POP STARLAR HAYATIMIZIN TURİSTLERİDİR
Öncelikle şunu sormak istiyorum; bana öyle geliyor ki ülkemizde yaygın anlayış müziğin eğlenceden ibaret olduğu yönünde. Sizce yanılıyor muyum? Müziğin başka ne gibi fonksiyonları olmalı?
Sadece ülkemizde değil ki bu sorun; bütün dünya "haz" ve "hız" tarafından teslim alındı. Ergen kapitalizm, tek tek ve her bir insanı bir ticarethane olarak ilân etti önce. Sonra her bir insana kimlik numarası ve kredi kartı verdi. Sonra başladı her şey; zira bu kadar "saygın" insanı kontrol etmek, üretim ve tüketimde balansta tutmak için başka inançlar gerekti. "Yüreklerinin Götürdüğü Yerlere Götürülüp", sözüm ona kendi derinliğine (!) terk edilen insan, orada fark etti (H. Marcuse gibi söylersek) "tek boyutunu". Kendi kendine, kendini arayan bu "tek boyutlu insan"ın, kendine açtığı, o muazzam çukurda (Babil Kulesi yerine bu kez Babil Çukuru), hazdan başka hiçbir şey bulunamayacağı aşikardı; öyle de oldu! Belki ses "iş"ten, işlevsellikten kurtulduğunda, kurtarıldığında müzikleşir. Salt müzik (ses) olmuş birine sorulmamalı bu soru. Belki düşünmeye çağrıdır (tefekkür)… Belki düşünmenin kendisidir müzik! Bir çeşit sızlanma.
Siz bestelerinizi yaparken nelerden besleniyor, nelerden ilham alıyorsunuz? Hayata, sanata, müziğe bakışınızı şekillendiren temel unsurları
neler teşkil ediyor.
Ben hemen her müzik disiplininde ürünler verdim, vermeye çalıştım. "Batı, Doğu, Pop, Klasik, Halk, Rock..." vs. demeden! "Destursuz mu girmiştim bağa" (Orhan Şaik Gökyay)? Elbette hayır!Okulluydum zira ve çok büyük ustalar, üstatlar, müzisyenlerle çalışmıştım. Ve bütün gerçek müzik yazıcıları gibi müzikten başka bir hayat olanağı bırakmamıştım kendime! Müzik benim için bir hayat memat meselesine dönüşmüştü ve hep de öyle kalacaktı! Yapmasaydım, yazmasaydım, çalmasaydım, söylemeseydim; ölecektim! Ama tüm bu süreçte (zira yaparken düşünmek çok zordur) insanın ses çıkarması üzerine, çeşitli coğrafya ve kültürlerce koşullanan ses çıkarma biçemleri/uslûp üzerine de düşünerek ilerledi müzik hayatım.
Adına "Batı müziği" de denen ve hem sesleri üçerli halle (Teslis- Katolisizm-Evrensellik… Bach ile başlayıp Beethoven ve Brams'da zirve yapan...) üst üste koyup bir çeşit "işitme rejimi" kurmaya çalışan aydınlanmacılığı, hem de kendini Roma Kilisesi'nden ayırmak için bu kez dörderli halle sesleri üst üste koyan RusOrtodoksların (Korsakov, Musorsky, Borodin...) müzik türlerini anlamaya çalıştım; elbette kendi ontolojik yapılarıyla/ilahiyatlarıyla değerlendirerek. Polifonik müziğin (çok seslilik) Sanayi Devriminin bütün olanaklarıyla dünyadaki tüm kültürler ve müzikler üzerinde şiddetle baskı uygulayıp onları yok sayarak ilerlediği ya da kendine dönüştürdüğü 20. yüzyıl başlarında sesleri ısrarla yan yana koyarak ve bunun bilinçli bir tercih olduğunu iddia ederek ses yazan müzisyenleri de anlamaya çalıştım elbette. Onları hem bu baskıya karşı dirençleri hem de eski müzik reflekslerimizi bize aktardıkları için hep saygı ile anacağım. (H. Sadettin Arel, Rauf Yekta, R. Fersan... M. Sarısözen, N. Tüfekçi, )
Peki, müziği ne için, nasıl bir dürtüyle, anlayışla yapıyorsunuz?
