değerlere doğru hareket ediyor, tarih o değerlere ulaşmakla maksadına eriyordu. Başta Türkiye gibi bu değerlere ulaşma yolculuğunu varoluşsal bir gaye haline getiren "treni kaçırmış (!)" toplumlar için artık Amerika, "dünyadaki cennet" idi: İçinde yaşadıkları tarih ve toplumun yükleriyle cennete varmak mümkün olmayabilirdi belki fakat olabildiğince ona yaklaşmak, bütün toplumların hayali haline gelmişti.
Foyası ortaya çıktı
Ülkemiz özelinde dikkate değer bir husus ise mütedeyyin ve muhafazakâr kesimlerin bu fikri benimsemiş olmasıydı. Daha doğru bir anlatımla "Amerika" rüyasını görmek, ülkede ideolojileri aşan bir gerçeklik olarak kendini dayatmış, bütün sosyal guruplar, zümreler aynı rüyada birleşmişti. Son birkaç seneden beri Amerika bu liderliği ve öncülüğü yitirdiğini bizzat kendisi beyan etmeye başladı. Özellikle İsrail'in Orta Doğu'da tam anlamıyla bir "beyaz adam" veya "kuralsız kovboy" olarak bulunuşu bu ivmeyi daha da hızlandırdı, dünyada ilk kez Amerika ve onun temsil ettiği değerlerin gerçekte emperyalist dünyanın bir söylemi olduğu fark edilmeye başlandı.
Başlığa aldığımız söz ABD Başkanının sözüdür. Dolayısıyla onlar da şu veya bu şekilde bir liderlik kaybından, ekonomik ve siyasal gücün ötesinde Amerika'yı esas güçlü kılan şeyin bu söylem olduğunu dikkate alarak, öncülüğü yitirmekten söz ediyor. Dünyadaki tepkiler insanın umutlu olması için yeterli olmasa bile, yine de ilk hareket olarak dikkate değer olabilir. Yakın zamanlarda bu tepkinin gerçek mi yoksa yüzeysel bir tepki mi olduğunu göreceğiz. Bununla beraber şimdilik önemli olan husus, dünyanın en güçlü devletinde böyle bir tereddüdün dile gelmesi, "fark edildik" tarzındaki bir uyanışın ortaya çıkmasıdır.
Mütedeyyinlerin "Amerikancılığı"
Türkiye'de çok partili seçimlerin başlamasıyla birlikte mütedeyyin kesimler başlarını kaldırmaya, dünyada olup bitenleri anlamaya, büyük bir devleti yitirmiş olmanın verdiği büyük matemin ardından kendilerine gelmeye, yas tutan insanlar dünyaya dönmeye başlamışlardı. Kısa zaman sonra ülkede kamplaşmalar başladı, daha önce Batıcılık-İslamcılık ve Türkçülük şeklinde kabaca belirginleşen ideolojilere bu kez sosyalist akımlar, özellikle talebe faaliyetlerinde daha etkili olan hareketler eklendi. Mütedeyyin kesimin bu süreç dâhilinde Amerika ve Batı'ya karşı daha meyilli hale gelmesinin devletin tercihleri kadar toplumun bazı temayülleriyle yakın ilgisi vardır. Her şeyden önce devlet öteden beri Avrupa'nın içinde kalmayı, Avrupa ile birlikte hareket etmeyi, onlardan gelebilecek belaya karşı o siyasetin parçası olmayı tercih ediyordu. Osmanlı'nın son yıllarında bile büyük bir
Avrupa devleti olduğunu hatırda tutmak gerekir. Birinci Dünya Savaşı'nda istemediği kampa itilmiş olmasına rağmen Cumhuriyet ile birlikte yine Avrupa siyasetinin içinde kalmaya gayret etmişti.
Meselenin bu kısmı bir yana, esas dikkatle incelememiz gereken husus, mütedeyyin kesimlerin daha az Avrupacı, önemli ölçüde ise Amerikancı bir tutum takınabilmiş olmasının nedenleridir. Üstelik bazı yazar ve düşünürler, meselenin epistemik zeminini oluşturmuş, Amerika ile Rusya arasında ortaya çıkan kırılmada Amerika ve Batı kampında olmayı dini metinler üzerinden savunma yoluna gitmişti. Halihazırda bazı yapıların Amerika ile işbirliği içinde olmasının temel gerekçelerinden biri, Rum suresinde dile getirilen, Sasani ve Roma savaşlarında Müslümanların Mekkelilere karşı Roma tarafına daha meyilli olmalarıdır.
Bununla beraber mesele sadece Sasani-Roma savaşıyla ilgili değildir! Osmanlı'nın Batı ile rekabetini durduran, daha sonra ise başta Balkanlarda olmak üzere Osmanlı'yı mağlup eden ülke Rusya idi. 17. asırdan itibaren sanayileşme sürecine giren Rusya doğal bir rakip olarak Osmanlı devletini görmüş, bu devletin sınırları dâhilinde yaşayan Ortodoksların hamiliğine soyunmuş, başta Balkanlar olmak üzere, birçok yerde Osmanlı devletine büyük sıkıntılar vermişti. Rusya'nın Akdeniz'e inme çabaları kadar Doğu bölgesindeki istekleri de Osmanlı'nın baş edemeyeceği birtakım gaileler ortaya çıkartmıştı. Osmanlı'nın mağlubiyetinin ve Avrupa karşısında zaafa düşmesinin nedeni, Rus emperyalizmi olmuştu. Ruslar Osmanlı için bir
tür milli düşman haline gelmiş, daha sonra bu bilinç insanlarda varlığını daima sürdürmüştü. Buna bir de Türk dünyasının kategorik olarak Rusya'nın istilasi altında kalmasını ekleyince ciddi bir Rus korkusu, Rusların yayılma endişesi yaşanmıştı.
