MODERN ÇAĞ “KENDİNİ MUTLU ETME” PUTUDUR!
Günümüz toplumunu tarif için ileri sürülen kavramlardan biri de "tüketim toplumu". Sizin bakış açınıza göre tüketim toplumu kavramı günümüz insanını nasıl tanımlıyor, neler anlatıyor?
Tüketmek, eşyayı kullanıp bitirmek, fiziksel olarak onu tamamıyla yok olana dek kullanmak, eskitmek, son damlasına kadar değerlendirmek, geriye bir şey bırakmamaktır. Ya da yeme içmede olduğu gibi tüketmek, yiyeceği ve içeceği son zerresine kadar bedene katmak, tabakta bir şey bırakmamaktır, geriye değerlendirilmemiş bir lokma bile bırakmamaktır. Bu tanım üzerinden gidersek, tüketim toplumu dediğimiz modern çağ insanı aslında bir tüketim toplumu değil bir "biriktirme" bir "istifleme" toplumudur. Bunun canlı şahidi gardıroplar, çekmeceler, ayakkabılıklardır.
Gardıroplarda, çekmecelerde,ayakkabılıklarda ne görüyoruz?
Bunların kapaklarını açıp bir bakalım. Onlarca çift ayakkabı -yüz yirmi tane ayakkabım var, diyeni duydum- bir kere iki kere ancak giyilmiş kıyamet kadar kıyafet ve gene ancak bir iki kere kullanılmış ıvır zıvır. Çoğu taptaze, pırıl pırıl, birkaç kere giyilmiş, jilet gibi asılı duruyor; kimi ise yer yokluğundan üst üste alt alta bir kaos içinde karanlık dolabın ücra köşelerine tıkıştırılmış, gün yüzü görecekleri vakti bekliyorlar. Çekmeceler, demode elektronik eşyalarla dolu. Ömrü gerçekten tükendiğinden değil, ömrü özellikle sonu getirildiği için orada ölü vaziyette yatan eşyalar. Tüketim toplumunu anlamanın bir yolu da restoranlar. Sonuna kadar yenilmemiş, sıyrılmamış tabaklar, çöpe giden onca yiyecekler bize tüketim toplumunun aslında tüketimci olmadığını, bir biriktirme toplumu, bir israf toplumu, bir istifleme toplumu olduğunu söyler.
Tüketim toplumunda, biriktirilmiş istif edilmiş eşyalar artık istek uyandırmaz, kişinin arzularınıihtiyaçlarını değil-tatmin etme özelliklerini de yitirmişler, öylece yığın halinde durmaktadırlar. Nesne ile sonuna kadar ilişki kurulmamakta, nesneler artık arzulanmamakta, arzulanmayarak tükenmekte, daha doğrusu nesneler tüketilmemekte, nesneye duyulan arzu tükenmekte bu da nefsi başka bir nesneye yönlendirmektedir. Kısaca tüketim toplumundaki döngü şöyle işlemektedir: "Satın al, kullan, çöpe at" döngüsü bile değildir bu. Satın al, biraz kullan, rafa/ dolaba/gardıroba/köşeye kaldır; dolabı aç, zaman zaman seyret, bak. Zamanın varsa tozlarını al, eşyaya hizmet et.
Tüketim toplumu kavramını ortaya atan düşünür Jean Baudrillard çağımızın toplumunda gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığını, tüketim toplumunda bir şeyleri sürekli satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiği psikolojisinin hâkim olduğunu ileri sürüyor. Bir psikiyatr olarak bu tespite katılıyor musunuz?
Sorunuzun ikinci kısmından başlarsak; alışverişi toplumsal bir prestij, bir ayrıcalık gibi görmek meselenin elbette önemli yönlerinden biridir. Varoluşun değeri, kıymeti, toplumsal imgeleme indirgenmiştir. Tüketim toplumu için, sermaye için, kapitalist düzen için bu, bulunmaz nimettir. Varoluşun değeri toplumsal değerse, prestij ise, o zaman toplumun önünde her daim, yeni şeylerle çıkarsınız. Marka, her daim yenilenen araba bu prestijin sacayaklarıdır.
