Batı’nın aynası: İslam-yabancı-mülteci düşmanlığı
Kriz çağını yaşıyoruz. 20'nci asırda da ciddi krizler çıktı ama bunlar varoluşsal dönüşümlere yol açmamıştı; zamanımızdaki krizler bizi tanımlıyor, insani yönlerimizi, özümüzü belirliyor. Kapitalist dünya sistemi kriz içinde… Krizde çünkü sistem kendini buhranlarla yeniliyor, güncelliyor, bir başka aşamaya bunalımlarla geçiyor. Neoliberalizm 2008'de krize girdi ama ölmedi, Korona salgını sonrasında muhtemelen revizyon ve rehabilitasyon çalışmalarıyla halkları daha çok kendine ram edecek pansumanlarla yoluna devam edecek.
Dünya sistemi belki de tüm geleneksel hegemonya yapılarında, devletlerde, İmparatorluklarda, feodal yapılarda olduğu gibi düşmanlıklarla, ötekileştirmelerle, başka inşasıyla varlığını gösterebiliyor. Hegelyen bölünmüş benliğin kendini "başka"da görüp dizayn etmesi en çok Batı medeniyetinin ontolojisini tanımlıyor, anlamlandırıyor.
11 Eylül Rejimi de ABD merkezli sistemi suhulete sevk etmediği için iktisadi krizi aşmak siyasi karşıtlıklar, düşmanlıklar bulmaya bağlandı. Böylece küresel şirketleri kurtarmaya harcanan bütçelerin altında kalan halklar daha büyük tehditlerle domine edilebildi. Öyle ya, küresel şirketlerin ceremesini çekerek fakirleşmekten daha kötü değil mi; göçmenlerin, mültecilerin, Müslümanların Batı medeniyetini yıkması, topraklarını ele geçirmesi, ikinci bir Kavimler Göçü ile Avrupa'yı işgal etmesi!
Batı hegemonyasının korkuları
Avrupa'da, Batı'da popülizm, içe kapanma, etno-milliyetçilik yükselirken kadim düşmanlaştırma- şeytanlaştırma yeniden güçlenerek sürüyor. Etno-milliyetçiliğe, içe kapanmaya rıza gösterenlerle buna karşı çıkanlar aynı hassasiyeti, aynı kaygıyı, aynı korkuları paylaşıyor!
Mülteci, göçmen, yabancı ve Müslümanların Batı'yı işgal edeceğini düşündükleri için en şedit karşılığı vermek isteyenler demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden yani Batılı hegemonik değerlerden uzaklaşmayı erdem sayar, cadı avcılığını kutsarken… Onlara karşı çıktıkları zehabına kapıldığımız kesimler, yani demokrasiyi, insan hakları ve özgürlükleri savunanlar ise Batı'nın evrenselci beyaz hegemonyasının bitirilmeye çalışıldığını iddia ederek aynı zemine oturuyor. İçe kapanmacı, milliyetçiler de dışa açık küreselciler de Batı hegemonyasının zayıflamasını temel alıyor.
Her hâlükarda Batı dışındaki herkes, öteki ve düşman diye kodlanır; ister fiili sömürge deyin, ister rızaya dayalı hegemonik emperyalizm… Batı merkezli imparatorluk ve tahakküm tutumundan, bunun için gerekirse şiddet kullanılmasından vazgeçmiyor. Çünkü içe kapanmacı sömürgeciler de evrenselci hegemonya taraftarı sömürgeciler de mültecilerin- Müslümanların söylemlerini, temsil ettikleri değerleri tehlikeli evrenselcilik kapitalist dünya sisteminin alternatifi konumuna yerleştiriyorlar.
İlginç olan şu ki İngiliz dünya sisteminde, sanayi ve finanskapital dönemde medeniyeti temsil eden Batının değerlerini geri kalan vahşi ve barbar halkların- devletlerin zorla da olsa benimsemesi yolunda bir kanaat ve politika hâkimdi. Modernizm ve modernleştirme bir bakıma uygarlığı, vahşi coğrafyalara, "insan sayılmayan"lara taşıma, medenileştirme projesiydi.
