İnsanın en büyük ailesi: Tabiat ve evrensel akrabalıklar
Balzac "Baba oldum, Tanrı'yı anladım" dediğinde, hafızalarda en çok kalabilecek cümlelerinden birini söylediğinin farkında mıydı? Cümlenin akılda kalmasının nedeni -sözün doğruluğu bir yana- anne-babalığın insana kazandırabileceği en büyük nimeti veciz bir şekilde anlatabilmiş olmasıdır. Daha doğru bir anlatımla yazar, doğal arzularımız ve ihtiyaçlarımız ile manevi gayemiz arasındaki köprüyü bize gösterebilince cümlesi hafızalara kazındı.
Herkes bilir ki doğan çocuğun ardından hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Anne-baba çocuktan öğrenirken onunla yetişir, olgunlaşırken yetiştirirler yeni doğanı. Bu süreçte alışkanlıkları değişir, ahlak gerçek sınavlardan geçer, haddizatında insan derin tabiatına adım adım yaklaşır. Bununla birlikte pek az insan öğrenme sürecini metafizik düzleme taşıyarak babalık-annelik bilgisiyle Allah'ı tanımak arasındaki irtibatı keşfedebilir. Bu irtibat keşfedildiğinde ise her insanın tecrübesi evrensel bilgeliğe evrilerek gerçek annelik ve gerçek babalıkla insan taçlanır.
Muhakkik sufilerin gözüyle meseleye bakarsak, bahis mevzu olan şey, soyutlama ve kıyaslama tarzında gerçekleşen öğrenme değildir. Burada söz konusu olan şey, insanın en gerçek ve sahici ilişkisinde Allah'ı hatırlamasıdır. Biz, bizi yaratan Allah'ı, bir şey meydana getirirken veya bir parça bizden ayrılırken anlamaya yakınız. "Ciğerpare" (kanın parçası) terkibindeki 'parça' bizi bütünleyen veya bizden ayrılarak eksik bırakan demektir. Bu itibarla tabir Yaratan-yaratılan arasındaki ontolojik irtibatın numunesidir.
Haddizatında 'doğum' dediğimiz şey bir var etme ve yaratma türüdür. İnsan doğum vesilesiyle olduğu kadar hiçbir şeyde yaratılış eyleminin parçası hâline gelemez, ona katılamaz veya onu müşahede edemez. Bu nedenle insan baba olunca sadece günlük hayattan aşina olduğumuz bir takım tecrübeler kazanmış olmaz; bu süreçte evrenin var oluş sürecini 'mikro' örnekte müşahede ederek yaratılışı ve onun üzerinden Allah'ı tanıma imkânı bulur.
Çocuk babanın sırrıdır
Sufilerin hadis-i şerif olarak aktardıkları "Çocuk babanın sırrıdır" sözü hakkındaki yorumlar aynı hakikati anlatır. Çocuk babanın derunundaki sırları ve nitelikleri göstermekle kalmaz (sırrın birinci anlamı), babayı varlık sebebine yaklaştırmakla asıl kapının anahtarı hâline gelir (ikinci sır). Bu itibarla çocuk en etkili öğütçü, en mücbir eğitmen, en özel mürebbi ve hepsinden önemlisi varlığın anahtarıdır. O anahtar vesilesiyle varlığın sırları insana açılır.
Balzac'ın cümlesinin arka planını Hıristiyan teolojisinin babaoğul düşüncesinin belirlemiş olması, söylenen sözü bize uzak kılmaz; babalık bilgisinin insana ne kazandırabileceği sorunu dinî geleneklerde ve felsefi düşüncelerde sürekli işlenmiştir. Kadim felsefelerde babalıkannelik nedensellik silsilesini anlatmak üzere kullanılmış tabirlerdir. 'Sudur' teorisi bir doğum sistemidir: Her üst varlık alttakinin babası, ondan sonra gelenin annesidir. Var olma doğumun ta kendisidir.
Evrenin var oluşunu göksel ve yersel nedenler arasındaki 'evlilik' (nikah) ilişkisiyle açıklayan mitolojilerde yüksek hikmetin izlerini fark etmemek mümkün müdür? Göksel nedenlere babalar, onların etkisiyle hareket eden yersel nedenlere ve varlıklara 'analar' demek yaygın adetti. Büyük filozof İbn Sina evrendeki teşhis edici üslubu 'romantik' bulsa bile evreni insan gibi ve insanı evren gibi düşünmek kadim geleneklerin müşterek arzusuydu.
'Tabiat ana' dediğimizde nedensellik ilişkisiyle birbirine bağlı birçok şeyin kardeşliğinden veya akrabalığından söz etmiş oluruz. Anası tabiat olan bütün nesneler, nedensellik bağıyla birbirinin akrabası hâline gelerek yeryüzünü imar ederler. İbn Sina "Birbiriyle izafiyet ilişkisi olmayan hiçbir şey yoktur" derken evrende cari nedensellik bağına ve ilişkilere dikkatimizi çekmişti. Her şey ötekine bağlanır, her şeyden ötekine geçen yol vardır, her şey ötekileri içerir ve ilgilendirir.
