TÜRKİYENİN DÖNÜM NOKTALARI
1946 SEÇİMLERİ
"ŞAİBELİ VE HİLELİ" OLSA DA İLK ÇOK PARTİLİ TECRÜBEMİZ
Türkiye'de cumhuriyet 1923'te tesis edildi ve tek başına bu bile Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından biriydi. Ancak halk idaresi demek olan cumhuriyet, 23 yıl boyunca Tek Parti tarafından yönetildi ve temsil edildi. Haliyle bu demokrasi anlamına gelmiyordu. Evet, ülkede bir parlamento vardı, hatta arada birkaç parti de kurulmuş ve kapatılmıştı ancak gerçek manasıyla bir demokrasi tecrübesi yaşanması için takvimlerin 1946'yı göstermesi gerekecekti. 1946 milletvekili seçimleri Cumhuriyet dönemindeki ilk çok partili seçimler olduğu gibi Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde önemli bir dönüm noktası da teşkil etti. Öncelikle bu seçim Tek Parti yönetiminin sonu ve hakiki bir demokrasi tecrübesine doğru atılan ilk adım oldu. Ancak demokrasiye giden yol haliyle güllerle donatılmamıştı ve bir hayli sakıncalı durumu da beraberinde getirmişti. 23 yıldır devleti idare eden Tek Parti'nin adeta lütfetmesiyle kurulma ve seçime katılma imkânı bulan diğer partilere yönelik baskılar ve şaibeli uygulamalar günümüzde bile yankı bulmaya devam eden tartışmaları da beraberinde getirdi. Evet, ortada bir seçim vardı ancak bu seçimin demokratik niteliği hayli tartışmalıydı. Bu seçimlerde görev alan hemen tüm görevliler Tek Parti tarafından atandığı gibi, yine Tek Parti meclisi tarafından yürürlüğe konulan seçim kanunu da "açık oy - gizli tasnif" gibi günümüzde kabul edilmesi imkânsız demokrasi ve özgürlük dışı bir uygulamayı benimsiyordu. Haliyle sayım sonuçları da bir
o kadar şaibeli oldu. Genel kanı 1946 seçimlerinin hileli olduğu yönünde olsa da, bu haliyle bile demokrasiye geçişte bir mihenk taşı teşkil ettiği kabul edilir.
1950 SEÇİMLERİ
DEMOKRASİ TECRÜBESİ BAŞLIYOR, MİLLİ İRADE YANSIYOR
Ülkeye çok partili sistem gelmişti ancak demokrasi henüz bekleme aşamasındaydı. Nihayet 14 Mayıs 1950 tarihinde çok partili olarak yapılan milletvekili seçimlerinde bu defa "gizli oy-açık tasnif" yöntemi benimsendi ve Türkiye ilk demokratik seçimini gerçekleştirmiş oldu. Böylelikle çok uzun bir dönemden sonra halk iradesi yönetime yansıyor ve Tek Parti'nin 27 yıllık iktidarı sona eriyordu. Demokratik usulü ve barışçıl atmosferi nedeniyle "Beyaz İhtilal" olarak da nitelendirilen 1950 seçimleri halkın demokrasiyi bu defa tecrübi olarak yaşayacağı bir dönemin başlangıcı olması itibarıyla siyasi ve toplumsal tarihimizde bir ilk oluyordu. Seçim sistemi gereği oyların yüzde 55'ini toplayan Demokrat Parti mecliste yüzde 85 milletvekili
oranına ulaşınca adeta her şey tersine dönmüş oldu. Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti'nin bu seçimde kullandığı "Yeter Söz Milletin!" sloganı aslında bu seçimlerin neden bir dönüm noktası olduğunu açıklıyordu. Demokrasi sonunda perdelerini cumhuriyete aralamaya başlıyor ve halkın iradesiyle tanışma sürecine giriyordu. 14 Mayıs 1950 seçimleri bir yandan da propaganda, seçim kampanyaları, milletvekili adaylarının halkla doğrudan temas kurması ve basının rolü bakımından da bir dönüm noktası teşkil etti.
