KIŞKIRTILAN IRKÇILIK: BALIK BAŞTAN KOKAR
Türk solunun az satan ama çok gürültü çıkaran popüler gazetesi Birgün, 14 Eylül günü şu manşetle çıktı: "Bu zihniyet eğitilemez!"
"Yerli ve milli hikâyenin utandıran tablosu" alt başlığıyla verilen habere göre Türkiye OECD verileriyle eğitime yatırımda sondan üçüncü sırada ve kaynaklar "gericileştirmeye" gidiyor. Peki, neymiş bu gericileştirme faaliyeti diye devamına bakınca şunları okuyorsunuz: "Öğrencilere dağıtılan ders kitaplarında dini içerikler ve ayrımcı uygulamaları içeren görsellerden geçilmiyor. İlkokul ikinci sınıf kitaplarında, oruç, ramazan, kandil, dini bayramlar gibi terimler görsellerle anlatıldı. Eğitimciler tepkili."
Gazetenin öne çıkardığı söz konusu "gerici" görsellerden bir örnek vereyim. Ramazan ayında, anne baba, çocuklar ve aile büyükleri sofrada oturmuş oruçlarını açmak üzere dua ediyorlar. Görselin altında aynen şunlar yazıyor: "Müslümanlar Ramazan ayı boyunca oruç tutarlar. Ramazan ayının bitiminde Ramazan Bayramı kutlanır. Bu bayram üç gün devam eder." Çocuklarımızın nasıl büyük bir gericileştirme tehdidi altında olduğu işte gün gibi ortada (!). Müslüman bir ülkede nasıl olur da çocuklara Ramazan ayında oruç tutulduğu öğretilir, inanılır gibi değil! Siz kim oluyorsunuz da genç dimağlara oruç, Ramazan, kandil, dini bayram "gibi terimler" öğretiyorsunuz. Oysa ders kitaplarında yazmasanız bu ülkenin çocukları böyle gerici şeyleri öğrenmez, hepsi bilim insanı olur, Batılı zihinlerle donanır, uzaya gider.
Başlığı "Kışkırtılan ırkçılık" olan bir yazıya bu giriş kimilerine tuhaf gelebilir. Ancak son zamanlarda Türkiye'de yükseldiği gözlenen bir ırkçı akım olduğu ve bunun sokakları tehlikeye sürükleyen saldırılara yol açtığı tespit edildiğinde, konuya çeşitli yönleriyle yaklaşmanın gerekliliği açıklayıcı olabilir.
Türkiye'deki ırkçı akım
Yakın zamanda meydana gelen sayısız olaydan birkaçına göz atalım. İzmir Gediz'de çocuklu iki kadın, Suriyeli ve tesettürlü oldukları gerekçesiyle, başka kadınlar tarafından hakaretler ve itip kakmalarla, "Defolun ülkemizden!" bağırışlarıyla otobüsten atıldı. Trabzon'da bir lokantada Kuveytli müşterisini kazıklamaya çalışan esnaf ile müşteri arasında çıkan tartışma, üçüncü kişilerin Arap müşteriye yumruklu saldırısına dönüştü. Müşterinin atılan dayak görüntülerinin sosyal medyada yayılması üzerine, Twitter'da 16,5 milyon takipçisi olan Al Arabiya haber sitesi konuyu ele aldı ve milyonlarca kişiye duyurdu. Durumdan vazife çıkaran bazı belediyeler zabıta yollayıp dükkânların Arapça tabelalarını zorla söktü.
Yıllardır Suriyeli sığınmacılara yönelik tezviratlar sonucu oluşan öfke artık sadece sığınmacılara değil turistlere, iş insanlarına, hatta yabancı öğrencilere fiziki saldırılara dönüşmeye başladı. Bu tip olaylar hızla Arapçaya çevrilerek Arap medyasında dolaşıma sokuldu. "Türkiye'ye gitmiyoruz" kampanyaları başlatıldı, turizm şirketlerinden iptal edilen tur haberleri çoğalmaya başladı. Ülkemizde eğitim gören öğrencilerden kayıtlarını başka yere aldıranlar çıkmaya başladı. Ülkede yükselen bir Arap düşmanlığı görenler yatırım iptaline yöneleceklerini söylemeye başladı.
