Közellikleri yahut kuşaklar arasındaki çatışmalar neredeyse her dönemin popüler kavramları arasında yer alıyor çünkü değişen zamanla beraber ilişkiler de değişiyor ve her nesil kendinden önceki ya da sonraki nesille çoğu zaman çatışıyor. Bu da beraberinde "Ah o eski zamanlar…" ya da "Onlar ne anlar…" ile başlayan söylemleri getiriveriyor.
Antik çağda Platon'un bile o dönemin ergenlerine "Onlar tamamen bedensel arzularının esiridirler ve sadece tartışmak için tartışırlar" dediğini düşünürsek bunun bu zamanda da kısmen devam ettiğini söylemek çok yanlış olmaz herhâlde.
Aslında 'Kuşaklar sorunu' kavramını 1928'de ilk ortaya atan, sosyal bilimci Mannheim. Kişinin duygu, düşünce ve davranışlarının içinde bulunduğu zamanın koşulları ve şahit olduğu tarihsel süreçler gibi unsurlar tarafından belirlendiğini söylüyor. Ona göre kişiler, bu deneyimler sayesinde bazı davranış kalıplarına sahip oluyor ya da olamıyorlar. Bu bakış açısı bize çatışmaların kaynağına dair bir fikir veriyor olsa da davranışları yahut sözleriyle ilgili olarak bir genci yadırgadığımızda "Biz böyle miydik?" demekten alıkoyamıyoruz kendimizi…
Koronavirüs önlemleri kapsamında ertelenen üniversite sınavının, turizm geliri kaygısıyla yeniden öne alınmasıyla beraber Türkiye, sahip olduğu bir neslin çok daha net bir şekilde farkına vardı: Z kuşağı çocukları! Çünkü bu değişikliğe çevrimiçi platformlardan büyük bir hızla tepki verdiler. Sosyal medya kanallarını son derece organize bir biçimde kullandılar ve biz, onları ve öfkelerini görebildik.
Bu gençler kim?
Kısacası X yahut Y kuşağındaki kişilerin genel davranış kalıbı olabilecek "Olana razı gelelim.", "Aman ağzımızın tadı bozulmasın" söylemleri yerine, tepkilerini kendilerini daha iyi ifade ettikleri bir mecra vasıtasıyla verdiler. Böylece bugün yaklaşık olarak 17-18 yaşlarında olan bu Z kuşağı çocuklarının aslında ne kadar etkili olduklarıyla karşılaşmış olduk.
Peki, Türkiye nüfusunun 7 milyonunu oluşturan bu gençler kimdir? Bazı farklı değerlendirmeler olsa da genel görüşe göre 1995-2018 yılları arasında doğmuş olan çocuklar, Z kuşağı nesli olarak kabul ediliyor. Sokakta oyun oynamayı yahut 20 ciltlik sözlüklerden kelime aramayı bilmiyorlar.
Oyunları da bilgiye erişme yolları da daha çok sanal platformlar üzerinden oluyor. Teknoloji onlar için bir lüks tüketim unsurundan öte daha çok yemek, su gibi temel bir ihtiyaç. Yaratıcılar, zekiler, yabancı dillere daha hâkimler, bilgiyi hızlıca işleme becerisine sahipler, özgürler, apolitikler, ilişki kurmada, hak aramada daha başarılılar, sabırsızlar, tatminsizler, otoriteyi sorgusuz kabul etmiyorlar, özgüvenleri daha yüksek ve aidiyet duyguları daha az.
Hayatı daha bireysel yaşamayı tercih ediyorlar. Kalabalık aileler yerine helikopter ebeveynlerle tek çocuk, en fazla iki kardeş olarak büyüyorlar. Daha önceki nesillerle olan ilişkileri daha farklı… "Büyüktür, ne yapsa yeridir" algısından farklı olarak anlaşılmadıklarını hissettiklerinde konuyu kapatıp "Ok boomer" diyorlar (Baby Boomers, ikinci dünya savaşı sonrası meydana gelen nüfus patlaması nedeniyle 1946-1964 arasında doğan nesle verilen ad. Dolayısıyla bu ifadenin de 'tamam moruk' gibi bir anlamı var). Bu nedenle kendilerinden önceki nesillere göre çoğu zaman soğuk, bencil, ilgisiz ve saygısız olarak değerlendirilebiliyorlar.
Bu çocuklar "farklı"
Mannheim her ne kadar kuşakların içinde bulundukları zamanın koşullarına göre etkilendiğini söylese de bizim toplumumuz için bu yaş aralığındaki her gencin bu tür özelliklere sahip olduğu şeklinde bir genelleme yapmak doğru olmayabilir. Zaten bunu da yine koronavirüs sayesinde kısmen deneyimlemiş olduk.