1960 DARBESİ
DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ DAHA OLUŞAMADAN KIRILDI
Türkiye'nin 1950 seçimleriyle başlayan demokrasi tecrübesi de güllük gülistanlık olmayacaktı. Bu döneme, henüz 10 yılını yeni doldurmuşken silahlı kuvvetler içindeki bir cunta tarafından düzenlenen askeri bir darbeyle ara verildi. Cuntacılar darbelerine kılıf olarak Demokrat Parti iktidarının baskıcı bir rejime dönüştüğü ve halkı birbirine düşürmeye başladığı gerekçelerini ileri sürüyordu. Bu darbenin kendisinin yanı sıra daha sonra yol açacağı sonuçlar da Türkiye için çok etkili dönüm noktalarını teşkil edecekti. Bunlardan biri demokratik seçimlerle başa gelen ilk partinin ağır topları olan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın kurmaca bir mahkeme kararıyla asılması oldu. Tüm bunlar Türkiye'de daha önce sadece siyaset arenasında etkin olan toplumsal fay hatlarının keskinleşmesine vederinleşmesine neden olduğu gibi ülkede demokrasi yolunda büyük bir hasara ve zaman kaybına yol açtı. Daha da kötüsü 1960 darbesi sonradan bir dizi muhtıra, darbe teşebbüsü ve gerçekleşen darbeler zincirinin de
ateşleyicisi oldu. Askerler başta olmak üzere jakoben bir bürokrat kesimde vesayetçi rejim zihniyetinin de yerleşmesini sağladı. Bu darbeden sonraki dönemin en olumlu tarafı ise Türkiye'nin ilk defa planlı ekonomiye geçişi oldu. Bu da ekonomik açıdan bir dönüm noktası teşkil etti. 1960 askeri darbesi ile ülkede yeni yeni filizlenmeye başlayan demokratik ve sivil bir kültür de postallar altında ezildi. Böyle bir kültürün oluşması içinse çok uzun süre beklemek zorunda kalacaktık.
1950-KORE SAVAŞI
AMERİKANCILIĞIN VE AMERİKAN KÜLTÜRÜNÜN GİRİŞ KAPISI
Kore Savaşı, II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünya siyasetini şekillendiren Soğuk Savaş döneminde dünya ölçeğinde yaşanan ilk sıcak çatışmaydı. Bir bakıma komünizm ve kapitalizmin ilk dövüşü niteliğindeydi. Türkiye'nin ABD saflarında Kore'ye asker gönderme kararı ise NATO üyeliği ve Batı blokuna entegrasyon bakımından ülkemiz adına tam anlamıyla bir dönüm noktasıydı. Bu karar sonucu Kore'de Amerikan askerlerinin geri çekilmesi uğruna can veren binlerce askerimiz bir bakıma Türkiye'nin Sovyetler Birliği karşısında Batı ittifakına ve NATO'ya dâhil olmak adına ödediğimiz bir diyet oldu. Bu karar SSCB sınırında anti-komünist bir karakol niteliğinde bir Türkiye isteyen ABD ile fazlasıyla yakınlaşma sağladığı gibi Türkiye'nin NATO'ya kabulünün de yolunu açarak tam anlamıyla stratejik bir hamle teşkil etti. Bu savaşla Türkiye fiili olarak hangi kampta yer almak istediğini göstermişti. Bu savaş Türkiye'nin büyük ölçüde ABD güdümüne girmesi ve Gladio gibi gayrinizami harp birimlerinin Türk birimlerine sızması bakımından tam bir dönüm noktası oldu. Dış siyaset kadar iç siyasette de oldukça etkili olan bu hadise NATO'nun yeni ve askeri açıdan güçlü bir müttefik bulmasının dışında da sonuçlar doğurdu. Türk askerinin Kore'deki muharebelerde gösterdiği başarı özellikle Güney Kore devletinin varlığını sürdürebilmesi adına bir dönüm noktası teşkil etti. Bir başka açıdansa hem NATO'ya girişimiz hem de ABD'nin Türk devlet sistemine sızması anlamına geliyordu.
