Gençlik neyi protesto ediyor?
Gazeteci yazar Yusuf Kaplan'ın geçtiğimiz yıl kaleme aldığı bir yazısında, "7 milyonluk genç kuşağın 5 milyonu bu ülkeye, bu ülkenin ruhuna, ruh köklerine, İslâm'a olan aidiyet bilincini de aidiyet bağlarını da kaybetmiş durumdadır" şeklindeki tespiti, o gün pek ses getirmemesine rağmen gidişatın pek hayra alâmet olmadığını işaret eden bir uyarı niteliği taşıyordu. Gençlik adına dibe vuruşun yaklaşması şeklinde de yorumlanabilecek bu çıkış, hâlen bir inanç (itikat) krizi olmadığını iddia eden "hadi canım sen de'ci" çevrelerde burun kıvırmalara, kendi gettosu içerisinde şöhret sarhoşluğu yaşayanlarca höykürmelere sebep olmuş olabilir. Bana göre, Sn. Kaplan'ın bu feryadı, önyargılarımızla inşa ettiğimiz gettodan kafamızı çıkarmayı ve İslamiyet'in çağlar ötesi mesajını tüm insanlığa anlatma sorumluluğunu bizlere yeniden hatırlatıyor.
İşte bu sorumluluk bilinciyle çıktığım yolda, İstanbul'un en büyük öğrenci yurdunda manevi danışmanlık hizmetim esnasında ve İstanbul müftülüğü gençlik koordinatörlüğü görevlerini deruhte ettiğim süreçte, pek çok genç arkadaşımızla çeşitli vesilelerle sohbet imkânı buldum. Bu sohbetlerde, gençlerin dine ve geleneğe karşı yaşadığı yabancılaşmanın nirengi noktasında protest bir tavır bulunduğuna şahit oldum. Bu tavrın meydana gelmesindeki başat faktörün ise dindar gibi görünen ancak modernizmin imkânlarından sınırsızca faydalanan birtakım çevreler ile dinî değerleri yozlaştırarak hoyratça tüketen din istismarcıları olduğunu müşahede ettim. Aysberg'in görünen
bu yüzüne karşı gelişen protest tavrın, varoluşsal soruları da beraberinde getirdiğini ve bu sorular karşısında tatmin edici bir cevap bulamayan genci bir inanç krizinin eşiğine kadar sürüklediğini gördüm.
Buzdağının bir diğer görünmeyen yüzü olan ve zihinlerin bulanıklaşmasına yol açan, cevap bulamadığı sorular sarmalı ise gayet fıtrî ve insani olarak değerlendirilmelidir. Çünkü düşünsel anlamda çekilen bu sancı vicdanın yitirilmediğinin bir tezahürüdür ve bu yönüyle de umut vericidir. Ancak, gelenekten miras kalan manevî değerleri kaybetmek korkusu ile zihnini kurcalayan ve beyin yakan sorular karşısında sıkışan gencin, bu süreci doğru yönetemezse bir inanç krizinin pençesine düşmesi kaçınılmaz hâle geliyor. Ferîdüddîn Attâr'ın dediği gibi, bu öyle bir yolculuktur ki, sonu ya puta çıkar ya da mihraba.
Bu krizden nasıl çıkılacak?
Sosyal araştırmalar yapan bir derneğin, gençlerle yaptığı mülakat çerçevesinde derlediği 100 soru, inanç krizine sebep olan saikleri görmemiz açısından bize ipuçları veriyor. Mezkûr dernekten gelen talep doğrultusunda, arkadaşlarımızla bir araya gelerek oluşturduğumuz komisyon marifetiyle bu meyanda sorulan soruları tasnif ettiğimizde, Kuran-ı Kerim ayetleri konularında 48, kelamî (akaid) konularda 28, fıkhî konularda 24 soru sorulduğunu tespit ettik. Kelam ve Fıkıh ilimlerinin omurgasını Kuran ayetlerinin teşkil ettiğini düşündüğümüzde, soruların tamamının Kuran vahyi ile ilgili olduğunu da söyleyebiliriz. Bu tasnif göstermektedir ki; gençler, Kur'an'ı anlama ve yorumlama konusunda ciddi bir zihin bulanıklığı yaşıyorlar.
Bu sebeple de, Kur'an vahyi ile muhatap olan bir gencin sorduğu soruya verdiğim cevabın, bu nitelikteki sorular için bir perspektif kazandıracağından hareket ederek dikkatlerinize sunuyorum.