Okulların kapanmasından sonra eğitimin hem televizyon vasıtasıyla hem de çevrimiçi platformlarla verilmesiyle birlikte, çocukların bir kısmının bilgisayar ve internet erişimlerinin yeterli olmadığını ve hatta bir kısmının evlerinde televizyon dahi olmadığını gördük. Dolayısıyla İstanbul'un göbeğinde, elinde akıllı telefonu, evinde bilgisayarı olan bir gençle kırsalda yaşayan bir gencin aynı kişisel özelliklere yahut davranış kalıplarına sahip olamayabileceğini söyleyebiliriz.
Aynı şekilde ahlaki ve kültürel normları önemseyen ebeveynlerle yetişen çocukların da her ne kadar aynı zaman diliminde doğmuş olsa bile, yukarıda saydığım özelliklerin tamamına sahip olacağı şeklinde bir yargıya varamayabiliriz.
Fakat ben, her şeye rağmen bu çocukların bir şekilde "farklı" oldukları konusunda hemfikirim. Bence ne olursa olsun en azından düşünme biçimleri bizlerden farklı. İyi ki de farklı… Çünkü her nesilde olduğu gibi, Z kuşağı çocukları da anne babalarından aldıkları parçaları kendi sahip oldukları farklı ama kendilerine özgü olan parçalarla birleştirecek ve içinde bulundukları zamana fayda sağlayacaklar.
Böylece nesiller, toplumlar ve kültürler harmanlanacak, gelişecek ve büyüyecek. Bu nedenle onları beğenmemek yahut yargılamak yerine önce anlamaya sonra birlikte gelişmeye çalışmanın nesiller arasındaki uyumu sağlamak açısından daha kolaylaştırıcı olacağını düşünüyorum.
Yargılamak yerine anlamak
Bu uyumu sağlamak için üretkenliklerini, girişimciliklerini destekleyebilir ama bir yandan da ait oldukları kültüre ait parçaları onlara tekrar hatırlatabilir, içinde bulundukları bu hızlı zamanda köklerini kaybetmemelerine rehberlik edebiliriz.
Her ne kadar davranışlarının yahut düşünme biçimlerinin bir kısmının içinde bulundukları zamanla ilgili olduğunu varsaysak da bir kısmının da ergenlik döneminin (bu kuşaktaki çocukların en büyüğünün yaklaşık 20 yaşlarında olduğunu kabul edersek) genel gelişim özelliklerinden olduğunu aklımızda tutabiliriz.
Dolayısıyla "Ben her şeyi bilirim", "Bana bir şey olmaz" söylemlerinin, sonucunu düşünmeden fevri hareket etmelerinin yahut sadece kendi ihtiyaçları için tepki verirken içinde bulundukları toplumun genel sorunları üzerinde aktif rol almamalarının sebebi henüz tam tamamlanmamış beyin gelişimleri ve hızla değişen hormon yapıları olduğunu hatırlayabiliriz. Jung, "Düşünmek zordur, bu nedenle birçok insan yargılar" diyor. Z kuşağı olsun, olmasın bu çocuklar bizim çocuklarımız. Birçoğumuz kalabalık ailelerle, kocaman sofralarla, gecenin karanlığına kadar devam eden sokak oyunlarıyla büyümüş ve bugün bile hala bunların tadını arıyor olabiliriz. Ama bu, bu neslin de tadı olmak zorunda değil. Uzun binalarda dikine büyüyen çocuklar için hayat, artık çok daha farklı bir anlama sahip ve bu bizimkine göre daha kötü olmak zorunda da değil. İçinde bulundukları tarihsel sürecin, onlara verdikleriyle kendilerine yeni bir yol çizmeye çalışıyorlar.
Çocukluk ve ergenlik dönemleri, değişimin her alanda bütün gücüyle ve hızla kendini gösterdiği bir zaman diliminde geçiyor. Yeni dünyanın vazgeçilmez bir unsuru olan teknolojiyi, hayatlarının her alanında kullanıyorlar. Zamanı daha yavaş yaşamaya alışık olan bizlere ise bu durum, oldukça yabancı geliyor. Aynı zaman dilimini paylaşırken bize düşen, yargılamak yerine onları daha iyi anlayabilmek olabilir. Bunun için de işe önce "düşünerek" başlayabiliriz; nasıl bir gerçeğin içinde büyüyorlar, ne gibi problemleri, ne gibi ihtiyaçları ve bütün bunlar için ne gibi çözümleri var… Çünkü aslında her biri aynı kuşağın çocukları olsa da kendi içlerinde farklı dünyalara sahip olabiliyorlar. Düşündükçe yeni bakış açıları kazanabilir, kazandıkça onları anlayabilir, ihtiyaç duyduklarında sığınabilecekleri bir liman olabilir ve böylece nesiller arasındaki köprüyü koruyabiliriz.