Dedim ya yaşamak zorundaydım dolayısıyla çok ürün verdim. Sadece yüzlerce şarkıdan söz etmiyorum, yurt içinde ve dışında onlarca orkestranın da çaldığı işlerden, film – dizi müziklerinden, dans tiyatrolarından, müzikallerden... söz ediyorum! Müziği aslında ticari (tecimsel) bir amaçla bir coğrafya, bir inanış biçimine hapsederek pozisyon alan sanatçı ve sanatçılık yerine (Sanatçı Duruşu denir bu pozisyon alışa(!)) ben İbn-i Sina'nın, Kındî'nin, Farabi, Platon, Kant... Itri, Dede, Bach, Beethoven, Schönberg, Wbern, Berg'in... yaptığı gibi tanımlamadan sadece anlamaya çalışarak sadece "MÜZİK" diyerek müzik yaptım. Hayatı da tıpkı müzik gibi bütünsel anlar ve algılamaya çalışırım. Doğu ve Batı ayrımının da aslında tecimsel olduğunu bilir, "Doğu'nun da Batı'nın da yalnızca Allah'ın hükmünde olduğuna inanırım. Cemil Meriç gibi söylersek; "Vehimlerinden sıyrılanlar için Doğu ve Batı yoktur!"
Bu topraklara ait kültürel/ manevi değerlerimiz ve düsturlarımızın sizin müziğinize etkisini nasıl anlatırsınız? Ülkemizde uzun süredir cari olan müzik anlayışının bu değerler, düsturlar ve tınılarla yeterince bağlantı kurduğunu söyleyebilir miyiz?
"Bu topraklar ve bizim kusursuz asil medeniyetimiz" öyle mi? Soru şu bence; "biz kimiz?" Herhangi bir istenç ve iradede bulunmadan ("başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız") bir zaman ve bir coğrafyaya atılan/ fırlatılan (İbnü'l Arabi, J.P Sartre, A. Camus) insan (Âdem) elbette bir süre sonra oraya alışır ve kanıksar. Aidiyet ve sahiplik bahsi uzun ama insanın kendisini kendi iradesi dışında gelişen bir yere ait ve sahip hissetmesi sizce de problemli değil mi? Trabzon'da doğmuşsun, bağıra çağıra söylüyorsun; "Oy Trabzon... Trabzon..." Gerçek Trabzonluluk "Bize her yer Trabzon!" demekle başlar bence. Her yeri Trabzon kılmaktır. Trabzonluluğu, insanı ve insanın arzusunu bir tarih ve bir coğrafyaya hapsetmeye çalışanlara (Tarihsel Materyalizm) Nazım Hikmet'in V. Mayakovski'ye verdiği cevap gibi; Şeyh Galib'in ünlü dizesiyle karşılık vermeli; "Bir şûlesi var ki şem-i cânın / Fânûsuna sığmaz âsumânın."
Peki, biz kimiz?
Bu sorunun cevabı aslında çok açık ve çok net! "Hemen oracıkta ve bir nefeste Kelime-i Şehadet getirenler!" İşte buna tahammül gösteremez içimizdeki "uygarlar"... Taş taş üstüne koyup daha önce yapıtlar yapanlar, inşa edenler ve o inşaatların mirasçıları! Piramit, Katedral, Tac Mahal yapanlar ve miras yoluyla o yapılara sahip çıkanlar! Bu yapıları yapanlar ve o yapıların mirasyedileri bir nefesle daire içine giren ve pastayı paylaşanları kabul etmek istemezler. Oysa biz bir yapı olarak Süleymaniye'ye değil Süleymaniye'yi inşa eden Sinan'ın tecrübesine; inancına, azmine, metanetine, yaşadığı zorluklar karşısındaki mücadelesine (imtihanına) talibiz! Bunlar olmaksızın, Sinan ve Sinan'ın imtihanı olmaksızın Süleymaniye'nin de bir "taş yığını" olduğunu biliriz; (Necip Fazıl'ın "Ayasofya Hitabesini" hatırlayınız!) Salt bir yapıyı fetişe ederek, onu bir müzeye dönüştürerek kendimizden ve insan deneyiminden uzaklaştırarak (objektivizm/ perspektivizm) o yapının turisti haline geldiğimizi fark etmiyor musunuz? Sanat ürününü fetiş hale getirip onu bir "yapıt"a dönüştürür, hayatınızdan, hayat tecrübesinden (bilgelik / irfan) yalıtırsanız onu taşlaştırırsınız!