1974-KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI
BİZE DOĞU AKDENİZ'İ YENİDEN KAZANDIRDI
1974 yılında Türk ordusu tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı sadece işgalci Kıbrıs Rum kesimine ve onların arkasındaki Yunanistan'a karşı verilen bir savaştan ibaret değildi. Zaferle sonuçlanan bu askeri müdahale Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ve egemenlik anlamında dış güçlere karşı ilk askeri meydan okumasıydı. Rum güçleri ve Yunanistan'a bir tokat olmanın yanı sıra onları teşvik eden ABD ve Avrupa'ya karşı da bir meydan okumaydı. Bu harekâtın bedeli daha sonra ABD tarafından Türkiye'ye çok sıkı bir ambargo olarak ödettirilmeye çalışıldı. Birkaç yıl sonra gerçekleşecek olan 12 Eylül darbesinin sebeplerinden biri de Türkiye'nin Kıbrıs'ta meydan okumasıydı kuşkusuz. Bu olumsuz sonuçlarına rağmen Kıbrıs Barış Harekâtı ve sonucunda elde edilen askeri zafer Türkiye'nin yıllar sonra Doğu Akdeniz'de izleyeceği stratejilerin ve çıkarların da temelini attı. Bu harekâtın o günden bugüne dek ne gibi tesirleri olduğunu Deniz Kurmay Yarbay (E) Özhan Bakkalbaşıoğlu'nun "Kıbrıs Barış Harekâtı ve Türkiye'ye kazandırdıkları" başlıklı makalesinden nakledelim: "Bugün Doğu Akdeniz'de varsak bunu Kıbrıs Barış Harekâtı'na borçlu olduğumuz unutulmamalıdır. Yunan hilâl kıskacının kırılmasını ve Doğu Akdeniz'deki hak ve menfaatlerimizin korunmasında yapabildiklerimizi Kıbrıs Barış Harekâtı'na borçluyuz. Bu harekât sayesinde Türkiye'nin jeopolitiği değişmiştir. Mavi Vatan kavramı ve doktrini oluşmuştur (…) Türkiye'nin Ada'da güç bulundurması Orta Doğu ve Doğu Akdeniz'de dengeleri ve deniz alâka ve menfaatlerimize bakışımızı da değişmiştir. Kıbrıs Barış Harekâtı bize Doğu Akdeniz'i yeniden kazandırmıştır.
1980-12 EYLÜL DARBESİ
TÜRKİYE'NİN ÇOK ŞEYİNİ ŞEKİLLENDİREN BİR SÜREÇ
1980 yılına gelindiğinde ülkede siyasi ve anarşik bir kargaşanın hâkim olduğu yadsınamaz bir gerçekti. Bu durum da NATO ve ABD güdümlü askerlere yönetime müdahale adına oldukça elverişli bir bahane veriyordu. Sağ-sol çatışmasının kanlı boyutlara vardığı ve cumhurbaşkanını seçmek için yapılan meclis oylamalarının haftalarca kilitlendiği bu evrede neticede asker kışlasından çıkarak yönetime el koydu. Ancak Türkiye adına oldukça sert bir müdahaleyle gerçekleşen ve etkileri çok uzun yıllar süren bu darbede dış etkenlerin çok daha baskın olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. 12 Eylül darbesini, Türkiye'yi Sovyetler karşısında Batı'nın önemli bir kalesi olarak gören ve bu kalenin düşmesinin neden olacağı domino etkisini engellemek isteyen başta ABD olmak üzere pek çok dış güç bu darbeyi destekliyordu. Batı blokunun uç beylerinden biri olan Türkiye'nin sola kayması NATO'nun göze alabileceği bir şey değildi. 12 Eylül darbesi Atlantik İttifakı'nın komünizme karşı mücadelesinde önemli bir hamle olması hasebiyle özellikle ABD ve NATO'nun stratejilerine uygun olarak Türkiye'de sol hareketlerin önünü kapatırken, siyasal İslamcı hareketlerin de yolunu açmış oldu. Ve bir anlamda Türkiye'nin uluslararası stratejiler ve ekonomik sistem bakımından hangi bloğun hâkimiyet dairesinde kalacağının tespiti açısından belirleyici bir dönüm noktası oldu. Bu darbe döneminin getirdikleri ekonomik ve siyasi sistemimiz başta olmak üzere günümüze kadar pek çok şeyi şekillendiren bir süreci doğurdu.
1996-SUSURLUK KAZASI
KİRLİ İLİŞKİLER AĞINI GÖRMEK İÇİN BİR FIRSAT
Skandalların, faili meçhul cinayetlerin, mafya hesaplaşmalarının tozu dumana kattığı bir dönemde 3 Kasım 1996'da Balıkesir'in Susurluk ilçesinde karayolunda meydana gelen bir otomobil kazası ülkemizde adeta bürokrasi-siyaset-mafya ilişkilerinin sembolü haline geldi. Susurluk Skandalı denilen hadise sonrasında ortaya saçılan ifşaatlar ülkemizi tam bir kirli ilişkiler ağının sardığını ortaya seriyor ve bu karanlık devri aydınlatmak adına bir fırsat sunuyordu. Devlet içine sızmış bu kirli ilişkiler ağını çözmek adına ortaya çıkan bu büyük fırsat ne yazık ki sonrasında değerlendirilemedi ancak hiç olmazsa halkın bu siyaset, bürokrasi, emniyet ve mafya ağında ne gibi yapılanmaların olduğunu ne gibi karanlık işler ve ilişkiler çevrildiğini görmesi ve daha temiz bir siyasi yapı kurma talepleri açısından bir milat oldu.
