“KİŞİSEL GELİŞ”İME DAİR
Tıp fakültesi mezunuyum. Halen psikoterapist olarak çalışıyorum. Yazar kimliğimle de biliniyorum. Son 10 yılda okumalarımı ve yazmalarımı insan psikolojisi üzerine yoğunlaştırdım. İnsanı anlamak için akıl teri döküyorum. Danışanlarıma 'kendi'lerini anlayacak aynalar sunmaya çalışıyorum. Ne var ki geçmişte ve şimdi de kendimi 'kişisel gelişimci' olarak tanımlama ihtiyacı hissetmedim. "Yaşam Koçu" gibi nitelemelere sıcak bakamadım. Kanaatimce, kişisel gelişim de yaşam koçluğu/rehberliği de ayrıca profesyonelleştirilmeyecek kadar hayatın doğal akışında var olan şeyler...
Kişisel gelişimimi tamamlamış biri de sayılmam. Öyle ki bu yazının başına ancak Tuba Kaplan hanımın "Senai Bey, kişisel gelişim yazısı yazacaktınız, dergi baskıya gidiyor!" uyarısının baskısıyla oturdum. Bu uyarıyı alıncaya kadar, Jeffrey Young'ın ve Robert Leahy'nin kuramsallaştırdığı 'Başarısızlık Duygusal Şeması'na sıkı sıkıya bağlı benliğimin "Yazamazsın ki!" "Yapamazsın ki!" diye tekrarladığı iç sesine uymam, çok iyi tanıdığım, kimi danışanlarımla özel bir çalışma alanı olan "procrastrination"ın (sistematik erteleme)nin sıcak bir örneği yaptı beni. Şu anda, hep tekrarlayageldiği, her defasında sadece 'tanıdık' geldiği için otomatik olarak tercih ettiği 'işlevsiz yaşam döngüsü'ne yenilen bir yazar olarak ancak "Yumurta kapıya dayandı"nın motivasyonuyla yazabiliyorum. Bu yazı da-sonunda göreceğinizi umduğum üzere-"kişisel geliş"imdeki izle[nimle]rimden biri olarak burada kalacak.
'Kendi' 'nefs'im üzerimden, 'ego' yapmadan itiraf ederim ki insana dair en öncelikli ve önemli gerçek, insanın olup bitmiş bir 'şey' olmadığıdır. İnsan, olmakta olandır. Sürekli akış içindedir. Olmak üzere yoğrulmaktadır. Kendi elinde bir hamurdur. Kıvamını aramaktadır. Kendi kendisini pişirmeye çalışmaktadır.
'Ben'in tahkimi
İnsanın sabitesi olarak bellediği, yazının burasına kadar özellikle kullandığım ve ima ettiğim, "ben" "kendilik" "kişilik" "öz" "can" "self" "nefis" "ego" gibi merkez kavramlar da günden güne oluş halindedir. Akıştır. Akıştadır.
Aklım başıma gelir gelmez, elime tutuşturulan, anadilimin mayası sayılan, 'ben' dediğim 'birinci tekil şahıs zamiri' mesela, akışın bizatihi kendisidir. 'Ben' her gün kendisine yeni tasavvurlar beğenip içselletirmekte. Ben, her vesileyle, daha çok şeye sahip olmaya çalışarak, 'ben' dediğimde daha çarpıcı, daha güvenli, daha köklü, daha nüfuzlu, daha ağır basan bir etki bırakabileceğim yeni bağlantılar kurmaktayım. "Benim" dediklerimi hem çoğaltarak hem kaliteli hale getirerek, "ben"i tahkim etmekteyim. Şimdi 'sana' yazdığım, 'onlar'ın da okuyacağı bu yazıyı yazmış olmak da 'ben'in tahkimine katkıda bulunacak.
"Münhasır vasıta-ı rüyet iken, göremez kendini dide bile" ilkesince, göz her şeyi görür ama kendisini göremez. Aslında, göz, her şeyi görmek için kendisini görmez. Gözün kendisine körlüğü gözün gözlerini açar. 'Ben' de öyle bir şey işte: "Münhasır vasıta-ı mülkiyet iken, elinde tutamaz kendini 'ben' bile." Türkçede "Mal benim!" ile "Mal ben'im!" arasındaki hayatî farkı ses vurgusuyla anlatabiliyoruz. "Bu bana ait" anlamındaki "Benim"i de "Ben buyum!" anlamındaki "Benim"i de aynı yazıyla yazıyoruz. İngilizce yazıyor olsaydım, "This is mine!" ve "This is me!" diye kolayca ayırırdım.