Bu anlamda popüler müziğimiz kendi maddi/manevi müktesebatımızdan kopuyor denilebilir mi?
Pop sanatında "yapıt" bambaşka sorunlarla karşı karşıya… Dijital Devrim'in bütün efektlerinden nasipleniyor. Yapıt pornografisi ile başı dönen pop müziğin ve pop starların kendimize ait hayata ve o hayatın inanç, ritüel ve tecrübelerine karşı uzaklığı ve dolayısıyla turistliği buradan. Pop star Tarkan'ın aynı zaman ve toplum içinde "uzaydan gelmiş", "hiçbir şey olmamış" ve "her şey çok güzel olmuş" gibi sürekli gülümsemesini böyle açıklamak mümkün. Bu gülümsemeye, hemen her şeyi olumlamaya da "star çekmek" filan diyorlar ki; gerçek komedi bu… Pop starlar hayatımızın turistleridir. "Şiş kebap, rakı ve oryantal... İstanbul, Sultanahmet çok güzel." Tabi bunlar objektivizm / perskpektivizm ile kurulan Rasyonalizmin "Görme Rejimi"nin dijital devrim sürecindeki etkileri. Cep telefonlarındaki fotoğraf ve öz-çekim olanakları ile bir Urfalı genç, donanmış çiğ köfte sofrasının önünde çektirdiği fotoğrafla o sofranın turisti haline dönüşüyor. Hastane odasında kendi annesinin ameliyatı sonrası fotoğraf çektiren Giresunlunun turistliğinden söz etmedim daha. Bu "Görme Rejimi" ile kendi hayatlarımızın turisti haline geldik.
Müzikte geniş bir yelpazeniz var, hatta bir ayağınız da popta denilebilir.Pop müzik başta olmak üzere müzik üretimimizin genel gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kalite düşüyorsa bunun sebepleri sizce neler olabilir?
Az önce de söyledim salt "yapıt"a, salt "iş"e, işlevselliğe inanır onun pornografisini yaparsanız böyle olur. Kalite düşüyor! Neden çünkü yapıt, hayattan, hayatın ancak gelecek ve geçmiş ile kazanılan anlamından koparılıyor! "Anı yaşa!" üzerine kof ve sığ bir kalitesizlik pornografisi yapılıyor. "Yapıt" değerlendirmesi "şimdi"ye yani salt hazza, mahkûm bırakılıyor. Bir ürün ortaya koyuyorsun, ne o ürünün daha önce ortaya konulmuş diğer ürünlerle olan ilişkisine ne aldığı risklere, ne getirdiği yeniliklere, ne ortaya koyduğu fikre ve o fikri nasıl ele alıp ne yaptığına, ne gelecek tasarımına bakılıyor… "Hoşuna gitti mi, gitmedi mi? Keyif aldın mı?" Tek soru bu!
Türkiye'de alaturka dışındaki müziğin ve pop müziğin seyri nasıl başladı? Yeni müzik anlayışları nasıl bir zeminde yeşerdi? Altında politik ideolojik yaklaşımlar yok muydu? Bunların altında yatan toplumsal beklenti ve talepler, beğeniler nasıl izah dilebilir?
"Alaturka" dediğiniz müzik türünü (ses çıkarma biçimi) neden ayırdınız ve "alaturka" diyerek (oryantalist bir tanımlama) aslında hangi tür müziği kastediyorsunuz? Ben tüm bu sorulara ve sorunuzdan toplamda ne anladığıma ilişkin genel bir cevap vermeye çalışayım. Bizim ses çıkarma biçimimizm İstanbul'un fethinden sonra büyük bir kırılma, değişiklik yaşar! Yerleşir… yerini bulur… yerini korur! "İstanbul Türkler tarafından fethedilmiştir" demek aslında şu demektir; İstanbul'un Türklüğü kabulü (ve tersi) Türklüğün İstanbul'u kabulü.