Baudrillard'ın sahte ihtiyaçlar ile gerçek ihtiyaçlar arasındaki ayırımın ortadan kalktığı fikrine tümden katılıyorum. Önceki çağlarda bir insan yaşamını idame ettirebilmek için üç beş şeye muhtaç ise şimdi bunu yirmilere çıkarmıştır. Sayısı artan gerçek ihtiyaç değildir. İhtiyaç, kişinin gerçekten ihtiyacından çıkmış, nesneler nefsin arzularını tatmin etmeye hizmet eder kılınmıştır. Tüketim toplumu bir arzu toplumu, arzuların tatmininin amaçlandığı bir toplumdur.
Arzu, gerçek ihtiyaç değildir. "Hoşuma gitti aldım," bugün alışverişin temel gerekçesi haline gelmiştir. ''Hoşuma gitti aldım,'' yani ''ihtiyacım yoktu
ama beğendim, ona sahip olmak istedim'' dürtüsünün eyleme dönüşmüş halidir bugün alışveriş. Yani anlık bir hoşa gitme, hoşa gitme duygusunun nesneye yönelerek ona sahip olma dürtüsünü sahip olarak ortadan kaldırma eylemine dönmüştür alışveriş. Bir açıdan bakarsak,
dürtüleri bastırmak, dürtünün içimizde oluşturduğu baskıyı yok etmek için yapılır alışveriş. Tüketim toplumunda bu tam olarak meşrulaştırılmış hatta daha ileri taşınmıştır.
"Daha ileri taşınmış" derken kastettiğiniz tam olarak nedir?
"Arzularını, nesneden hoşlanma ve buna sahip olma dürtüsünü bastırmamalısın"dan, "bunuhak ediyorsun"a geçilmiştir. Bu, ''mutlu olmaya hakkın var'' mottosuyla paketlenerek servis edilmektedir. Tüketim toplumunun ilahı, putu, mutlu olmaktır. "Kendimi mutlu etmeliyim" putu, insanı sürekli kendiyle bir meşguliyete sokar. "Mutlu muyum değil miyim, nasıl hissediyorum", bir takıntı haline gelir ve her mutsuzluk anı, kaygı ve endişeyle,
büyük bir telaşla karşılanır. Tam o an, reklamlar devreye girer. Pazarlama taktikleri bir mağaza vitrininin incelikli düzenlenişi gibi düzenlenir. İnce ince,
itinayla arzu tatmini vitrinde teşhir edilir. Mutluluğun formülü, nesnelere sahip olmak olarak sunulur. "Daha iyi bir yaşamı, daha yeni ve gelişmiş şeyleri hak ediyorsun" tuzağı kurulur. Mutluluk putuna sahip birisi için bu sorgulanmaz bile.
Hâlbuki mutlulukla anlık hazza sahip olmak da tümüyle farklıdır. Anlık haz, alışverişle tatmin edilir, bir süre sonra nesnenin haz verme kapasitesi sıfıra düşer. Nesneye duyulan arzunun ömrü bir mum alevinin ömrü kadardır. "Arzula-al-boşluk-arzula-alboşluk" sarmalında başı dönen insanlar kümesidir tüketim toplumu. Gerçek ihtiyaçla sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrım son zamanlarda psikolojide yeme konusunda yapılmaya başlanmıştır. Bu gerçek açlık ile yalancı açlık ayrımıdır. Mesela, "canım çekti yedim," yalancı açlığın tetiklediği bir yeme biçimidir ve bu obezitenin en temel nedeni sayılmaktadır. Gerçek açlık, uzun saatler sonra, mesela oruç tutarken günün sonunda hissedilen açlıktır ve gerçek açlık sonunda yenilen yemek gerçek bir ihtiyacı gidermek içindir.