1997-28 ŞUBAT SÜRECİ
BÜYÜK ZULÜM, VESAYETE KARŞI DİRENİŞ BİLİNCİNİ GETİRDİ
28 Şubat dönemi olarak anılan evrenin başlıca sembolü başörtüsü yasakları olsa da bu buzdağının sadece görünen sembolik kısmıydı. O dönem aslında uzun bir süreden beri Türkiye'de sisteme hâkim olan ve ondan tek yanlı nemalanan bir siyasi zihniyetin ve kendine göre bir elitin sınıf bilinciyle ülkede bastırdıkları yerel ve milli birçok değerin ve insanın baskılanmasının artık açıkça yürütülmesiydi. 28 Şubat toplumsal fay kırklarının
iyiden iyiye belirginleştiği ve hatlarının kesinleştirildiği bir dönem oldu. 28 Şubat 1997'de Milli Güvenlik Kurulu'nun açıkladığı 4 maddelik MGK bildirisiyle başlayan bu süreç ülkeyi askeri vesayet altına alırken tarihimize de postmodern darbe olarak geçti. Dönemin Genelkurmay başkanlığının "irticayla mücadele" gerekçesiyle başlattığı çalışmalar basının ve bürokrasinin de desteğiyle hemen her alanda bir cadı avını başlatarak hükümete, üniversitelere, sivil topluma, iş dünyasına yönelik sivil toplum mühendisliğini, baskı ve dayatmaları beraberinde getirdi. Bu doğrultuda dayatılan kararlar ve hukuksuz uygulamalar hemen her alanda büyük değişikliklere ve çalkantılara yol açtı. Ayrımcılık, zorbalık, dayatma, baskı ve haksızlıkların devlet destekli yeni normal haline dönüştüğü bu süreç ülkemizde toplumsal ayrışmaların kemikleşmesine büyük bir katkıda bulundu. Ancak bu zulüm sürecine gösterilen direnç aynı zamanda sivil toplumun dayanışması ve güçlenmesi, milli iradenin kaderini eline alma yolunda
toparlanması ve memlekette postallısı başta olmak üzere her türlü vesayete karşı bir bilinç oluşması açısından tam bir dönüm noktası teşkil etti.
2016-15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ VE DİRENİŞ
MİLLİ DİRENİŞ PEK ÇOK ALANDA DEĞİŞİMİN ANAHTARI OLDU
Askeri darbelere alışık olan siyasi tarihimiz açısından 2010'lu yıllardan sonra muhtemelen pek çoğumuz darbeler artık geride kaldı diye düşünüyorduk ama 15 Temmuz gecesi ani ve hain bir darbe girişimiyle irkildik. Ancak o gece sadece siyasi tarihimiz açısından değil toplumsal alışkanlıklarımız açısından da çok yönlü bir dönüm noktası oldu. Bunu sağlayan başlıca etken ise milletin canını siper ederek gösterdiği birlik ve direniş oldu kuşkusuz. 15 Temmuz Direnişi'nin yol açtıklarından sadece bazılarını şöyle sıralamak mümkün. Direniş her şeyden önce Türkiye'de siyasi darbeler konusunda yerleşmiş olan ezberleri alaşağı etti. Askeri bir darbe girişimine karşı hem hükümet, hem TBMM hem de halk ilk defa vücudunu siper ederek fiziki direniş gösterdi. Demokrasiyi askıya almak isteyen askere karşı milletin direniş göstermeyeceği algısı yıkıldı. Dış kökenli vesayet odakları ve onların yerli maşalarına geçit verilmeyeceği fiilen ispatlandı. Toplum demokratik bir dirençle demokrasiyi, milli iradeyi ve devleti koruma refleksi gösterdi. Millet iktidarı belirleme gücünü elinde tuttuğunu fark etti. Milli irade siyasetin ve devletin merkezine çekildi. Aynı zamanda hem iç siyasette hem uluslararası planda Türkiye'nin uluslararası özneleşme sürecini hızlandırdı. Sivil-asker ilişkisinin demokrasiye uygun surette rayına oturtulmasını sağladı. Yönetimdeki zafiyeti gidermek adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin getirilmesine yol açtı. Devleti, toplumu ve milleti yeniden organize etti ve birleştirdi.