Gelin, "göz" için kurduğumuz cümleleri "öz" için de kurmayı deneyelim: İnsanın özü her şeyi bulur ama kayıptır. İnsanın özü her şeyi bilir ama kendisi kendisine bilinmezdir. İnsanın canı her şeyi tutar, her kavramı kavrar, her şeye tutunur ama kendisi elle tutulur gözle görülür değildir. "Bu benim" dediğimiz ne kadar nesne varsa "ben" hepsinin arkasında dimdik durur ama sıra kendisini görmeye gelince mahcup olur, saklanır; yüzünü asla göstermez.
"Sen 'ben'i göremezsin!"
Tûr Dağı'nda "Len terânî!" diye Hz. Mûsâ'nın[as] yüzünde patlayan hayal kırıcı cümle, şimdi burada her aynaya bakışımızda yankılanır: "Sen 'ben'i göremezsin!" Evet, evet! 'Ben' dediğimiz o 'şey'i bir türlü göremeyiz. "Benim yüzüm ben mi?" "Benim gözlerim mi ben?" "Benim ellerim mi?" "Benim" dediklerimizin hepsini sayıp şöyle bir sepete doldursak, geriye hiçbir şeyin kalmadığını, tüm "benim!"leri sahiplenen "ben"in sırra kadem bastığını görürüz.
Gözlerimiz sürekli kovalar 'ben'i ama o her defasında "benim" dediğimiz bir şeyi bırakır ardında. Avcısı için kuyruğunu arkada bırakan kertenkele gibi oyalar ardı sıra koşanı. Kuyruğundaki kapsülden kurtulan uzay aracı gibi, hızla göğe yükselir, bir rüyaya dönüşür. "Benim" ('Bana ait' anlamında!) dediklerimiz arttıkça, 'ben" dediğimiz, kedi ayaklarının kadife sesiyle sessizce ve hızla ortamdan çekilir. Hepimizi çocuk yerine koyar, ilk "Ce-eee!" oyunuyla yüzünü kapatır ve asla göstermez. Her defasında kendimizi ebe buluruz; bir türlü "sobe!" diyemeyiz.
Oysa kendisinden bahsettiğim o 'ben' burada; bu satırları 'o' yazıyor. 'Ben' yazıyorum bu cümleyi. Ben, evet, ben yazdım! Ben! Ama hâlâ buralarda yok 'ben'. "Buralarda yokum" diyecek kadar varım oysa. "Ama hâlâ buralarda yokum ben" diye sözlerini alıntıladığım 'o ben'in üzerinde yeni bir 'ben' olarak konuştuğum halde bile 'ben' ortalıkta gözükmüyor(um).
Sözün özü, 'kişisel gelişim'in 'kişi'si bir türlü elime geçmiyor, 'geliş'ini de bir türlü göremiyorum, 'geliş"imi öngöremiyorum. Gelişti mi gelişmedi mi, bilmiyorum. Gelişir mi? Gelişirse, bana mı faydası olur sana mı, ona mı, onlara mı; bilmiyorum.
Ölçemediğimiz 'kişilik' ya da 'benlik'
"Sen 'ben'i göremezsin!" gerçeğinin gözlerimizi kamaştırdığı bu hayatta, 'ben' diyebilme yetimizin, doğrudan yüzüne baktığımız güneş gibi g/özlerimizi kamaştırdığına kanaat getirdim. Bir türlü kontürlerini çizemediğimiz, nerede başlayıp nerede bittiğini ölçemediğimiz 'kişilik' ya da 'benlik' ya da 'kendilik' ya da 'self', bir ara g/özümüze insaf ediyor da ufuklarda görünür oluyor. Tıpkı güneş gibi 'günbatımı'nda ve 'gündoğumu'nda. Eskimez tabirle "gurub" ve "tulû" esnasında. Güneş, her şeyi gösteren ve aslında gözümüzü/görmemizi bize bahşeden ışığını çeker gibi olunca, gözümüze kestirdiğimiz yuvarlak bir 'şey'e dönüşür…
Acaba bir 'benbatımı' ve 'bendoğumu' tayin edebilir miyiz 'ben'imiz için. Batarken ya da doğarken yakalayabilir miyiz o "öz kamaştırıcı" gün-eşimizi? "Özleri kör eden" ışığına, özlerimizi kısarak, yatay bakabilir miyiz? Tam burada, aklıma 'Zülkarneyn'in seyahati geliyor. 'Çift zamanlı' demeye geliyor Zülkarneyn. Geçmişi ve geleceği şimdi yaşayabiliyor. Bildiğimiz "insanlık hali" bu durum. Geçmişin hatıraları ve geleceğin hayalleriyle şimdi burada gelişen/serpilen "ben"in fotoğrafı Zülkarneyn. Önce batıya gidiyor Zülkarneyn. Kendini som ve tam hissettiği, dokunulmaz ve eksilmez saydığı şimdi ve burada pozisyonunun kıyısına yanaşıyor: "Güneşi bir göz[e]de batarken görüyor!" Orada edilgen bir topluluk buluyor; isterse iyi davranabileceği, isterse canlarını yakabileceği bir topluluk… Bir zamanlar, ('bana ait' anlamında) 'benim' dediklerinin gözden kaybolduğu, yitirildiği b/akışta g/öze görünüyor 'ben'.