Hâlbuki sizi alışverişe teşvik eden tüketim kültürünün besleyici ana damarlarının tek bir gayesi vardır: Cüzdanınızdaki para. Okus-pokus hareketiyle
cüzdandaki, kredi kartındaki para yavaşça ve ustalıkla onların hesabına geçirilir. Kimsenin aslında sizin mutlu olup olmamanızla ilgili bir kaygısı, derdi, tasası, amacı, gayesi yoktur. Ortaya iki yakasını bir araya getiremeyen insanlar, aileler çıkar. Hayatlar borç ödemekle geçer. Neyin borcu? Gerçek ihtiyaçların değil, nefsin arzularını tatminin borcudur bu. Bu yüzden tüketim piyasasının en sevmediği insan tipi sadece ihtiyaçlarını karşılamak için alışveriş yapan ve bunlar karşılandığında alışverişini bitiren geleneksel gerçek tüketicilerdir. Yani biriktirmeyen, gerçekten kullanan, sonuna dek kullanan ve eskimeye tahammülü olan insanlardır.
"Eskimeye tahammülü olan insan tüketim çarkının sevmediği kişidir" dediniz. Buradan yola çıkarak, tüketim toplumu, eskimeye tahammülü olmayan insandır şeklinde bir anlam çıkıyor.
Evet, esas şimdi meselenin asıl bam teline geldik. Tüketim toplumu eskitemeyen insandır. Daha doğrusu, eskitmekten kaygı duyandır. Tüketim toplumunun bireyi haline gelen bir yandan kışkırtılmış arzularını anlık tatmine yönelik alışveriş yapar, yer içer, öte yandan bu varoluşsal bir kaygıdan, varoluşsal bir acıdan onu sahtece korur. Bir nesneyi eşyayı kullana kullana eskitmek demek onun merhale merhale yaşlanmasını tükenmesini, azalmasını, sönmesini izlemek, ona tanık olmak demektir. Bu basit bir gözlem değildir. Yaralayıcı bir gözlem ve tanıklıktır. Önümüzde akıp giden yaşamın ve kendi yaşamımızın da geçici, fani olduğu, ölüme mahkûm olduğu, bizim de eskidiğimiz, hastalıklarla, hayatın darbeleriyle tükenmekte olduğumuz gerçeğini haykırır. Eşyaların eskimesi demek yüzümüzdeki çizgilerin de eskimesi, cildimizin eskimesi, organlarımızın eskimesidir.
İnsan zihni çağrışımlarla çalışır. Eşyanın eskimesi insanın kendi varlığının eskimesini çağrıştırır. Giyilmeyen taptaze duran giysiler ayakkabılar bitmemiş halde bırakılan tabaklar sahte biçimde insanı bu ölümlülükfikrinden alıkoyar. Capcanlı, pırıl pırıl giysiler, eşyalar, öte yandan sürekli sayısı artan eşyalar, giysiler hayatın her an tükendiği gerçeğini sisli bir havaya sokar. Tüketim ölümün, ölümlülüğünüzerini örten örtme-karartma teknolojileri haline gelir. Ölüm kadar diğer bir varoluşsal acı anlamsızlıktır. İnsan alışverişle kendinden kaçar. Çünkü kendisinin hayatının temelli sahih sabit derinlere kök salan bir anlamı yoktur. Anlamsızlığın verdiği acı ve derin boşluk alışverişin hazzı ile uyuşturulur. Alışveriş bir uyuşturma politikasıdır: "En azından istediğim arzu ettiğim şeye uzanabiliyorum, ulaşabiliyorum." Anlamsızlıkla hiçliğe indirgenen boş bir yaşam alışverişle kuyunun dibinden gün yüzüne çıkarılmaya çalışılır.
İnsan zihni çağrışımlarla çalışır. Eşyanın eskimesi insanın kendi varlığının eskimesini çağrıştırır. Giyilmeyen taptaze duran giysiler ayakkabılar bitmemiş halde bırakılan tabaklar sahte biçimde insanı bu ölümlülük fikrinden alıkoyar. Capcanlı, pırıl pırıl giysiler, eşyalar, öte yandan sürekli sayısı artan eşyalar, giysiler hayatın her an tükendiği gerçeğini sisli bir havaya sokar. Tüketim ölümün, ölümlülüğün üzerini örten örtme-karartma teknolojileri haline gelir. Ölüm kadar diğer bir varoluşsal acı anlamsızlıktır. İnsan alışverişle kendinden kaçar. Çünkü kendisinin hayatının temelli sahih sabit
derinlere kök salan bir anlamı yoktur. Anlamsızlığın verdiği acı ve derin boşluk alışverişin hazzı ile uyuşturulur. Alışveriş bir uyuşturma politikasıdır:
"En azından istediğim arzu ettiğim şeye uzanabiliyorum, ulaşabiliyorum." Anlamsızlıkla hiçliğe indirgenen boş bir yaşam alışverişle kuyunun dibinden gün yüzüne çıkarılmaya çalışılır.
