Gerçek kurban çocuklar
Son zamanlarda ülke gündeminde oldukça önemli bir yer kaplayan başlıklardan biri de "kadın cinayetleri..." Eşinden boşanmak, sevgilisinden ayrılmak isteyen yahut hareketi, tavrı bir şekilde beğenilmeyen(!) birçok kadın, giderek artan bir hızla erkeklerin hedefi olmaya başladı. Bizler de televizyonlarımızın başında, o kadınların ancak "öldükten sonra" böyle bir şiddete maruz kaldıklarını öğrenebildik. Fakat yapılan çalışmalarla anlaşılan o ki dünyada her üç kadından biri ömründe en az bir kez fiziki şiddete uğruyor.
Kadının şiddete uğramasını, yalnızca darp edilmesi olarak düşünemeyiz elbette. Bu konuda Dünya Sağlık Örgütü bir tanımlama yapmış. Buna göre; "cinsiyete dayanan, kadını inciten, ona zarar veren, fiziksel, cinsel, ruhsal hasarla sonuçlanma olasılığı bulunan, toplum içerisinde ya da özel yaşamında ona baskı uygulanması ve özgürlüklerinin keyfi olarak kısıtlanmasına neden olan her türlü davranış" kadına yönelik şiddet olarak değerlendiriliyor.
Şiddet ile ilgili tanım yapanlardan biri de ünlü tarihçi Jan Assmann. Assmann, saf şiddet ve toplumsal şiddetten bahsediyor. Saf şiddetin duygusal şiddet olduğunu ve bunun öfke, kıskançlık ve korkudan kaynaklandığını belirtiyor. Toplumsal şiddeti ise anne-babaların çocuklarına ve kocaların karılarına uyguladığı şiddet olarak tanımlıyor. Bu şiddet biçiminde duyguların saf şiddetteki gibi ön planda olduğunu fakat disiplinin sağlanması, namusun korunması gibi kavramların ön plana çıktığını ifade ediyor.
Zaten bugün birçok kadın da, aşağı yukarı bu nedenlerden dolayı şiddete maruz kalıyor. Sonuçları ise çoğu zaman travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, intihar girişimleri, alkol ve ilaç kötüye kullanımı yahut çocuklarına yönelik saldırgan davranışlar şeklinde ortaya çıkıyor.
Şiddete şahit olan çocuklar
Bu sonuçlara varmamak için elbette önlemler alınmalı ki bu konuda gerek yasal düzenlemeler gerekse insanların bilinçlenmesi adına birçok çalışma yapılıyor. Peki, ya bütün bu sürecin sessiz tanıkları olan çocuklar? Annesi gözleri önünde darp edilen, öldürülen, "Anne, lütfen ölme!" diye ağlayan çocuklar? Ne yaşıyorlar, ne hissediyorlar, bütün bu olanları küçücük zihinlerinde, yüreklerinde nasıl taşıyorlar?
Bir çocuk için ailesi, geleceğinin temelidir. Anne babasıyla olan ilişkisi, nasıl bir yetişkin olacağını belirleyen en önemli etkendir. Kendini en çok güvende hissetmeye ihtiyaç duyduğu yerde, şiddete maruz kalmasa da sadece tanıklık etmesi bile ruhunda derin yaralar açar. Çünkü çocuk, anne ve babasına muhtaç ve savunmasızdır. Çünkü şiddet tehlikeyi, tehlike de beraberinde kaygıyı getirir.
Yapılmış birçok çalışmaya göre şiddete şahit olan çocuklar, güçsüzlük, kızgınlık ve üzüntü hissediyorlar, depresyona meyilli bir yapıları, korkuları oluyor, sosyal aktivitelerden soyutlanıyorlar, eğitim başarıları düşüyor, saldırgan davranışlar gösteriyorlar, ailelerinden ve sosyal ilişkilerden uzaklaşıyorlar, kâbus görüyor, yatağını ıslatıyor ve/veya çekingen/ içine kapanık oluyorlar. Dolayısıyla içselleştirdiği bütün bu duygular, öfke, korkular, eziklik ve çaresizlik hissi çocukların tüm yaşamını etkileyebiliyor.
Assmann'ın tanımına geri dönecek olursak, şiddete şahit olarak bu denli yoğun bir kaygı içinde kalan çocuklar bu duyguyla baş etmek için günün birinde yine şiddet uygulayan bir yetişkine dönüşebiliyorlar. Çünkü ailesinden, zorluklarla baş edebilmenin yahut diğer insanları kontrol edebilmenin ancak şiddetle mümkün olabileceğini ve bunun son derece "normal" olduğunu "öğreniyorlar."
