Kierkegaard'ın felsefi takma adı Johannes Climacus'a göre kendimizi kandırmaktan ancak hayatımızı seçme yeteneğimiz üzerine inşa etmekle kurtulabiliriz. Hayat ancak onun dışında bir şey tarafından anlama kavuşturulabilir; çünkü ancak onun dışında bir şeye hayatımı bağlayabilirim.
Ancak "Mutlak İyi"ye bağlanmakla sonlu iyiliklerin önemi azalır ve varoluşun sorusuna cevap verebiliriz. Bu "Mutlak İyi" Climacus'a göre Tanrı'nın diğer adıdır ve varoluşumuzun her anını anlamlandırmak için hayatımızı bir bütün olarak Tanrı'yla irtibatlandırmamız gerekir.
"Kalb", geleneksel tasavvurda yaşamın ve sorumluluğun merkezi olarak durmaktadır. Peygamberin bir sahih hadisinde, "İnsanoğlunun bedeninde bir et parçası vardır ki, eğer sağlıklı ise bütün beden sağlıklıdır. Eğer hastalıklı ise, bütün beden hastalıklıdır" buyurulur.
Hz. Peygamber daha sonra kalbine işaret etmiştir ve "Bu et parçası, kalbdir" demiştir. Bu örnekler İslam'ın başlangıcından beri kalbin maddenin ötesinde bir şeye delalet ettiğini göstermektedir.
Kierkegaard ve Mevlâna'nın yolları bu kavşakta kesişir. "Mutlak İyi"den ayrı düşüş, Mevlâna'da bambaşka biçimlerde ifadesini bulur. Mevlâna'ya göre, ney insan ruhunun metaforudur.
Ayrılığın feryadı; insan ruhunun "Asl"ından ayrılığıdır. Ney ayrılık acısıyla inler ve evi özler, Sevgili'ye kavuşmak için gün sayar. İnsan ruhu hep özleyiş, bir ayrılık duygusu içindedir.
Hayatın içinde kayıp, ayrılık, keder veya pişmanlık olabilir; mühim olan kişinin bunlara nasıl direndiği, ıstıraba nasıl katlandığı ve her kayıptan ne kazandığıdır.
Aşkın yolculuk, bedensel ve manevi benliğin manevi sınırlarını aşar; sınırların yok olduğu, kişisel kimliğin kaybolduğu, kişinin arzu nesnesiyle sınırlarını yitirdiği bir birlik hâlini simgeler.
Mevlâna'nın manevi psikolojisi
Ney, "Kalb"lerdeki varoluşsal boşluğu yankılar ve feryadıyla teselli ve ümit sunar. Mesnevî Tanrı'dan ayrı düşmenin yarattığı ayrılık anksiyetesinin eşsiz alegorisini içeren dizelerle açılır:
Dinle ney'den duy neler söyler sana, Sızlanır hep ayrılıktan yana:
Kesitler sazlık içinden, der, beni; Dinler, ağlar: Hem kadın, hem er beni.
Göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir, Sen o gün benden işit özlem nedir.
Her kim aslından uzak düşsün: Arar; "Asl" a dönmekçin bir uygun gün arar.
Mevlâna'ya göre, manevi yolculuğun amacı insana varlık veren "Aşk", "Rahmet" ve "Güzellik" ile yeniden bir bağ kurma arzusudur. Alt ve üst âlemler, maddi ve manevi varlık arasındaki bu zıtlık, kozmolojik ifadesini beden-ruh, şekil-mana, batın-zahir, duman-hava, okyanus-köpük gibi kavram çiftlerinde bulur.
Mevlâna'nın manevi psikolojisine göre, bizler benliğimizden (yanılsamalı kendiliğimizden) kaçarak kalbimize dönmeliyiz. Bu yüzden ızdırap ve acı çekme, benlik yaşantısının kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Varlığın bu düzeyinde an üstesinden gelinemez, o yüzden kişi kalbine dönmeli ve ıstırabı içsel olarak kalbin tam da merkezinde yer alan bir neşeye dönüştürebilmelidir.
"En fazla farkında olan, en fazla acı çekendir" diye yazan Mevlâna'ya göre, insan için en büyük talihsizlik Allah'tan ayrılığın acısını hissetmemektedir. O hâlde insana düşen, bu acıyı ve susuzluğu elde etmek için kendi yetersizliğini ve eksikliğini fark etmektir.
Mevlâna Celaleddin Rumi'ye göre, aşk insanın yüreğinde ikamet eden, çocukları birlik yapan, yaratılmışların hareketlerini motive eden, evreni var kılan ilahi bir güçtür. Nihai anlamda aşk, yaratıcı olarak Allah'tır, evrenin gayesi ve sürdürücüsüdür; kendisini sonsuz biçimlerde tezahür ettiren bir "gerçeklik"tir.