Yabancılara dönük saldırganlıkta yükseliş olduğu bir gerçek. Ama nedense bu yabancı düşmanlığı sarışın, beyaz Batılı yabancıya değil de hep Arap yabancıya yöneliyor. Örneğin Rusya-Ukrayna savaşı çıktığında ülkemize gelen on binlerce Ukraynalı yabancı hiçbir ayrımcılığa uğramadı. Hiçbir Ukraynalı hakkında saldırı, aşağılama gibi haber çıkmadı.
Türkiye'de Arap düşmanlığının tarihsel kökeni Birinci Dünya Savaşı yıllarına dayanır. Osmanlı'nın parçalanması ve özellikle petrol bölgelerinin imparatorluktan koparılması sürecinde, esasen aynı devletin, kültürün ve coğrafyanın parçası olan Türk ve Arap halkları arasına serpilen nifak tohumları maalesef hedefine ulaşmıştır.
Zihinlere kazınmış din ve Arap düşmanlığı
Türk'ün zihnine "Araplar bizi arkamızdan hançerledi" ezberini kazıyan savaş dönemi propaganda aygıtı, Arap'ın zihnine de "Türk bizi terk edip Batı'ya yanaştı, dinsiz oldu" klişesini yerleştirmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca bu propaganda ders kitapları dâhil her yerde karşımıza çıkar. Arap "pistir, kalleştir, nankördür." Kuruluşun üzerinden 100 yıl geçmesine rağmen bugün sokaklara "Çölüne dön Bedevi", "Arap defol" gibi ırkçı sloganlar yazılması bu önyargıların ne kadar yerleşik olduğunu kanıtlıyor.
Ayrıca Türk eliti ve bugün CHP tabanında cisimleşen militan laikçi kesimi, Arap ile Türk'ün en güçlü bağı olan İslam'dan zerre kadar hazzetmez. Çünkü onlara göre İslam "Arabın dinidir." İslam'dan ne kadar uzaklaşılırsa Batı'ya (çağdaşlığa) o kadar yaklaşılır. "İslam terakkiye manidir." Bu yüzden Birgün gibi fondaş yayın organlarının oruç, Ramazan, kandil "gibi terimlere" tahammülü yoktur.
Yani Arap düşmanlığının kökeninde çok büyük oranda İslam düşmanlığı yatar. Ve yine bu yüzden laikçi kesim ağzından Allah lafzını düşürmeyen hiçbir iktidardan hoşlanmaz. Kimisinin askeri darbeyle devrilmesine, kimisinin uyduruk davalarla ceza alıp siyaseten yasaklanmasına, hatta kimisinin de asılmasına hep alkış tutar.
Türk ve Arap arasına duvar örmek
Sokaklarda insan avına çıkan ırkçıların artışının büyük bir tehdit olduğunu ve bu virüsün yayılmasını önlemek için ayrımcılık yasağının istisnasız her vakada uygulanması gereğine inanmakla birlikte bu dalganın kendiliğinden ortaya çıkmadığına işaret etmek isterim. 14 ve 28 Mayıs seçimlerini hatırlayalım. Seçimin ilk turunda ana muhalefet partisi CHP, gizli ortağı HDP'nin çizgisine yakın söylemler içindeydi. Ama ilk turda meclis çoğunluğunu kaybedince keskin bir dönüşle Zafer Partisi adlı ırkçı oluşumun argümanlarını hızla meydanlara taşıdı. "Suriyeliler gide- cek" afişleri duvarları kapladı.
CHP gençlik kolları, geceleri İtalyan faşist diktatör Mussolini'nin kara gömleklileri gibi giyinerek, bu sloganı her yere yazıp çektikleri videoları yaydılar.
Bugün öğreniyoruz ki Kılıçdaroğlu Zafer Partisi'nin başındaki ırkçı Ümit Özdağ'ın programını benimsemiş, hatta ona İçişleri Bakanlığı ve MİT'i teklif etmiş. Gücünü nereden aldığı bilinmeyen bu şahıs, tıpkı 100 yıl önceki savaşta yapıldığı gibi, Türk ve Arap halkları arasına aşılmaz duvarlar örmeye çalışıyor. Yabancı istihbarat örgütlerinin propaganda teknikleriyle kışkırtmalara girişiyor. İşin ilginç yanı, bizzat kendisi güvenlik sorunu haline gelen bu şahıs Başkent Üniversitesi'nde Uluslararası Düzen ve Güvenlik Sorunları dersi vermeye başlayacağını duyuruyor.
