Karanlığın aydınlıktan daha uzun sürdüğü, gecelerin erken başladığı bu günlerde, milletin adeta akşam olsa da gitsek der gibi doluştuğu kafelerin birinde birkaç samimi arkadaş bir araya gelmiş, laflıyorduk.
Ne mi konuşuyorduk? Ne konuşacağız, birkaç samimi arkadaş bir araya gelince ne konuşursa onları konuşuyorduk. Biraz iş güç, biraz çocuklar, biraz futbol, biraz din diyanet işleri ve çokça da siyaset.
Bir ara söz döndü dolaştı içinde iyilik geçen ve iyilerin anlatıldığı çok seyredilen filmlere geldi. İnsanların duygu dünyasına hitap eden bu filmlerde genellikle bir mazlum olur, bir de zalim. Bazen zalimden bazen de kaderden kahramanımızın hem mazlum hem de mağdur olur.
Mağdurlar genellikle çocuklar, kadınlar, yaşlılar veya engelliler arasından seçilir. Hatta bir hayvan bile olabilir. Bunun nedeni izleyicinin merhamet duygularını iyice kabartmak. İzleyici filmi izlerken kendisini mağdur ve mazlumun yanında görür, onlarla üzülür ve onlar adına kızar, öfkelenir, hatta gözyaşlarını akıtır.
Böyle bir filmi seyreden, sinemadan çıkar çıkmaz hemen birisine anlatmak ister. Bunun iki nedeni vardır aslında. Biri "ben de seyrettim" demek, diğeri "iyilerle ve mağdurlarla birlikteyim, dolayısıyla hem iyi bir insanım hem de dünyadaki kötülükler karşısında ben de bir şeyler yaptım" demek.
Ne gariptir ki dünyanın, ülkenin içinde bulunduğu durumdan ve insanların bu konudaki duyarsızlığından şikâyetçi olduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi ya bir önceki hafta gittiği seyahati anlatmaya başlar ya da nerede hangi yemeği yediğini.
Bir müddet duyarlı ve aktif bir vatandaş olarak bir sorunla ilgilenmiş, üzülmüş, eleştirmiş, dolayısıyla sorumluluklarını yerine getirmiştir. Ona göre bu kadar ilgi yeter, maalesef.
İzleyenleri etkisi altına alan bir filmi seyreden bir arkadaş, sözü yeni seyrettiği bir filme getirdi. Filmde yarım akıllı bir baba ile küçük kızı arasındaki sevgiyi köpürterek anlatmaya başladı.
Akıllı denilen adamların sevgiyi bilmediğini, azılı katilleri ve hırsızları küçücük bir kız çocuğunun ve onun yarım akıllı babasının yola getirip adam ettiğini, dünyayı sevginin kurtaracağını söyledi.
Bir diğeri ona hak verdi ve mutat olduğu üzere gazete ve televizyon haberlerinden örnek vererek onu destekledi ve ümitsiz bir tablo çizdi. Bir başkası bu konuda devletin neler yapması gerektiğini anlattı.
Ben de hasta hâlimle sıkıştığım şu muhabbet bitse de eve gidip dinlensem modunda, masanın bir köşesinde söyleye söyleye zorla getirttiğim limonlu çayımı karıştırmaya çalışırken masadakilerden birinin bana baktığını ve pis pis sırıttığını fark ettim.
"Bu konuda Mesnevî 'de hikâye var mı?" Gayet ciddi bir şekilde seyrettiği filmden yola çıkarak ahlak dersi veren arkadaşımız biraz bozulup imalı bir şekilde sırıtana bakınca bizimki izahta bulunmak zorunda hissetti kendini. Her ne kadar ben sana gülmedim, İsmail'e güldüm dese de arkadaşımız kırılmıştı bir kere.
