KAYIP ZEKÂLAR BAHÇESİ
İstanbul'un Trakya tarafındaki varoşları, o kenar mahalleler eskiden iki özlemle yanardı. Birincisi gümrük muhafaza olarak Yeşilköy Havalimanı'nda işe girmek. İkincisi ya polis olmak ya da futbolcu olmak. Gümrüğe girmiş akrabalardan bahsediliyordu, paraya para demiyorlarmış. Kimse okuyup bir meslek sahibi olacağını düşünmüyordu o yoksul ve kaba saba yıllarda…
Yaşadığımız araziler kurnaz büyük emlakçılar tarafından parsellenmiş, yol-su-elektrik olmadan satılmış, çamur deryasında ortaokulu bitirip liseye başlamıştık. Yaz günleri futbol maçından sonra çayır çimende oturup o zamanlar oradan gözlenen havalimanına bakar, düşler kurardık. Bir gün o uçaklara binebilecek miydik? O kadar paramız olacak mıydı? Orada işe girersek belki.
Avrupa'ya kapağı atmak
Lisede ise hava başka türlü esti. En parlak, en ileri zihinlerde Avrupa'ya, Amerika'ya kapağı atmak vardı. Kitap okuyan, müzik dinleyen protest zekâlardı bunlar. Her ne kadar kızların peşinde olmak gibisinden hormonal sporlara müptela olsak da filmlerde gördüğümüz yağlı ballı Batı'ya gitmek hayâli hepimizde aşikârdı. Ben bir filmden dolayı Viyana'da okumak istiyordum. Hem okuyup hem üniversitenin kapısında halı-kilim, Anadolu işleri satmaktı dileğim. Öğrencilere tatil günlerinde serbest bırakılıyormuş o işler.
Başka türlü oralarda okuyamazdık. Dar gelirli çocuklardık. Bir başka arkadaş çok zayıf olduğundan Kemik Hikmet derlerdi ona. O Amerika'ya gitmek istiyordu. Londra hayâli olan bir başka arkadaşım, fena yakışıklı olduğundan artistti lâkabı, Artist Mete ile ben birlikte bulaşıkçılık yaparak yükselebileceğimizi konuşuyorduk. Kızıl Kemal ise Paris düşleri kurmaktaydı. Paris'te ünlü yazarların kafelerinde oturacak, entelektüel bir Fransız dilberiyle evlenecek, Pink Floyd'un konserini canlı izleyecekti. "Abi," diyorduk "bu ecnebi kızlar esmer çocuklara hasta, evleniriz, oturum da alırız kolayca!" Gerçi Kemal kızıl saçlıydı ama aslı astarı esmerdi.
Onun edebiyat sanat bilgisi herkesten fazlaydı. O da büyük ihtimal oradan yırtacaktı…
Nerenin suyu daha "organik?"
Baharda, yaz tatillerinde varoş cennet gibi olur, çamurdan kurtulurduk. Her taraf çayır çimen, kuşlar, çiçekler, futbol maçları vesaire. Arkadaşlarımızla buluşur, çam korularının arasından Bakırköy sahiline yürürdük. Uzun bir yoldu ama kime ne? Yolda gelecek düşlerimizi konuşurduk. "Usta" derdi biri, "oralarda su musluktan içiliyormuş, mikropsuzmuş." "Tamam da" diye cevap verirdi Kızıl Kemal, "biz kuyudan içiyoruz, daha doğal değil mi ya?" Bu bir işaretti belki ama anlayamadık. Kemal'e Avrupa'nın çeşme suyu ölüm ilanıyla gelmişti daha sonra…
Ülkeden ümidimizi kesmiştik. Darbeler, yolsuzluk, yoksulluk. Tuvaletleri taşmış okullarda okuyor, su basmış mahallelerde oturuyorduk. Alın teriyle geçinenler kimsesizdi, yüzde beşin dışında kalanlar, yüzde doksan beş kendi içine kapanmıştı. Tüp gaz kuyrukları, karaborsa. O yıllarda meşhur olmuştu otobüslerde fortçuluk denen taciz. Sokaklarda gençler birbirini vurmaya başlamıştı öte yandan. Bu düzen değişmeli diyenler haklıydı haklı olmasına da yerine ne gelmesi gerektiği hava cıvaydı, meçhuldü. Gladyo'su şusu busu gençlerle ölümüne kanlı bir oyun oyuyordu.