Kayıplar, eksilmeler, hayal kırıklıkları, düşüşler, yenilgiler, terkler 'ben' dediğimizin "bende" olmadığını, elimizde kalamayacağını, y/anımızda tutulamayacağını anlatıyor. 'Ben" diye/bildiğimiz, kaybedişlerin ufkunda solarak ve ufalarak 'kendi'ni ele veriyor. "Bana ait" anlamındaki "benim"lerin gidişiyle, ben "ben"i görebiliyorum. Sahip olduklarımın edilgen olduklarını, "ben"i var kılamayacaklarını, aslında hiçbir şekilde "bana" katkıda bulunamadıklarını görüyorum. Dilersem canlarını hoş eder, dilersem canlarını yakarım; "bana" kalmış…
İki duvar
Sonra "sebeplere tutunarak doğuya yürüyor" Zülkarneyn. Orada güneşe karşı hiçbir savunması olmayan bir topluluk buluyor. Burası, kanaatimce, 'bendoğumu' ufku. "Ben" diye/bildiğimiz gizemli güneş, varlığın doğu ufkunda ağır ağır yükselirken, "benim" diyecekleri de yavaş yavaş biçimlere bürünüyor, renklerini alıyor. Bendoğumu sırasında, çok açıkça görüyoruz ki, sadece refakat halindeler; aralarındaki ilişki yoldaşlık ilişkisi. Eşit görünüyorlar. Denk duruyorlar. Henüz ast-üst ilişkisi başlamış değil ama çok geçmeden başlayacak. "Ben" diye/bildiğimiz o şey onlara sahip olduğunu sanmaya başlayacak, derin bir iştahla ve ince bir ustalıkla "Benim" demeye başlayacak her birine. Güneşe karşı savunmasız o şeyler topluluğu "sahip olunan" olacak, güneş ise "sahip olan" olacak. Malik-mülk; sahip olan-sahip olunan diye bir hiyerarşi koridoru açılacak. Açıldı bile! Böyle böyle "geliş'i başlıyor "kişi"nin. Ve sonunda o gelişi de "benim" diye sahiplenip "gelişim" diye anıyor.
İki duvarla tanışıyoruz Zülkarneyn'in seyahatinin son durağında. Hâlâ yerlileri tarafından inşa edilmekte olan iki duvar. El'an elimizde tuğlaları. Habire yükseltiyoruz. Canla başla ter döküyoruz. "Gidiş"lerin ve "Geliş"lerin sarsıntısından korumaya çalışıyoruz "ben"imizi. Şimdi ve burada, kıyılara uğramadan, batı ve doğu ufuklarının sancısıyla yüzleşmeden, sessiz ve bitimsiz bir "Kalış" inşa ediyoruz. Hatırlamalarla "benbatımı'nda yitirdiklerimi y/anıma çağırıyorum "ben. Hayal kurmalarla (tûl-i emel) yeni "bendoğum"larında yeni "benim" dediklerimin y/anıma geleceğinden umutlanıyorum.
Oysa, yıllar öncesinden saf gerçeği şöyle haykırmıştı D.H. Lawrence: "Hiçbir şey için benimdir deme! De ki sadece yanımdadır."
Kişisel "geliş"imi, kişisel "gidiş"lerimle tanışa tanışa tamamlayacağım vesselam.