Varlık mertebelerinin nikâhı
Varlığın mütedahil tesanütü, tasavvuf düşüncesinin birçok meselesinde işlenmiştir. Tasavvuf ve tarikatlarda şeyhlere 'baba' demek, onu kurucu ilke saymak aynı kapsamda değerlendirilebilir. Şeyh veya üstat insanın ruhsal hayatının ilkesi ise orada da doğumdan söz edebiliriz: Şeyh baba, mürit ise onun evladıdır. Beden oğlu ve yol karşıtlığı buradan gelir. Birincisi kan bağına öteki de ahlak ve ruhsal bağa işaret eder.
Hz. İsa'nın "İkinci kere doğmayan melekût sırlarına eremez" anlamındaki sözü ahlaken ve ruhsal doğuma işaret eder. İbn Arabi Hz. Peygamber ve Hz. Âdem arasındaki ilişkiyi bu tabirlerle anlatır: Bütün insanlar için 'Ebu'l-ebdan' yani bedenlerin babası Âdem iken 'Ebu'l ervah' yani ruhların babası ise Hz. Peygamber'dir. Aynı bağlamda İbn Arabi 'yüce babalar ve aşağıdaki analar' tabirini kullanarak varlık mertebeleri arasındaki ilişkiyi 'nikâh' yani birleşme terimiyle izah eder.
Nikâh sayesinde tüm varlık katmanları birbirine bağlanarak her şey akraba olur. İnsan evrendeki bu kapsamlı nikâhın ürünü olarak meydana gelen son üründür; en son geldiği için de bütün öncekilerin izlerini taşır. İbn Arabi dünya ile insanın ilişkisini ana-çocuk ilişkisi olarak yorumlarken doğada türeyen bitkiler ve hayvanlar ile ilişkimizi aynı şekilde ele alır: Biz bizden önce doğanlarla akrabayız.
Hadis-i şerif bu kapsamdaki düşüncelere kaynaklık teşkil eder: "Hurma halanızdır." Hurmanın bitkiler arasında özel bir durumu olsa bile bütün bitkiler ve canlılarla insan arasında akrabalık bağı sabittir. Ahlaklı olmak yeryüzündeki akrabalarımızla birlikte yaşayabilmek, onların haklarına ve varlıklarına saygı göstererek yaşamak demektir.
Marifeti talep: Anahtarı kilide çevirmek
Doğal bir hadise insana niçin Allah'ı tanıma imkânı versin ki? Sorunun cevabı Allah-insan ve âlem ilişkisini düşünmekle bulunabilir. İnsan Allah tarafından yaratılmıştır dediğimizde bitmiş ve neticelenmiş ilişkiyi konuşmuş olmayız; meçhul ilişkiden de söz etmeyiz. Allah yarattığı insanı kendine en yakın varlık olarak yaratmış, ona şah damarından yakın olduğunu bildirmiş, bazı rivayetlerde belirtildiğine göre de onu ilahi surette var etmiştir.
Metafizikçiler insanın varlıktaki müstesna konumunu anlatırken onu küçük âlem kabul etmişlerdir. İnsanın yaratılışı demek evrenin yaratılışı demektir. Süleyman Çelebi Hz. Peygamber'in doğumunu anlatırken meleklerin doğumu tebcil için inmesinden söz eder; haddizatında her çocuk 'halife-insan' olmak itibarıyla sıra dışı hadiseyle doğar ve tebcil edilerek yeryüzüne iner. İnsanın doğumunun değerini bir insanı öldürmenin ne büyük suç sayıldığını hesaba katarak fark edebiliriz.
Dinî kavramlarla hayata bakmayı bilebilsek doğumun bütün evrendeki en ciddi hadise olduğunu fark edebiliriz. Bir insanın doğumu evrenin var olması mesabesinde büyük bir mucize ve benzersiz hadisedir çünkü insan evrenin anlamı ve ruhudur. O zaman anne ve baba çocuğun varlığına şahitlik etmekle evrenin yaratılışını görüyor demektir; bilhassa annelik bu süreçte evrenin yaratılışını bir örnek hadise üzerinden yeniden temaşa ediyordur. Anne-baba olmanın Allah'ı bilmekle ilişkisi tam olarak buradan kurulabilir: Bir yaratılış türü veya tarzı olarak doğumu düşünmek…
Meselenin ikinci yönü ise yaratılışta Allah-insan ilişkisini bütünparça ilişkisi olarak düşünmekle ortaya çıkar. Burada maddi varlıkla ilgili bir durum söz konusu değildir. Allah -keyfiyetini bilemediğimiz tecellisiyle- bize ve âleme varlık ihsan edince biz var olduk. Bu yaratılış ilişkisini bütün-parça veya asıl-fer ilişkisi olarak izah edebiliriz. İbn Arabi Adem-Havva ilişkisini böyle ele aldığı gibi ebeveyn-çocuk ilişkisini de bütün-parça ilişkisi gibi görebiliriz. Bu itibarla parçamıza dönük iştiyakımız ve sevgimiz Allah'ı anlayabileceğimiz en mükemmel örnektir; vahdet-i vücudun bazı yorumlarından meseleye bakarsak Allah'ı o ilişkinin kendisinde görmemiz mümkün olabilir.