Soru: Allah pek çok ayette beddua ediyor, hatta bazı ayetlerde kendinden bahsederek "Allah onları kahretsin" diyor (Münâfikûn, 4; Tevbe, 30) Bu durum nasıl anlaşılmalıdır? Cevap: Tarihi kaynaklara göre, İslamiyet öncesi Mekke'yi yöneten merkezî müşrik otorite, Allah tasavvuru üzerinden güç devşirmekte ve bunu kullanırken de hiçbir sınır gözetmiyordu. Halk kutsallık atfettiği oligarşik otoriteyi Tanrı gibi görüyor, iktidardakileri kutsuyor ve sorgulayamıyordu. Diğer yandan da Allah'ı zor zamanlarında hatırlayan halk yığınları kutsadıkları iktidarı beslemeye ve büyütmeye de devam ediyordu.
Hz. Muhammed'in (s.a.v) vahiyle muhatap olmaya başlamasıyla birlikte ilk nazil olan ayetlerde muhatabın "ve rabbike (senin Rabbin)" şeklinde sadece kendisi olduğunu görmekteyiz. Muhatap dilinin değişmesi ile birlikte kelimeler "rabbiküm (sizin Rabbiniz)" şekline dönüştü. İşte o zaman itirazlar açıkça dile getirilmeye başlandı. Şimdiye ve onlara konuşan, söz veren, teklifte bulunan, tehdit eden bir Allah'a yabancı olan iktidar bu durumdan rahatsız oldu. Yani, vahiy inmeye başlamadan önce merkez ve çevre ilişkisi vehimlerle sürmekteyken, diyalogun sınırları aşılarak ilahî, sonsuz ve sınırsız bir gücün, sonlu ve sınırlı olan insanla konuşmaya başlaması ve onları doğrudan muhatap alması taşları yerinden oynattı.
Burada akıldan çıkarılmaması gereken en önemli husus, ilk muhatabın Hz. Muhammed (s.a.v) örnekliğinde Arap dilini bilen ve Hicaz bölgesinde yaşayan Mekke ve Medine ahalisi, dolaylı muhatabın ise vahiy aracılığıyla yapılan teklife olumlu bakan ve kabul eden tüm insanlar olmasıdır. Bundan sonra, ilahi kelamın (vahyin) hem söyleyen hem de söylenen için bağlayıcı bir konuma geçmesiyle birlikte Allah, kendisini tanıtarak ne olduğunu zâtı ve fiilleri itibariyle ortaya koymaya başladı.
Allah, var olma hakkı veriyor
Modern dünyaya doğan ve Kur'an ile doğrudan bir ilişki kurmak isteyen insan için en önemli olan şey, Allah'ın kullandığı dili iyi anlamaktır. Çünkü vahiyle açılım ortaya koyan Allah, insanla ilgili olan güç ve iradesini sözü ile sınırlıyor. "Rab, Rahman ve Mâlik olduğunu, zalim olmadığını, tanık olduğunu" ifade ederken, inanç sahiplerine de teklifler sunuyor, "söz veren, sözünden caymayan" bir Allah olduğunu defalarca ifade ediyor. Böylece muktedir olan, mutlak gücün sahibi Allah, varlığa, var olma hakkı veriyor, bizi de her hak sahibine hakkını vermemiz konusunda bağlayıcı kılıyor ve bu hükmün bağlayıcılığı Hz. Muhammed'de (s.a.v) bilfiil karşılık buluyor.
Örneğin, Nur suresinin 55'inci ayeti ile muhatap olan bir kişiyi ele alalım. "Allah, içinizden iman edip dünya ve ahiret için yararlı işler yapan kimselere vaat etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde iktidar verecek, onlar için hoşnutluğuna vesile kıldığı dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, şu andaki korkularını güvenliğe çevirecektir; çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkâra saparsa yoldan çıkmış kimseler işte bunlardır."
Bu ayette Allah bir söz veriyor. Bir Müslüman, "ben bu sözü duydum ve vaadi hoşuma gitti. Ben buna göre hareket edeceğim" dediğinde, şu soru ortaya çıkıyor. Bu sözün kefili ve vekili kim? (Bu vaadin yansıması Mekkeli müşrikler açısından pek bir şey ifade etmiyordu. Çünkü onlar sözün sahibi hususunda zaten tereddüt yaşıyorlardı.)
Tevekkülün en önemli ve birinci şartı, sözün arkasındaki güce güvenmektir. Yoksa Hz. Muhammed'in (s.a.v) dahi kefil ve vekil olamadığı bir durum nasıl anlaşılabilir? Söz, güç, sınırlılık, tevekkül, gibi kelimelerin etrafında düşündüğümüzde yukarıdan aşağıya süren bu diyalog muhatap olan kısmıyla tamamen insani iken, aşkın olan Allah tarafından da diyalogun anlaşılması için insanın fıtratına uygun özellikler taşıması gerekiyor.