Depresyona bulaşanlar
Paçalarımızdaki çamuru çitilemekten bitap saatler yürüdü, resimli maarif takvimi eskidi, zamanlar geçti. Hep geçer. Liseyi bitirdik. Arkadaşlarımla birlikte üniversite sınavlarına girdik, ben kazandım, hiçbiri kazanamadı…
Sonra Kızıl Kemal Berlin'e gitti. Bir akrabası oradaydı, işçi olarak onun yanına. Artist Mete Londra'da bulaşıkçılığa. Selin diye bir kız vardı, herkes âşıktı ona. Hep söylüyordu, sonunda yaptı. İşittik ki Amerika'ya gitmiş, illegal bir kaçakçılıkla. Sarı saçlı karizmatik bir kızdı. Bakan, bir daha bakardı. Hiç haber alamadık daha sonra ondan. Artist olmuş dediler. Ne artisti anlayamadık. Bir şeyler duyduk ama… Tövbe estağfirullah…
İki kız kardeş vardı bir de aramızda, veremdiler. Heybeliada Sanatoryumu'nda ziyaret etmiştik onları. Onlar Hollanda'ya gittiler. İzlerini sildiler.
Kemal, Berlin'de zor zamanlar geçirdi. Hassas biriydi. Ağır bir madde bağımlılığından öldüğünü duyduk daha sonra. Müthiş bir edebiyat okuru olarak çakıldı kaldı hatırama. İlk Attila İlhan'ı o vermişti bana.
Ben sana mecburum sen yoksun…
Artist Mete'ye yıllar sonra İstiklal Caddesi'nde rastladım. Londra kasvet, diye anlatıyordu. Sıkıntıdan satranç şampiyonu olmuştu. Bize göre değil diyordu. Vatan hasretiyle depresyona düşmüş. Ardından sevdiği kız o gittiğinde evlendiği kocasından sonunda boşanıp gel deyip ağlayınca geri dönmüş. Ama bu sefer de kız istememiş bunu!
Gerçi bizimki artık İngiliz pasaportluydu. O yakışıklı pırıltı, göbekli bezgin bir adama dönüşmüştü. Gözlerinde bir uzaklık. Buradaki İngiliz tutuklularla ilgileniyormuş. "Ajan mı yoksam?" diye düşünmüştüm. Yok canım! Suratından akan meymenet fakiri ifade bunun işareti miydi acaba? Evime de girip çıkmış, yeni arkadaşlarımla tanışmış, az konuşmuş, hep dinlemiş, sonra ortadan kaybolmuştu.
Türkiye düşmanı kesilenler
Kemik Hikmet'in hikayesi daha bir başka. O da herkesten üç-beş 60 bin dolar mı ne bir para toplamış iş kurmak için. Para verenler daha sonra, o iş kurduğunda yanına gideceklermiş Amerika'ya. Fakat orada tanıştığı bir avukat bunun bütün parasını dolandırmış, yüzüne karşı da "sizin gibi Amerikan
rüyasına gelenler olmasa biz aç kalırdık" demiş mi demiş! Bunun üstüne korsan taksiciliğe başlamış bizimki. Bir trafik kazasına karışıp enselenince apar topar sınır dışı. Beş parasız süklüm püklüm geri gelmiş, bir gazeteye girmişti. Beyninin yarısının yandığı söylenmişti…
Ha Hamit'i unuttum. Babası sosyalist bir öğretmendi, mahpus yatmıştı. Mazlum bir çocuktu Hamit. Şiir yazardı, felsefi şiirler. Sütten yapılmış resimlere benzeyen bir kıza aşıktı, kız yüz vermedi buna. Edebiyat dersinde kalkmış, Niçe falan uzun bir aşk şiiri okumuştu da fermuarı açık kalmış, herkesin diline düşmüştü gariban. Üstü başı bakımsızlıktan dökülürdü.