Adım geçince bu sefer ben çıkıştım. "Ulan", dedim, "Anlatan o, gülen sensin, konu benimle ilgili değil, ne diye gülersin bre köftehor! Şimdi seni kılıcımla doğrarım" diyordum ki bu sefer sırıtma kahkahaya döndü. Masadakiler de ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Konu nasıl oldu da bu noktaya geldi diye birbirine bakıp durdular. Hepimiz şaşkın şaşkın herife baktık. Adam lütfedip kahkahasına ara verdi, soluklandı, bir müddet sonra da kendine gelince "Durun" dedi, "Anlatacağım".
- Şimdi sen filmi seyrettikten sonra söylediklerinle insanların günlük yaşantıları arasındaki çelişki üzerine bir şeyler anlatıyordun ya!
Evet, anlatıyordum.
- Evet, tam da onu söylüyordun. O arada ben içimden şimdi İsmail bunları dinledikten sonra kesin Mesnevî'den bir hikâye bulur, anlatır konu ile ilgili. Mesnevî'den bulamazsa Nasreddin Hoca'dan bir fıkra bulur. Onu da bulmazsa oturur kendi uydurur, diye düşündüm. Uyduracağını düşününce de tebessüm ettim. Konunun seninle ilgisi yok, anladın mı şimdi?
-Hay Allah, dedi öteki. Ben nereden bileceğim aklından geçenleri. Neyse, uzatmayalım bu meseleyi.
Deyip kapattı mevzuyu. Ama benim meselenin kapatılmasına izin vermem mümkün değildi. Çünkü kaşla göz arasında bizi uydurukçu ilan etti. Tam ağzının payını vermek üzere zihnimdeki tüm garip kelimeleri çağırmaya başlamıştım ki bir arkadaş meraklı gözlerle bana baktı ve çok samimi bir şekilde bir şeyler sorunca bizim verilecek güzel cevabımız kursağımızda kaldı.
-Sahi, bu konuda Mesnevî'de hikâye var mı?
Soru bana soruldu ama cevabı benden önce başkası verdi:
- Adam kayınvalide-gelin kavgası üzerine bile hikâye buldu, bu konuda mı bulamayacak?
- O da bir şey mi, dedi, bir başkası. Herif oğlunu doyuramayan anneyle ilgili bile hikâye yazdı be, o ne ki!
Baktım mesele benim etrafımda dönmeye başladı, masaya meze olacağım, kibarca ve usulca sıvışmak için kıvranmaya başladım ve "Dannn" diye ünledim. Dan dedim de aklıma geldi arkadaşlar, çocuklarla işim vardı, hem rahatsızım zaten, bana müsaade, diyerek masadan kalktım. Kalktım ama kahkahalar atan arkadaş hâlâ konuşuyordu:
- Onun aklına şimdi bir hikâye gelmiştir. Onu yazmaya gidiyordur, kesin.
Hızla uzaklaşırken kafede sohbetimize kulak misafiri olduğunu anladığım, umur gördüğü her hâlinden belli, sakalı yüzünü süslemiş, görenlerin kendisine elinde olmadan hürmet ettiği kibarlığı yüz metre öteden fark edilen bir beyefendi kolumdan tuttu, beni kendine doğru çekti ve kulağıma usulca;
-Evlat, Mesnevî'de köpeğinin ardından ağlayan adamın hikâyesini oku, dedi.
Çok teşekkür ederim dedikten sonra yoluma devam ettim. Derken aklıma "Bu adam da kim" sorusu geldi ve arkamı dönüp adama yönelecek oldum ama yerinde yeller esiyordu. Yer yarıldı içine girdi sanki. Bir ara rüya gördüğümü bile düşündüm.
Uyanıkken kalabalık ve gürültülü bir kafede ayakta yürürken de rüya gördüğüme kendimi ikna edemediğim için adamın kim olduğunu ve nasıl birden kaybolduğunu düşünerek eve geldim ve bahsettiği hikâyeyi Mesnevîden buldum.