Türkiye'de modernizm şablonik formel unsurlarla birlikte cebren yürütüldü. Dünyanın pek çok bölgesinde ise sisteme alternatif üretemeyecek toplulukların, devletlerin kendi geleneklerini yaşamalarına müsaade edildiği gibi zaten modernizmin nimetlerindenfaydalanmamaları da sağlanmıştı. Kadim coğrafyaların medenileşmesi, kapitalistleşmesi beyin göçü ve sistemin tıkanan yerlerinin açılması bakımından teşvik edilmişti… Neo-liberalizmin tıkandığı süreçte Batı, kapitalistleşen, modernleşen bu halkların da çok ciddi tehdit içerdiğini savunuyor; kapitalistleşseler bile bunu kendi evrenselci hedeflerine teşmil etmelerinden korkuyor.
İslamofobinin, yabancı karşıtlığının bir tarafında Müslümanların, özellikle Türklerin kendi tikel kültürelliklerini özel alanlarında yaşamayı "yeterli görmeyip" bunu evrenselleştirmeye çalışmaları bulunuyor. Yersiz bir korku mu? Hayır, biz Türkler inancımızı vicdanen yaşadığımız gibi inandıklarımızla her daim dünyaya bir düzen getirme iddiasını güdüyoruz.
Medenileşenlerden korkan Batı!
İslam – Batı karşıtlığı kadar Medeniyetler Çatışması ve İttifakı arasında salınırken benzer bir çelişki Batı'da da gelişiyor. Mesele yalnız Türkleri ve Müslümanları, daha da önemlisi İslam'ı bir tehdit görmenin ötesinde beyaz ve Hristiyan olsa bile Avrupalı olmayanların kapitalistleşip güçlenmesinin çok daha büyük tehlike arzetmesinde… Medenileştirdiklerinin medeniyeti imha edeceği sanrısı sarmış Batıyı! Avrupa'nın, Batı medeniyetinin yabancı ve İslam düşmanlığının nedenlerinden bir başkası, mültecilerin, Müslümanların, bizatihi İslam'ın kendisinin Batı'nın kurduğu kapitalist sistemin ne kadar adaletsiz, eşitsiz, zalimane, sömürücü, ikiyüzlü, faşist olduğunu bizzat onların yüzlerine vurması, ispatlaması, dünyaya ifşa etmesidir.
Mülteci, yabancı ve İslam, Batının ötekisi olduğu kadar aynasıdır; Batı onlara baktıkça kendi yüzünü, gerçekliğini, hakikatini görür.
Batı, mülteci üzerinden kapitalizmin, kendi kurduğu medeniyetin krizini görür, kabullenmek istemez! O yüzden suçu yine mülteciye, göçmene, Müslümana yüklemeye, onları terörist, vahşi, barbar göstermeye çalışır. Bununla da kalmaz, mülteciyi, yabancıyı, Müslümanı suça zorlar, teşvik eder…
Zevksiz, ironisiz, mizahsız, faşist karikatürlerin yayımlanması açık bir provokatörlüktür; mültecinin ve Müslümanların, vahşiliklerini, sömürgeciliklerini Avrupa medeniyetinin yüzüne vurmasının intikamı, onları tahrik ederek suça sevk edip üzerlerindeki yük seyreltilerek alınır. Guantanamo, Ebu Gureyb, Doğu Türkistan, Filistin gibi yerlerin II. Dünya Savaşı'ndaki Auschwitz'den farkı kalmayacak şekilde kurgulanması, mesiyanik tutumlardan kelle kesen Selefi yapılara kadar araçsal kullanımlar yeni tür oryantalizmin bir göstergesi esasında. YPG gibi örgütlerin sempatikleştirilmesi, Yeni Zelanda saldırganının terörden değil adi suçtan yargılanması benzer sürecin devamı niteliğinde...