Vahiyle diyalog kurmak
"…Müminlere yardım etmek, Allah üzerine bir hak'tır (sorumluluk)… (Kendisini zorunlu kılması) …Allah dilerse yaptıkları nedeniyle insanları derdest ederdi… (Gücünü kontrol altına alması) …Şayet biz dileseydik, şayet biz isteseydik… (İradesini sınırlandırması) …lanet etmesi, kahretmesi…(Tehdit etmesi)" şeklindeki, Allah'ı ilzam ettiğini, bağladığını söyleyebileceğimiz bu ifadeler, sınırlanmış ve gücünü de istediği zaman kullanıp, istediği zaman kullanamayan sorumsuz, "keyfe mâ yeşâ" (dilediğini yapan) bir Allah tasavvuru vehmini ortadan kaldırıyor.
Dolayısıyla, varoluşsal meselemiz olan anlamak, anlamlandırmak, sorgulamak doğal ve fıtrî bir süreçtir. Vahiyle kurulacak olan bu diyalogda insan, sınırlı olan bir dili kullanıyor. Bu sınırlı dil çerçevesinde, Allah isim ve sıfatları ile birlikte 6 binden fazla yerde kendisinden bahsediyor ve bu esnada hedefi insandır. Allah neyse O'dur. Şeyh Gâlib'in dediği gibi; "İdrâki meâlî bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez."
Aslında biz Kuran ile kurduğumuz ilişkide O'nun üzerinden kendimize dair konuşuyor, "Allah adildir" dediğimizde kendimizin de adil olduğundan söz ediyoruz. Yani "Ben böyle olduğuma göre sizde böyle olmalısınız" deniliyor. Çünkü "En büyük örnek O'dur." Cenâb-ı Allah "Şüphesiz Rabbim dosdoğru yol üzerinedir" derken, elçisine "Şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerindesin" şeklinde hitap ediyor. Aynı şekilde, "Bizi dosdoğru yoluna ilet" şeklinde dua ettiğimizde bize gösterdiği hedef, kendi durduğu yer oluyor.
"Sınır, gücü bozar" dediğimizde, güçlü olduğum zaman sınır tanımam demek isteriz. Bu nedenle Allah kendisini sınırlandırarak bize güç ahlakını öğretiyor. Bu nedenledir ki "Allah'ın lanet okuması şeklinde karşımıza çıkan ifadeler, sınırlı varlık olan insan için şartlar oluştuğu zaman lanet okumasının mümkün olacağını ifade etmektedir." Çünkü kızmak, öfkelenmek, lanet okumak, kahretmek gayet insanidir.
Şöyle bir düşünelim, Hepimiz sınırlı da olsa güç sahibiyiz. Konumumuz itibariyle bir öğretmen, bir yönetici, bir müdür, bir aile babası olmak durumundayız ve güç vehmediyoruz. Birden öfkemiz kabardığında, başka yerde ve başka zamanda gücümüzü kullanamama imkânından hareketle sınır tanımaksızın kullandığımız ifadeler ile dilediği gibi hareket etme tavrı ortaya koyuyoruz ki bu insani bir tavır değildir. İşte bu nedenle "keyfe mâ yeşâ" yani "dilediği gibi hareket etmeyen" bir Allah'a inanmak haddi aşmamayı gerektirir.
Sonuç
Allah'ın zâtı, vahiy, ahiret inancı (ölüm, cennet, cehennem, vs.) kader, irade, kötülük gibi konular etrafında geçmişte yapılan tartışmalara ve günümüzde hâlen devam eden çekişmelere, sosyal medya aracılığıyla bir tıkla ulaşılabildiğini düşündüğümüzde meselelerin çözümünün içinden çıkılmaz bir hâle geldiğini söyleyebiliriz.
Genç bir birey içine doğduğu bu dünyanın artık en önemli gerçekliği durumuna gelen sanal âlemin göz kamaştırıcılığından kendini alamıyor, bir yandan sosyal medya platformlarında dolaşan ve amacı dinî değerleri imha etmek olan mayınlara basıyor, diğer yandan da zihinleri imha eden mâlumatfurûşluk bombardımanına maruz kalıyor ve genetiğinde var olan gelenek ile bu geleneğin getirdiği değerleri öldürmeye mecbur bırakılıyor.
Ben buradan çıkış yolunun, yeni bir din dili oluşturmaktan geçtiğini düşünenlerdenim. Müslümanlar öncelikli olarak müspet anlamıyla günümüz dünyasına uyum sağlayamama sorununu masaya yatırmalı, neşter atılacak yerlere neşter atmalı, dikilecek yerler varsa dikmeli ve güzel görünmek için değil, zaten var olan güzelliği yeniden ortaya çıkarmak için estetik yapılacaksa bunu da gerektiği gibi yapmalıdır. Dinî bilgi müktesebâtımızı yaşadığımız çağa uyarlarken (güncellerken) zamanın ruhuna uygun bir sentez ortaya koyulabileceğine, modernizme öykünmeden değerlerimiz üzerine inşa edebileceğimiz bir medeniyete, omurgamızı dik tutmak şartıyla, varoluşsal sancıların ve kaygıların üzerine kararlılıkla gidilmesi ile bu krizden çıkılabileceğine inanıyorum.