Neden "Amerikancı" oldular
Osmanlı'nın mağlubiyetinin geniş anlamda müsebbibi ise İngilizlerdi. İngilizler gittikleri yerlerde insanların inançlarına daha az müdahale ediyor görünmüş, görece bir özgürlük alanı tanır gibi hareket etmişti. Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizler Türkleri yenmiş olsa bile, sahaya sürülen yakın ve hırslı düşmanların ardında İngilizler saklanmış, ideolojik akrabalık nedeniyle de yeni Cumhuriyet İngiltere'yi ve öteki büyük devletleri bir arzu nesnesi olarak gördü. Mütedeyyin kesimlerin yaklaşımı ise açıktı: Ne kadar eleştirseler bile, onlar için Batı devletleri bir arzu nesnesi idi ve Müslüman toplumların behemehal onlar gibi terakkiye ihtiyaçları vardı.
Mehmet Akif, Muhammed İkbal gibi yazarlar Avrupa'da ortaya çıkan özgürlük ve üretim dünyasını sitayişle Müslüman toplumlara anlatmışlardı. Öyle ki Akif gitmediği yerleri bile abartarak anlatmayı sürdürdü. Amerika İngiltere ve Avrupa'ya yönelik bu büyük hayranlığı devşirdi ve bu kez dikkatler ona yöneldi. Herkes Amerikalı gibi olmak istiyor, her insan az veya çok buradaki değerlerden nasiplenmek istiyordu. Bu meyanda dikkatimizi çekmesi
gereken hususlardan biri modern dünyada Müslüman düşünce içerisinde bulunan insanların dünyayla ilişkisinin hiçbir zaman temelli bir kritik üzerine bina edilmemiş olmamasıdır.
Bunun geçmişten gelen nedenleri olsa bile modern dünyada Akif'in dile getirdiği "tekniğini almak, ahlakı bırakmak" şeklindeki yaklaşım neredeyse hakim paradigma haline geldi. Halihazırda dahi Müslüman toplumun dünyayla ilişkisini belirleyen ana yaklaşım budur ve bunun dışında ortaya çıkan eleştirel tutumlar, ya hamaset üzerine kuruludur veya marjinal kalmıştır. Bunun sonucunda mütedeyyin kesimler dünyayla ciddi bir entelektüel çatışma yaşan, modern dünyayı ve kurumlarını eleştirebilmiş bir aydın geleneğine sahip değildir. Üstelik Müslüman aydınlar, kendi ülkelerinde, Batı lehine kendi toplumlarını ve tarihlerini bilimsellikten uzak bir hamasetle eleştirirler. Bu eksiklik ise yaşanan olguyu kadere döndürüyor.
Korkuyla yönetme
Doğu Bloku'nun çökmesinin ardından Amerika'nın tek kutup olarak kalışının yol açtığı krizi yaşıyor dünya. Bernard Shaw'ın "insan hayallerine ulaşınca esas krizi yaşar" dediği gibi Amerika da büyük bir açmazın içine düştü, korkutma üzerine kurulu ikna gücü sona erdi veya ermek üzere, takkesi düştü ve kel göründü! Şimdi yeni korkular üreterek insanlığı korkularla yönetmenin yolları aranıyor. Özellikle son otuz yıldır İslam bir
korku unsuru haline getirilmek istendi ve bu temin edildi. İslam sadece Batı toplumlarında korku nesnesi haline getirilmedi! İslam dünyasında aydınlar dışardan gelen ağır baskıların sonucunda hiç bölünmeyecek kadar bölündü ve birbirlerinden nefret eden aydın zümreleri ortaya çıktı.
Bununla birlikte ilk kez Amerikan değerlerinde tereddütler yaşanmaya başlandı. Hiç kuşkusuz bu eleştirilerin devam etmesi dünyanın geleceği bakımından çok önemli ve hayati görünüyor. Bundan daha önemlisi ise, bu ahlaki önderliği devralacak, insanlığı korkutarak değil, ahlaki değerlerle bir düzen arayacak bakış açıları gerekiyor. Dostoyevski yüz elli sene önce "Avrupa değerleri çöküyor, biz onlara destek olarak bu değerleri inşa edebiliriz" demişti. Tespit doğru fakat yaklaşım yanlıştı. Günümüzde yeni bir dünya rüyası görmek, yeni düşünceler üretmek, yeni söylemler geliştirmek gerekiyor. Yeni arayışlar Amerika veya Batı'nın yitirdiğini ikmal için değil, bütün insanlar için olmalıdır. Bütün insanlar için olan ise bir insanı "insan olarak" dikkate alan değerler olmalıdır.
*J. Biden, ABD Başkanı