Soğuk Savaş'ın sona ermesinden 11 Eylül'e kadarki süre Amerikan İmparatorluğu'nun mutlak galibiyetinin, Avrupa'nın baskılanmasının işaretidir. 2000'lerin ortasından itibaren Avrupa kendi kimliğini bulabilmek için başta İngiltere, Almanya ve Fransa olmak üzere "başka"sıyla entegrasyonu bitirdiğini ilan etti.
Umberto Eco Yengeç Adımlarıyla kitabında eğer yaşlı kıtada yaşamak istiyorlarsa Müslümanların yeme içme, dua etme tarzından giyinmeye kadar Hristiyan kültürünü ve gündelik yaşamını tercih etmesi gerektiği şartını koşar.
Batı bırakın ötekinin kültürüne değer vermeyi tam tersi hakir görür. Bu açıdan mesela Fransa saldırısı sonrası Avrupalı liderler kol kola yürürken Türkiye'nin dışlanması esasında bir huruç hareketini işaret ediyordu. Sonuçta "ya göçmenler boğulacak, ya bırakacağız kıtaya gelecekler, biz batacağız" fikrindeki Batı, Türkiye gibi ülkelere bir zamanlar dikte ettiği diyalogculuk sendromonu yaşıyor. Entegrasyonu hep kendi şartlarıyla istemesinin nedenlerinin başında köklerini aramak, sömürgeci dönemdeki atılımı yenilemek kadar, Batı ruhunu korumaya almak da var.
Çöken Avrupa'nın dirilme azmi
Dünya sistemi çıkmazda, fetrette... Küresel kurumlar işlevsiz, iktisadi yapı toplumlardaki sınıf farkını açıyor, biyo-güvenlikten siber-güvenliğe emniyet sağalmış durumda. Çin ekonomisi korona salgınından da zaferle çıktı, işsizlikten daralmaya Batı ekonomileri zayıflıyor. Sosyal politikaların yokluğu bireylerin yükünü katlıyor, kredilendirme usulü orta sınıfları çökertiyor. Rahatsızlık çevreden merkezdeki ülkelere ulaştı, refahın yalnız üst kesimlerde gelişmesi huzursuzlukları artırdı. Bu da bastırma, sindirme, korkutma, istisna hâlini kullanmayı, o da tüm okların İslam- mülteci-yabancıya çevrilmesini getirdi.
"Tarihin Sonu"nun sunduğu özgüven Batı'yı liberal ve radikal demokrasiye açmış, bundan Türkiye de etkilenmişti. 1990-2015 arasında etnikdinî- cinsiyetçi kimlikler öne çıktı, birey ve cemaatler devletin önüne geçti, güçlü devlet geri çekildi, toplumsal değerler geri plana itildi, demokrasi ve radikal özgürlükler eşcinselliğin normalleşmesine varacak boyutlara kadar tartışılabilir hâle geldi. Çatışma bölgelerinde sorunları çözen değil suhulete kavuşturan anlaşmalar imzalandı.
Breivik ve Torrent, Norveç ve Yeni Zelanda'da Batı için özcülük ve saflık adına "ikaz katliamları" yaptı. Avrupalıların kaygısı neoliberal konfor ve radikal liberalizmin Çin yükselişiyle beraber kapitalizmi ve sermayeyi Batıdan götürmesi, kendilikleri güçlü Batılıların korumasız bir medeniyet doygunluğu yüzünden geri planda kalması üzerinedir. Ontolojik emniyet sahasını yeniden tesis edebilmenin imkânlarını şiddetılımlılık dikotomisine bağlama evresinde entegrasyonun aslında yaşlılardan müteşekkil Avrupa'yı tehdit edeceği algısını da siyasallaştırdı Avrupa.