Fetih bildiğiniz üzere kabul ettirmek değil, kabul olunmaktır! Salt güçlünün aksiyonu değildir fetih. Daha çok ressesif'in aksiyonudur ve tarih ve medeniyetler aslında çekinik olanın yaptığı, taş taş üstüne koyup inşa ettiği ve dahi yapıp ettiklerinin şarkılarını söyleyip yazdığıdır! Benim "Ayasofya" şarkımın final cümlesini hatırlayın; "Ayasofya, rüzgârlar essin kubbende; hürriyetin taa… ezelden, sen bizimsin biz de senin." Karşılıklı teslim olmanın adıdır fetih! Türklük Anadolu denen topraklara geldiğinde tanıştı Ortodoksluk ile. Değiştiler, değiştirdiler, yaşamlarını düşüncelerini… Türkler daha İstanbul'a gelmeden önce İstanbul müziğinin ürünleri verilmişti Abdülkadir Meragi, Gazi Giray Han tarafından. Sizin "Alaturka" dediğinize ben İstanbul Müziği diyorum farkındaysanız. Sonrasında Hamamizade İsmail Dede müziğimizin büyük hocası olarak Zaharya'yı ilan edecekti. Bir dünya ve insan tasarımı olarak Türklükle birlikte en geniş ifadesini bulan İstanbul ve İstanbul müziği, insanlığa Peygamberimizin neden son peygamber olarak gönderildiğinin çağrısını yapar: Merhamet! Bütün insanlık halleri ve tecrübelerinin bir arada nasıl yaşayabileceklerinin formülüdür merhamet! Ötekileştirmeden, hiyerarşi kurmadan! O yüzden üst üstelik değil, yan yanalık esastır! İstanbul müziğinin dünyanın bütün seslerine açıklığı (füzyon), yan yanalığı ile Topkapı Sarayı'nın giriş kapısında yazan "Yâ Valiyete Külli Mazlûm" (Tüm mazlumların sığınağı) arasında bir bağlantı yok mu sizce! Bu söylediklerimi politik açıdan da okuyabilirsiniz. Batı müziği sınıflı toplum tecrübesinin bütün o olumsuz hayat öğrenilmişliklerinin ürünüdür! Oysa İstanbul Müziği…
"Politik açıdan okumaktan bahsetmişken"Zaman zaman müzisyenler ya da eserleri ile ilgili özellikle sosyal medyada çıkan tartışmalarda "müzik politik bir şeydir" ya da "müzik politik olmamalıdır" türünden yaklaşımlar görüyoruz. Bu iki görüş ve sanatçılara veya müziğe bu konuda bir sınırlama dayatmak ne kadar tutarlı olabilir. Bununla beraber bu konudaki ifade özgürlüğünün kısıtlanabileceği makul sınırlar nereye kadar uzanır dersiniz?
Müzik de diğer insan etkinlikleri gibi politiktir! Zira insan politik bir varlıktır. Ama insanı diğer tüm canlılardan ayıran en temel özellik onun aslında (Mircea Eliade'den hareketle) dini bir varlık olmasıdır! Yani yaşadığı hayatı aşan, onu aşarak kaplayan, tanımlayan böylelikle insan zihnine sığdırmak arzusu taşıyan… Ama sizin sorunuz bir "beşer"in nasıl "âdem"e dönüştüğü ile ilgili değil sanırım. Daha çok Müjdat Gezen'in "sanatçı duruşu" ile
ilgili. Oysa Hz. Âdem meselesini İbnü'l Arabi'den öğrendiklerimi Jacques Lacan'dan öğrendiklerimle karşılaştırabilir tartışabilirdim. Peki, biz İbnü'l Arabi'yi onun Füsûs'unu ve Lacan'ı bir tarafa bırakıp da büyük sanatçı (!) Müjdat Gezen'in sanatçı duruşu ile mi ilgilenelim. Ben bu pespayeliğe soyunmayayım.