Eşyalarının eskimesine, arabasının eskimesine, ilişkilerinin eskimesine tahammülü olmayan insan yüzünün eskimesine tahammül edememekte, her daim güya canlı ve diri tutmaya çalışmaktadır. Estetik işlemlerin bu denli revaçta olmasının bile tüketim toplumuyla ilgisi var kanaatindeyim. Eski eşyaya tahammül edemeyen, kırışık alına, kırışık cilde de tahammül edemeyecektir. Ölümlülüğü göz önünden kaldırmak ekonomisidir tüketim toplumu. Burada iki yönlü bir uyuşturma vardır. Sermaye sahibi parasını, sermayesini dolayısıyla çok şeye sahip olma hissini diğeri de eşyalarının sayısını çoğaltır. Her an bizi eksilten faniliğe karşı sürekli malla, eşya ile çoğalarak karşı koyma politikasıdır bu. Tasavvufi tabirle "kesrette boğulmak"tır.
Sahip olmak, satın almak ya da daha fazlasını elde etmenin insanı mutlu etmediği, huzur vermediği hep söylenegelen bir vecizedir. Peki, siz psikiyatri bilimi açısından bu konuda neler söylersiniz? Bunların insanın mutluluğuyla hiç mi ilişiği yok acaba?
Tüketim mutluluk getirmez çünkü eşya ile sahici, kalıcı, uzun süreli bir bağ kurmayı engellemektedir. Kurulan bağ onunla geçirilen uzun zamanla da ilgilidir. Benzer on tane ayakkabınız varsa hangisiyle sahici bir bağ kurabilirsiniz. Said Nursi için anlatılan bir anekdot vardır. Öğrencilerinden biri
yıllardır kullandığı tahta kaşığı çöpe atmış ve yenisini almıştır. Buna çok kızar. ''O benim yıllarca bana hizmet etmiş kaşığımdı, niye attın'' diyerek o kaşığı buldurup temizlettirip kullanmaya devam eder. Anneannelerimizin babaannelerimizin üç beş sene de eskidi diye çatal kaşık değiştirdiği nerede görülmüştür.
Tüketim toplumunda nesnelerle, eşya ile bir ilişki kurulamamaktadır. Bankadaki biriktirilen para ile nasıl ilişki kurulamıyorsa, çok olsun diye, hoşuma gitti diye alınan eşyayla da ilişki kurulamaz. Gerçekten ihtiyaç duyulan, kullanılan, eskitene kadar kullanılan, eskise bile kullanılmaya elverişli
ise kullanılan nesnelerle, eşyayla bir bağ kurmak mümkündür. Ancak böyle eşyalarda yaşanmışlığın izine, kokusuna, biçimine rastlarız. Eskimeyen eşyalar ise yaşanmışlığın izini taşımayan eşyalardır. Tüketim toplumunun üyesi olmuşlar bir yandan da suçluluk hissinden muzdariptir. Kalp ve vicdan bir suçluluk üretir. Giyilmeyen elbiseler, ayakkabılar, kullanılmayan ya da az kullanılan eşyalar, ruha bir diken gibi batar. Çünkü eşya kullanılmak için vardır ve adeta az kullanılan ya da kullanılmayan eşya, nesne ruha ve vicdana sıkıntı salarak kullanılmamanın, işe yaramamanın intikamını alır.
Başta tüketim çılgınlığı olmak üzere toplumdan kaçarak kalabalıklardan uzakta yaşamaya ya da yaban hayatına yönelenlere rastlıyoruz ama bunun nasıl bir çözüm olduğu tartışılır. Sizce bu tüketim toplumundan uzaklaşmanın ya da onun hâkimiyetinden kurtulmanın bir yolu var mı? Psikolojik anlamda olumsuz etkilenmemek için tüketim ve alış-veriş konusunda nelere dikkat etmeli, nasıl davranmalıyız?