Mültecilerin, Müslümanların Batı'dan yalnız medeniyet araçlarını alabileceklerini, dinlerini ise reddedeceklerini ikrar etmeleri, modernizmle transformasyonun sağlanacağını öngören Batı zihnini epey yordu. Kolaylıkla Batı eksenine dâhil olabilen medeniyetlere karşın Müslümanların kendiliklerini yaşamayı sürdürmeleri öteki yabancıların da kültürel entegrasyona direnmelerine yol açtı. Bu elbette Batı'yı daha da öfkelendirdi, Müslümanlara ve İslam'a karşı biledi.
Batı'nın bitmeyen Türk korkusu
Modernite ve Batı medeniyeti, Japonlardan Korelilere kadar pek çok farklı medeniyet ve din mensubunu "Batılılaştırabildiği" hâlde bir tek İslam'ı ve Müslümanları etkileyemedi, dönüştüremedi. Zizek'in dediği gibi kapitalizme direnen tek din hâlâ İslam!
Avrupa'da ve Batı'da gelişen İslam-Müslüman-Türk düşmanlığının altında bu hınç ve direnç noktasını kırmak gelir. Şunu görmek gerekir, Avrupalı entelektüellerin bütünleşik bir Avrupa hülyası hiçbir tarihi, sınıfsal gerçekliğe oturmuyor. Yüzyıllık, otuz yıllık savaşlardan sonra kurulan Westfalia düzeni bile ancak "ulus-devlet"ler üzerinde ittifak edilmesini sağlayabildi. Biz Türkler Avrupa'ya, Batı medeniyetine gayrı meşruluğunu, Haçlı zihnini, sömürgeciliğini, adaletsizliğini, zalimliğini hatırlatan bir ayna vazifesi icra ediyoruz. Kapitalist dünya sistemine direnen tek din İslam ama İslam ülkelerinin tamamı değil!
2020'nin siyasi konjonktüründe İsrail merkezli bir Ortadoğu ve Akdeniz'e onay veren, İsrail'e bağlılıklarını bildiren, Türkiye karşısında AB-ABD ve Avrasya ile ittifak kuran, Türkiye kimle çatışıyorsa onu dost belleyen İslam ülkelerinin yöneticileri, Batı karşıtlığı yapmayı bırakın, bu misyonu sürdüren Türkleri Batı ile el ele vererek ezme taraflısı.
Yükselen Çin, imparator ABD ve çelişkileri artan kapitalizm karşısında çıkış arayan Avrupa 15'inci yüzyıldaki, "Tanrım bizi Türk'ten, şeytandan, kuyruklu yıldızdan koru" duasını bugün tekrar ediyor. Konjonktür itibariyle yeryüzündeki milletlerin, devletlerin yekûnu çıkmazda, biz Türkler de bir girdapta olduğumuzun farkındayız fakat bu cendere bizim bilincimizin arı-duru kalmasını sağlıyor.
İslam, Müslümanlar ve biz Türklerin yeniden tanımlanmaya başladığı, kalıplara alındığı, yer tayin edildiği bir dönemde dünya sisteminin bilkuvve alternatifi olmayı sürdürüyoruz. Osmanlı kapitalist ilişki biçimlerini kabul etmediği, İslam'ın emrettiği iktisadi düzeni sürdürdüğü, kul hakkını gözettiği, aşırı kâra, mülkün ve kazancın tekel-komisyoncu- rantçı eline geçmesine rıza göstermediği, milletini ve İslami düzenini muhafaza ettiği için tasfiye edildi; bu tehlikeyi gördüğü hâlde yine de ilkelerinden taviz vermedi. Bu aşamadan sonra dünya sisteminin yarığından, hâlâ kurulamayan sistemin boşluklarından faydalanarak bize özgü iktisadi, ahlaki, toplumsal ilkeleri yeniden canlandırabiliriz.
"Batı galip geldi ama İslam- Müslümanlar-biz Türkler yenilmedik" bilinci ve asaletiyle tekinsiz karakterimizi, kurucu değerlerimizi birleştirebilir, yeniden kapitalizm ve Batı dışı bir dünyayı inşa edebiliriz.