Sanatçılar durmazlar! Onlar, bu dünyanın insan eliyle yeniden yaşanabilir bir yer olduğuna inandırırlar bizleri. Sonra bir başkasına… Yaşamak için binlerce sebep olduğuna… Yaşamak için bir sebep olduğuna. Kalbimiz bir saatli bomba ve ölmek hep ihtimalse de, orada bir hayat olduğuna ven başladığına iknâ ederler bizleri (Şuara suresi 224) Behçet Necatigil'in "Yazı" şiirinde dediği gibi; "Ve şairler boyuna kimlere yazarlar /Yıkılmış köprülerin başında / Ürkmüş boşlukta biri inliyorsa /Ve şairler onlara geldimlere yazarlar!" Hepsi bu mudur peki? Bu kadar mıdır bir şarkının olanağı? Şuara (Şairler) suresinin son ayeti bize şairliğin (sanatçılığın) ümidini söyler!
Cumhuriyetin ilk yıllarına bakıldığında müzik alanında da yeni yaklaşımlar görüyoruz. Sizce Türkiye'de resmî ideoloji müziğe nasıl bir işlev yükledi? Yakın tarihimizin diğer siyasi dönemeçlerinde müziğe ve özellikle pop müziğe böyle işlevler yüklendiği söylenebilir mi?
Bütün iktidarlar tarih boyunca sanatı (özellikle müziği) kendi varlıklarının nedenselliği için hükümleri altındakileri inandırmak adına fevkalade hünerli ellerle kullanmışlar. Onların ve olayların başımıza gelmelerinin, bulunmalarının mutlak ve değiştirilemez yazgısını anlattı sanatçılar binlerce yıl. Talat Halman çevirisi ile çok sevdiğim bir Eski Mısır yazısında söylendiği gibi; "Binayı mimarlar, açılışını çalgıcılar yapar!"
Cumhuriyet ve Atatürk Devrimleri de kendi varlığının kaçınılmaz gerekliği için sanatın bütün disiplinlerini kullandı. Yollar ve köprüler yapmakla yetmeyeceğini, onu akıllara belleteceklerin ancak sanat ve sanatçılar olduğunu biliyorlardı. Modern Türkiye'nin ürünleri verilmeye çalışıldı. Ama karşılaşılan sorun büyüktü. İnsanlar, zihinlerindeki imajları (kelimeler, sesler, görüntüler ve dahi koku yoluyla oluşturduğumuz imajlar…) inanç tabanlı kodlarlar! Yani bir inanç düzleminiz, dünyanız (ontik kurgunuz / ilahiyatınız) yoksa o imajları zihninizde tutturamıyorsunuz! O sesler bir kulağınızdan girip diğerinden çıkıyor! Salt karşıtlık da yetmiyor bak. Bizim modernist bestecilerimizle A. Schönberg'i, Webern'i, Berg'i ayıran da buydu; daha az yetenekli oluşları değil!
70'ler, 80'ler ve 90'larda muhalif ve protest müzik yapan ve oldukça etkili olan gruplar, ses sanatçıları ve söz yazarları vardı. Bunların toplumda yankı bulmalarını siz hangi özelliklerine bağlıyorsunuz? Bugünün protest müzisyen ve grupları ile aralarında mukayese yapılabilir mi?
Protest? İKSV'nin desteklediği türden protestlik mi? İKSV'de kendine öyle ya da böyle destek bulan müzik guruplarını ortak özellikleri neler bu konuda hiç düşündünüz mü? Özellikle 1990'larla başlayan Boğaziçililer ve İKSV'nin desteği ile protest müzik yapan anlayışın söz ve müziklerine, ses çıkarma biçemlerine dikkat kesilin lütfen; hangi arzunun ürünü bu açılan ağız, bu çıkan ses? İstanbul'da Taksim Meydanı'ndan İstiklâl Caddesi boyunca Tünel'e kadar yürüyelim. Hazır mısınız? Sokak boyunca sağlı sollu kaç müzisyenle karşılaştık? Bunlardan kaçı hangi enstrümanı çalıyordu? Erbane (Erbain), santur, setar… Hemen hepsi İran / Acem çalgıları… Söz söyleme üslupları, melodi kurguları… İnanılmaz değil mi? Müthiş! Dionysos etkisini gördünüz mü? Hani İstanbul, hani Apollonik hat, hani sur? İKSV sizce tesadüfen mi bu çocukları destekliyor? Elbette hayır! Peki ne yapmak istiyor? Bunu ayrıca konuşmamız gerek.