Aslında iyi çocuktu, aramızda kitap alışverişi vardı. Onunla gitmiştim Yılmaz Güney filmlerine. Ben pek haz alamayınca bozulmuştu ama olsun. Ben zenginlerin arabalarının lastiklerini şişlemekten yanaydım, o devrim yapacaktı. Bir diktatörlüğü yıkacak, adını değiştirecek, başka bir diktatörlük kuracaklardı. O vakitler etrafta pıtrak gibi boy gösteren av peşinde Avrupalı Gönüllüler buna bir pasaport uydurdular, Paris'e gitti. Genç Hristiyanların yurdunda kaldı. Oralarda en azından lafzen Hristiyan olmadan kalınamıyordu. Üzülmüştük buna. Felsefe okudu, profesör oldu. Tam bir Türkiye ve dahi Doğu düşmanı kimliği edindi kendine. Öyle ki Fransızlar bile korktu kendisinden. Öyle beton kafa. Öyle fanatik. Bitmez hınçların esiri olarak kaldı Paris'te…
Bilinmez bir ufuk…
Bulunduğum unutulmuş habitattan pek öyle iyi durumda bir kimse çıkmadı diyebilirim. 2. lig futbolcularını unutmayalım, ki en şanslıları onlardı. Korsan kitapçılar, mafyatik elemanlar. Esnaf olanlar yırttı. Bir de Süleyman! O selefi bir tarikata girdi, inşaatçı oldu, çoluk çocuğa karıştı. Babasının emlakçı dükkanındaki, mahalledeki tek telefonla az işletmedik öte beriyi. Çok gülmüştük o vakitler. Kimler kimler düşmüştü elimize. Geçenlerde selam gönderdik birbirimize…
Bizim Avrupa-Amerika maceramız, Batı'ya kapak atmalar filan böyle geçti. Ben kaldım sırtımda fırtınalarla bu ülkede, en parlak arkadaşlarım ise bilinmez bir ufka doğru uçup gittiler. Kayboldular. Öyle ya da böyle.
Şimdi bunları yazarken düşündüm de, bir "Batı Cenneti" hayâli hep vardı buralarda. İyi de birader ne kadar gerçekçi diye düşünmeli insan açık bir kafayla… Kemik Hikmet Amerika'da benzin istasyonları zinciri kurmuş birinden bahsetmişti. Alengirli işler peşindeymiş. Ama o yukarı mahalledendi…
Selin fakat, düşer aklıma bazen. Ailesi biraz daha düzgün gelirliydi. Saçlarını kısa kestirirdi, erkek tıraşı. Küpeleri bir efsane. Zümrüt gözleri vardı, güldü mü taş toprak, kentler ülkeler gülerdi, o kadardı yani! Boylu posluydu, platonik bir ilişki vardı sanki aramızda. Büyük ihtimal "kendi kendime gelin güvey" hadisesiydi, laf aramızda.
Bir gün demişti ki bana, "Sen Aristo bir aileye mensupsun, gelemezsin oralara. Kaldıramazsın göçmenliği." Düşünüyorum da haklı mıydı acaba? Bir bahar günüydü. Kızıl Kemal, Pink Floyd anlatmıştı da bize, Cem Karaca dinlemiştik mono teypten birlikte. Bakırköy Akıl Hastanesi'nin bahçesinde. Yakındı o koru bize. Rüya gibi bir kızdı, bugün değme ünlüler su dökemezler eline.
Hep aklımdan geçer, "kal" dememiştim Selin'e. "Kal be kaynatırız biz de bir tencere. Büyürüz birlikte!" diyemedim. Mahcup bir çocuktum o zamanlar. Dilim içimde. İçimde 24 saat konferans. Hayâller âleminde. Kendini arayan, suskun, biçare…
Şimdi diyorum, keşke o şiiri bilseydim de o vakit okusaydım ona, belki de gitmezdi kalırdı benimle. O şiiri (Kavafis) kafama göre değiştirerek söylemek istiyorum müsaadenizle. Arka mahallenin yeşil kırlarındaki kayıp; o güzelim o can kardeşlerime:
Yeni bir ülke bulamazsın / Başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecek kanka / Kanma o yalanlara…