Allah'ın tahtı: "Kalb"
Rumi'ye göre aşk, ima ettiği neşe ve güzelliğin yanında, dinin kalbi ve özü, bütün maneviyatın merkezidir. Rumi'yi okuyan bir kişi, anında, muhtemel akıl yürütmelerin ötesine geçen temel bir gerçeklik olarak aşk tecrübesinin içine çekilir.
Her şeyin ötesinde Mevlâna, insanın kalbinde aşk ateşini tutuşturmak ister. "Ölümlerin en kötüsü, aşksız yaşamaktır" der ve devam eder: "Bu sözler, bu figürler, bu mecazlar daha ne kadar sürecek? Ben ateş istiyorum, kendini ateşe alıştırmanı istiyorum. Ruhunda aşk yangınını ateşleyerek bütün düşünce ve kavramları yok et."
Mesnevî'sinin başında Mevlâna, kendisinden önce yüzlercesinin söylendiğini ve kendisinden sonra da söyleneceğini, ancak iş "aşk" kelimesinin yazılmasına geldiğinde, kalemin paramparça olduğunu söyler.
Tasavvufta "kalb", aynı zamanda Allah'ın tahtı olarak tanımlanır. Bu yüzden, İbn Arabi'ye göre, bir kimse şeylerin doğrusunu kalbiyle anlamaya çalıştığı ölçüde Allah'ı ve kozmosu anlayabilir. Buna karşılık, aklını ve zekâsını takip ettiği ölçüde sürekli bir sınırlama ve daralma içinde olacaktır.
Büyük âlim Gazali, zekâdan kalbe geçmek isteyen talibin en iyi bilinen örneğidir. Beklenmedik bir konuşma yeteneği kaybı, kendisini öğrettiklerine artık gerçek anlamda inanmadığı hususunda ikna etti. Mevki ve makamını terk ederek kesin bir gerçekliğin peşine düştü.
Gerçeği filozoflar, kelam âlimleri ve matematikçilerden oluşan farklı entelektüel grupları arasında aradı. Sonunda, bir içe doğuş yaşantısıyla ancak içselleştirilmiş yoğun bir tasavvufi tecrübe veya lezzetin kendisini şüpheden arınmış bilgiye götüreceğine ikna oldu.
"Kalb": Benlik ve ruh
Tasavvufi literatürde "kalb" genellikle fiziksel kalp organına iliştirilmiş bir sır olarak mütalaa edilir ve ancak bu sırdır ki, insanın içinde doğruluğu ayakta tutar. "Kalb", bedenin ve ruhun ardındaki bütün kudret olarak tanımlanır. Bu yaklaşımda "kalb", benlik ve ruha karşılık gelir.
Bir diğer görüş ise, bütün idrak ve anlamayı kalbe bağlayarak, beynin "kalb" ile ilişkili olduğunu ima eder. Bu görüşte beyin sadece idraki ortaya çıkaran ilave ve yardımcı bir araçtır. Kalbin tasvirinde Gazali şu betimlemeyi yapar:
"Beden ülke gibidir. Zanaatkârlar vücudun el ve ayak gibi değişik parçalarına benzer. Şehvet ise vergi memuru gibidir. Gadap ve öfke kadı gibidir. Kalb ise sultandır, akıl da vezir. Şehvet vergi memuru gibi her şeyi anlamaya çalışır. Gadap ve öfke tıpkı kadı gibi şiddetli ve cezalandırıcıdır; ve bu yüzden öldürmek ve yok etmek ister. Sultan sadece şehvet ve gadabı değil, aynı zamanda aklı da kontrole ihtiyaç duyar ve bütün bu güçler arasında bir denge kurmak zorundadır. Akıl, şehvet ve gadabın esiri olduğunda, ülke mahv, sultan da yok olur."
Aşk da, "kalb" gibi, akla (intellect) zıt bir kutupta resmedilmiştir. Tasavvuf klasiklerinde aşk ile aklın tezadını işleyen hikâyeler vardır. Mesnevî'de Mevlâna aklın baba, nefsin de anne olduğu bir aile kavgası tasvir eder.
Anne, çocuğu hayattaki bütün zorluklardan sakındırmak için yuvada, dizinin dibinde, kucağında tutarak ona zarar verirken; akıl, yani baba, anneye hayata hazırlanması için çocuğu okula göndermesini söyler.
Bu manzara akıl ile nefs arasındaki ilişkiyi tarif etmekte diğer sufilerin de kolaylıkla kullanabileceği bir tasvir sunar. Rumi'ye göre aklın insan gelişiminde çok önemli bir rolü olmasına rağmen, aşkın zifaf odasına girmeye hakkı yoktur.
Mevlâna şöyle yazar: "Akıl, aşka 'Bu dünya, bu evren senin aşamayacağın alt sınıra sahiptir' der. Aşk ise, 'Bir yol var ve ben onu çok defalar geçtim' diye cevaplar."