"Geçerli bir neden"
Çocukların şiddeti öğrendikleri tek yer sadece aileleri olmayabiliyor. Medyada yer alan şiddet öğeleri de, zemini yanmaya müsait olan aile yapıları için sadece bir kibrit vazifesi görüyor. Bu durum, hem sürekli gündemde olan bu haberlerin şiddeti giderek normalleştirmesinden hem de dizi/film senaryolarında bu tür kavramlara oldukça sık yer verilmesinden kaynaklanabiliyor. Televizyonlarda şiddetin büyük bir kısmını kurgunun başrolü işliyor ve her durumda mutlaka "geçerli bir neden" oluyor.
Her ne kadar medya şiddetine maruz kalan çocuklar konusunda farklı görüşler olsa da, yapılan birçok çalışma, özellikle duyarlı çocuklarda, şiddet içeren programları izleme ile şiddet içeren davranışlar sergileme arasında, özellikle erkek çocuklarda anlamlı bir ilişkinin varlığını ifade ediyor.
Çocuklar ailelerinde yahut çevrelerinde gördükleri bu davranış modellerini gözlemliyor, içselleştiriyor ve bu tür davranışlar geliştirebiliyorlar. Yani babasını, annesini darp ederken gören, izlediği kahramanların uyguladığı şiddetin yüceltildiğini fark eden bir çocuk önce okulda arkadaşlarına yahut öğretmenlerine sonra da eşine yahut çocuklarına şiddet uygulayabiliyor. Böylece bu sistem, nesilden nesle geçen, kuşaklar arasında da aktarılan bir miras hâlini alıyor.
Nesilden nesle aktarılan miras her zaman "şiddet uygulayan yetişkin" olmayabiliyor. Bazen de böyle bir aile yapısında yetişen bir çocuk, yetişkin olduğunda da kendini yine benzer bir sistemin içinde bulabiliyor. Örneğin annesi babası tarafından darp edilen kız çocukları, kendilerini darp eden eşlere sahip oluyorlar. Yani çocukluklarından kendilerine kalan bu mağduriyeti, yetişkinliklerine de taşıyorlar.
Öğrenilmiş çaresizlik
Birçok uzman bunun sebebinin "öğrenilmiş çaresizlik" olduğunu savunuyor. Çocuk, tekrar eden bu suistimal karşısında kendini o kadar yalnız ve çaresiz hissediyor ki, bir yetişkin olduğunda da gerçekleri çarpıtarak algılamaya başlıyor. Kaygısı o kadar yoğun oluyor ki iradesi ve problem çözme becerisi zayıflıyor.
Çocuk devamlı ve sistematik olarak şiddete maruz kaldığı zaman, şiddetten kaçmanın mümkün olmadığını ve kimsenin kendisine yardım etmeyeceğini düşünüyor. Bu nedenle de şiddetle mücadele etmiyor, çıkış yolu ve yardım aramıyor.3 Kısaca kendi ailesinden taşıdığı travmalarla büyüyen çocuk, bir yetişkin olduğunda da kurban kalmaya devam ediyor.
Dolayısıyla muhtemelen çocukluğundan taşıdığı izlerle şiddet uygulayan yahut mağdur olan yetişkinlerle büyüyen çocukların içinde bulunduğu bu sıkıntılı durum, sadece bir "aile meselesi" olarak kalmıyor, sosyokültürel bir sorun şeklinde katlanarak büyümeye devam ediyor. Yaşadıkları derin çaresizlik, ihtiyaçları olan desteği alamadıkları müddetçe içlerinde büyüyen bir yangına dönüşüyor. Sonunda da ya kendilerini yakıyorlar ya da başkalarını…
Peki ya çözüm? Problemin tek bir kaynağı olmadığı düşünüldüğünde, multidisipliner bir yaklaşımın daha uygun olabileceği söylenebilir. Hukuksal çerçevede gerekli düzenlemeleri yapıp, kadını ve çocuğu en doğru şekilde koruyacak önlemleri almak, travmatik deneyimleri olan ailelere ihtiyaçları olan ruhsal desteği sağlamak ve okullarda görev alan eğitimcilerin, rehber öğretmenlerin, öğrencileriyle ilgili gözlemlerini dikkate almak oldukça önemli olacaktır.
Fakat belki de en önemlisi, geleceğin sosyokültürel yapısını belirleyecek olan çocuklarımızın eğitimlerine, bireyleşmelerine, aile içi refahlarına özen göstermek ve seslerini duyup ihtiyaçlarını öncelemek, biz yetişkinlerin en temel görevi olmalıdır.