Çocuk vesilesiyle marifete varmak
Peki, anahtarı kilide döndüren nedir? Meselenin bu kısmı geleneksel bir kurum olarak ailenin yol açtığı sorunlara eğilmeyi gerektirir. Bir çocuk vesilesiyle marifete varmak mümkün ve gerekli iken insanın dikkatini hak sahibi olduğu bir ilişkiye döndürmesi varlığın anahtarını yitirmesinin nedenidir. Bu meyanda anne-baba hakları diye revaçta olan konuyu düşünmek gerekir.
Müslümanlar bazı ayetler ve hadislerden hareketle hakları tespit ederek doğal duruma güçlü bir manevi destek aramışlardır. Bazı ayetler insanın babasına ve annesine nasıl davranması gerektiğini beyan eder. Lokman suresinde "İnsana anne babasına iyi davranmasını emrettik" anlamındaki ayet-i kerime ilk akla gelenlerdendir. Anne-babaya "öf" dememek, onlara karşı zarif davranışın en iyi ifadesidir. Başka bir ayet ise bilhassa anneliğin güçlüklerine değinerek anneliği yüceltir. "Cennet annenin ayakları altındadır" ise en bilinen hadisler arasındadır. Öte yandan İslam tarihinden Veysel Karani örneği anne haklarını anlatırken revaçtaki örneklerdendir. Bütün bunlara rağmen anne-baba hakkı nereden ortaya çıkıyor ve ebeveyn bu konu üzerinde niye duruyor, bunu anlamak güçtür.
O zaman soruyu yeniden soralım: Anne-baba hakları nereden gelmektedir? Haklar doğumla ortaya çıkan tabii haklar ise buradan çocuğun ödemesi gereken hakka ulaşamayız: Doğum onun isteğiyle gerçekleşmiş hadise olmadığı gibi çocuk sahibi olmanın verdiği haz ve paye sebebiyle borçlu olan anne-baba olmalıdır. Doğum sonrasındaki bakım için aynı şey söylenebilir.
Bu meyanda 'süt hakkı' veya 'helal süt' tabiri garip bir beklentiyi ifade eder. Gerçekte böyle bir hak olabilir mi? Müslüman toplumlarda hak sahibi olmakla ilgili en önemli meşruiyet noktalarından biri budur. Bununla birlikte böyle bir hakkın dinde veya ahlakta makul dayanağını bulmak güçtür. Haklardan söz ederken bir anne-baba farkında olmadan bebeklerinden alacaklı olduklarını söylemiş olmaktadırlar.
Aklın ve ruhun ebeveyni olmak
Haddizatında aile cemiyete benzer: Farabi'nin tabirini geniş yorumlarsak, aileler 'erdemli aile' olabileceği gibi erdemlerden yoksun aile sınıfında da yer alabilirler. Erdemli aile bireyi hakikatli bir insan olarak yetiştirecek değerlerle mücehhez ailedir. Buna mukabil çocuk evrensel değerlerden ve kendini yetkinleştirecek erdemlerden yoksun kalıyorsa, o aileyi erdemli aile olarak düşünmemek gerekir.
Bir çocuk aile içinde evrensel değerlere hazırlanırsa, ebeveyn birinci doğumun ardından 'ikinci doğum' için de anne-baba olabilirler. Bir öncekinde çocuğun bedeninin anne-babası iken terbiye sürecinde ise aklının ve ruhunun ebeveyni olabilirler.
Buna mukabil ailenin çocukta bırakacağı iki haslet onun evrensel değerler ve ahlak ile bağını tezyif eder: Birincisi en saf ve en temiz ilişkinin bile özünde çıkar taşıyabileceğini insan ebeveyninden öğrenir. Çünkü ebeveyn 'annebaba hakkı' derken bunu ima ederler. Anne-babanın verdikleri emekle ilgili beklentileri çocuğu böyle bir kuşkuya düşürür. Çocuk öğrenir ki anne-baba sevgisi bile gerçekte yatırımdır.
İkinci sorun da birincinin neticesidir: Çocuk annebabanın yapamadıklarını ve mağduriyetlerini telafi etmek üzere dünyaya gelmiştir. Ebeveyn çocuğuna vazifeler yüklerken kendi var oluşları ve beklentileri o vazifelerin gizli veya açık hedeflerini teşkil eder. Bu durum çocuğu öteki insanlarla rekabete sokar.
Çocuğun aileden kazandığı ikinci haslet budur: Rekabet duygusu. Bu iki duyguyu bir kambur gibi yüklenen çocuk -sevgi beklentisi ve rekabet hırsı- toplumu evrensel aile olarak görmek yerine onu rakip ve düşman olarak görerek ömrünü kuşku ve güvensizlikle tüketir. İnsanı ahlaki erdemler yüceltirken kuşkular ve güvensizlikler hakikati anlamanın önündeki en büyük engeldir.