Peki, bütün bu kışkırtmalar, Arap turistlere, hatta öğrencilere kadar yönelen bu saldırganlık hangi döneme denk geliyor? Türkiye'nin dış politikada Katar dışındaki Arap coğrafyasıyla ilişkilerin limoni olduğu bir dönemden yeniden sıcak ilişkilere döndüğü bir döneme. Seçimler sonrası beş yıllık siyasi istikrar döneminin başladığı ve yaklaşık 50 milyar dolar değerinde Arap sermayesinin ülkeye geleceğinin duyurusunun yapıldığı döneme. Suriye'de Arap aşiretlerinin PKK'ya karşı (Türkiye lehine olacak şekilde) ayaklandığı bir dönüm noktasına. Yeni bir düzenin doğmakta olduğu dünyada, bölgesinde sözü geçen ülke konumuna yükselen Türkiye'nin kadim kardeşleri Araplarla yakınlaştığı bir zamana.
Zamanlama manidar
Yani popüler deyimle "zamanlama manidar." Suriye iç savaşının başladığı günden bu yana Erdoğan liderliğindeki Türkiye'nin sığınmacı politikası tüm dünyadan büyük bir takdir topluyor. Dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye, her türlü kışkırtmaya, dezenformasyona rağmen insani politikasından vazgeçmeyerek dünyaya vicdan dersi veriyor. Hatta uluslararası planda bugün elde ettiği prestiji biraz da bu politikaya borçlu.
Türkiye'nin bu yaklaşımı, başta Müslüman ülkeler olmak üzere, özellikle yoksul ülkelerdeki itibarını yükseltiyor. Aynı tutumun sonucu olarak, bugün Rusya-Ukrayna savaşından neşet eden tahıl krizinde dünyanın gözünü Türkiye'ye dikmesi, Afrika'nın yoksul halklarının umudunu Türkiye'ye bağlaması biraz da bu yüzden.
Üstelik dışarıdan gelen nüfusun ülkeye faydası zararının yanında kat be kat büyük. Örneğin, son 20 yılda refah düzeyi yükselen Türk halkının çalışmaktan imtina ettiği birçok alandaki boşluğu mücbir sebeplerle Türkiye'ye gelen sığınmacılar dolduruyor. En bilinen örneği çobanlar. Artık
köylerde hayvancılıkla uğraşan insan sayısı azaldığı için çoban bulmak giderek zorlaşıyor. Bu ihtiyacı sayıları 100 bini bulan Afgan çobanın karşıladığı biliniyor. Karadeniz'de fındık toplamaya gündelikçi Gürcüler, Afrikalılar geliyor. Büyük şehirlerde hizmet sektöründe kimsenin çalışmadığı alanlarda Suriyeliler çalışıyor. Bu yazının sınırlarını çok aşan başka yönleri de var bu konunun.
Demem o ki ırkçılık, evet, çok tehlikeli bir virüstür. Toplumsal bünyede yayılmasına izin verilmeden adli ve hukuki önlemlerle engellenmelidir. Ancak tek tek bireylerin ırkçı düşüncelere sahip olması başka, bunun bazı gruplar eliyle organize bir kötülük aksiyonuna dönüşmesi başka şeydir. Örneğin Arap turisti kazıklamaya çalışan esnaf, bu grupların provokasyonuna kendini kaptırırsa, yaz aylarında Trabzon'a gelen günlük 4 bin 500 turistten, dolayısıyla kendi kazancından olur. Son 20 yılda 10 milyardan 60 milyar dolara yükselen turizm gelirleri büyük bir darbe yer. Yatırımlar durur, izolasyon başlar.
Bir de biz sıradan fanilere, 6 Şubat depremlerinin enkazı altında, ses çıkarmaları istendiğinde sadece duvara vuran, kurtarıldıktan sonra neden konuşmadıkları sorulunca "Biz Suriyeliyiz. Konuşursak bizi kurtarmazsınız diye korktuk" diyen anne kızın yüreğimize sapladığı vicdan sızısı kalır. Irkçılık ağır yüktür.