Benim bilebildiğim yöntem şu: Bir eşyayı satın almaya karar verirken sorulması elzem soru şudur. ''Buna gerçekten ihtiyacım mı var da satın almak istiyorum yoksa şu an bunu satın alma isteğim olduğu için mi satın alıyorum?'' Tüketimin bir çarkı olmak istemeyen, zenginleri daha zengin etmek istemeyen kişi bu sorunun cevabını samimiyetle vermelidir. Tüketim toplumu zevki, hazzı ertelemeyi nazikçe karşılamayacaktır. Tüketim
toplumu bir tasarruf cüzdanı değil, kredi kartı toplumudur. Bir "şimdi" toplumudur. İsteyen bir toplumdur, bekleyen değil.
Tüketim toplumunda nesneler tüketicilere zevk alınması, yararlanılması gereken bir hak gibi gözükmelidir, katlanılması gereken bir görev gibi değil.
Bu yüzden hazları ertelemeyi öğrenmek bu çarkın bir dişlisi olmayanı reddetmek isteyenler için elzemdir. Tanıdığım birisi, iphone'un ilk büyük ekran modelini almayı çok istediğini, ilk Türkiye'ye geldiğinde Bağdat Caddesi'nde mağazaya girip akşam kuyruğa girdiğini, sonra bir an bu yaptığını çok saçma bulup kendine yabancı bulduğunu ve o kuyruktan çıktığını anlatmıştı. Sonrasında bu modeli almak için aylarca beklediğini ta ki içindeki arzu
iyice sönene kadar beklediğini söyledi. Arzularını, hazlarını erteleyebilenler her zaman kazanır bu yaşamda.
Eşyaların eskimesini izlemek, onlarla bağ kurmak, hatta eskimiş olan bir eşya ile vedalaşmak ve ona teşekkür etmek de mümkün. Yıllar önce bir tanıdığım evinde yanan ampulü değiştirip onu çöpe atmadan önce eline almış, "bana şimdiye kadar hizmet ettiğin için sana teşekkür ederim" demişti.
Bunu ben çocuklarıma özellikle kalemleri bitince yapmalarını salık veririm. Tükenmez bir kalem bitince, ya da bir kurşun kalem veya başka bir nesne
artık kullanılamayacak hale gelince ona teşekkür ederek vedalaşabilmek lazım. Çünkü eşyanın da insanın üzerinde iyi davranılmak, özen gösterilmek
gibi bir hakkı ve hukuku mevcut.
PSİKİYATR DR. MUSTAFA ULUSOY KİMDİR?
1965 yılında Sungurlu'da doğan Mustafa Ulusoy, temel eğitimini bu şehirde aldıktan sonra lise öğrenimini Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi'nde tamamladı. 1982'de girdiği İ.Ü. Çapa Tıp Fakültesi'ni 1988'de bitirdi, 1993 yılında da psikiyatri uzmanı oldu. 1999 yılından beri, kendi ofisinde terapilerini sürdürmektedir. Temel çalışma alanı "Kognitif ve Varoluşçu Psikoterapiler" olan Ulusoy'un ulusal ve uluslararası kongrelere sunduğu, özellikle kognitif psikoterapiyle ilgili mesleki çalışmaları vardır. Ülke içinde ve dışında, psikiyatri dergilerinde makaleler neşretmiştir. İlk kitabı olan Nietzsche ve Babaannem 1998'de yayınlandı. Ay Terapisi isimli öykü kitabına ve "İnsanın Temel Acıları Üçlemesi''nin ilk romanı olan Aynalar Koridorunda Aşk'a imza attı. 2006'da deneme kitabı Yakınlık'ı kaleme alan yazar, 2008'de üçlemenin ikinci kitabı Giderken Bana Bir Şeyler Söyle romanını tamamladı. 2011'de Dünyanın Üç Yüzü, 2014'te Evlilikler Yalnızlıklar Umutlar, 2017'de Hayat Apartmanı romanını, 2018'de Bir Kere Daha Son isimli deneme kitabını yayınladı. İki buçuk yıl boyunca özgün formatıyla bir ilke imza atan Film Şeridi isimli televizyon programının yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendi. Amerika Psikiyatri Birliği (American Psychiatric Association) uluslararası üyesidir.