Toprak için boş yere kan akıtılmaz*
Adamın birinin bir köpeği varmış, köpek bir gün ölmüş. Adam köpeğinin ardından ağlayıp inlemeye başlamış. "Ah benim güzel köpeğim" diyormuş, "Sen ne güzel bir arkadaştın." O sırada sokaktan bir dilenci geçiyormuş. Sormuş adama:
- Neden ağlıyorsun be adam! Bu söylediğin ağıtlar kimin için?
Adam cevap vermiş:
- İyi huylu bir köpeğim vardı, işte şurada, öldü ve yol ortasında yatıyor. Gündüz benim av köpeğimdi. Geceleri ise evimi beklerdi. Avlarımı yakalar, hırsızları kaçırırdı.
- Peki, neden öldü? Avda mı yaralandı, yoksa hırsızlar mı öldürdü?
- Hayır, açlıktan öldü.
- Vah vah, çok yazık... Ama sen bu ölüme sabret. Allah sabredenlere yardım eder, diyerek teselli etmiş. Tam ayrılacakken adamın yanında bir torba görmüş ve merak edip sormuş:
- Bu torba da nedir? İçinde ne var?
- Dün geceden artan ekmek…
- Peki, köpeğine neden o azıktan ve ekmekten vermedin?
- Onu, ekmek verecek kadar çok sevmiyordum. Bana kimse ekmeği parasız vermiyor. Ama gözyaşı parasız... Bunun üzerine dilenci adama dönerek:
- Ey içi boş, hava dolu tulum! Toprak senin başına! Sana göre ekmeğin kenarı gözyaşından daha mı iyi? Gözyaşı kandır, kederle su olur. Ekmek ise topraktandır, boş yere toprak için kan akıtılır mı?
Şimdi size soruyorum. Seyrettiği filmdeki insanlar için üzülüp ağladığı hâlde aynı durumdaki kapı komşusunu veya sokakta karşısına çıktığında yolunu değiştiren veya başka işle meşgul olanların yaptığının ekmeği olduğu hâlde vermediği için ölen köpeğinin arkasından ağlayan adamdan ne farkı var?
Akrabaları ve komşuları için yapılması gerekenleri yapmayıp vicdanını azıcık rahatlatmak için üzülüyormuş gibi yapanlar içi boş tulum değil de nedir?
Sakinlerinin dışında içeri kimsenin giremediği sitelerde oturan, özel araçlarla gittikleri özel okullarda okuyan, Buda gibi her şeyi tam ve eksiksiz olan ve günlük yaşantılarında hiçbir şekilde bir deli ve yetimle temas etmeyen, arkadaşlarının bile zihinsel engelli veya otistik çocuklarına tahammül edemeyen insanların seyrettikleri bir filmden sonra ahkâm kesmeleri ve dünyaya nizamat vermeleri ile bayat ekmeği olduğu hâlde vermeyip ölümüne neden olduğu köpeğin ardından gözyaşı dökenler arasında bir fark var mı sizce?
Şimdi aklınıza şöyle bir soru gelebilir. Mevlâna günümüz insanın hâllerini nereden biliyordu? Mevlâna günümüz insanınınkini değil insanın hâllerini biliyordu ve onu çok iyi tanıyordu. İnsanın zaaflarını, hastalıklarını, eğilimlerini ve bunların nelere yol açabileceğini bildiği için bir mürşit olarak hem devrindekileri hem de bizleri uyarıyor.
Unutmayın, insan her vakitte ve her mahalde aynı insan… Ve aynı hastalıklarla malul olduğu için Mevlâna'nın söyledikleri bugünlere uyuyor. Yarınlara da uyacak. Son sözümüz de şu olsun:
Mesnevî sadece geçmişi anlatan bir kitap değil, insanı anlatan bir kitaptır. İnsanı tanımak istiyorsanız Mesnevî'yi okuyacaksınız. İnsanı tanımadan kendimizi bilemeyiz, vesselam.
*Köpeği açlıktan ölen bedevinin hikâyesi, 5. Cilt, 477-493. Beyitler.