15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra entelektüeller ve gazeteciler eliyle "tarikatlar" ve "cemaatler" üzerinden bir tartışma yürütülmeye çalışıldı. Bu tartışmanın bir faydalı, bir de faydasız iki veçhesi olduğunu düşünmüştüm o yıllarda. Faydalı tarafı, özellikle "tarikatlar" üzerinden geleneğin konuşulmaya başlanmasıyla birlikte, FETÖ gibi örgütlerle geleneksel bir öğreti olan tasavvuf kültürünün birbirinden ayrılabileceği gerçeğiydi. Zor oldu ne yazık ki. Birçok insan bu ayrımdan habersiz kaldı.
Tasavvuf bin yıllardır hayatımızda. Birbirinden farklı kolları olan bir nehre benzetebiliriz onu. Ama en güzel tarafı da, o farklı kolların hep aynı denize akmasıdır. Mevlana'nın "Ben bir denizim, kendi içinde taşan" dizesi müthiş bir metaforla anlatır tasavvufu.
Bu tartışmanın faydasız tarafı ise cemaatlerle tarikatları aynı kavram olarak anlayan insanların işin içine girmesiyle başladı. Cemaatin modern bir kavram olduğunu, sosyal hayatımız içinde de bir sürü cemaatin var olabileceğini, örneklerini Amerika'da gördüğümüz "tarikatların" aslında bizim anladığımız ölçüde tarikatlar olmadığını, büyük bir kısmının modern bir kült ve tanrısız bir din uydurma çabası hatta mehdilik çalışması olduğunu konuştukça konuştuk. Faydası da olmadı sanırım. Çünkü bizim coğrafyamızda da hem nesebi belirsiz tarikat oluşumları hem de spritüal modern yönelimler bir hayli çoğaldı.
Yıllar önce bir tasavvuf büyüğüyle konuşurken ondan tek cümleyle tasavvufu tanımlamasını istemiştim. Şöyle demişti: "Tasavvuf Peygamberi sevmenin ve Peygamber nasıl yaşadıysa aynısını hayata geçirmenin yoludur." Doğrusu bu tek cümle karşısında irkilerek, kendi okumalarımı da gözden geçirmiş ve bu cümleyi bir anahtar gibi kullanarak önümdeki isimlere ve kitaplara bakmıştım. O zaman aydınlanmıştı dünyam.
İbn Arabi'nin ciltlerce kitap yazarak ne yapmaya çalıştığını o zaman fark ettim. Mevlana'nın yalnızca bir şair, bir hikâyeci değil, aynı zamanda bir Hanefi fakihi olduğunu öğrendim mesela. Yunus Emre'nin "sarı çiçek" metaforunun gizeminin künhüne böyle vardım. Mantıku't Tayr'daki kuşların yolculuğuyla tasavvuftaki seyri sülükun nasıl benzeştiğini ayırt edebildim. Sufi, derviş, zikir, sema, devran gibi kelimeler böyle böyle yerine oturdu. Hakikatle şeriatın arasındaki yakîn bana da yakınlaştı.
Modernliğin kuşatması altında
Birçoğumuz kabul etmese de, zihnimizi modernlik şekillendiriyor. Hayata bakışımızdaki her anda modernliğin kuşatması altındayız. Geleneğe dair meseleleri bazen anlayamıyor oluşumuz ondan. İnsanın özgürlük tutkusu da, cennet hayalleri de, bilinmezliğe karşı duyduğu açlık da onun, modernliğin eliyle şekillendi. Muhayyilemiz tutsak yani. Merak duygumuz, maneviyat açlığımız, boşluk hissiyle yaşadığımız çatışma, ölüm sonrasına dair düşüncelerimiz modernlik eliyle berbat ediliyor.
Her gün başka bir cennet ve cehennemle yüz yüzeyiz. 20'nci yüzyıl insanı hayatında bir ya da iki uzun yolculuğa çıkabilirken, 21'inci yüzyıl insanı daha 18 yaşına varmadan en az üç ülkeyi gezmiş oluyor. Herkes her şeyden ve her yerden haberdar… Kendimizi, kendi hayatımızın fatihi sanıyoruz. Ve buna da inandırıldık. Ölümü ve melekleri tardettik hayatımızdan. Özgürlük hissimizi yapay kahramanlıklarla doyurduk. "Bir kahramanlık yapmak fikri"nin içinde gezinen gizli maneviyat, modern insanın spritüal yönelimlerini açıklıyor aslında. Kendince bir tasavvuf uydurması ondan… Mesela bazı sembollerin kolyesini, yüzüğünü, küpesini taktığında, kendini o sembolün bulunduğu kültüre ait hissetmesi ondan.
Sufizm denilen kelimeyi duymuşsunuzdur. Uydurma bir kelimedir. Oysa sufi kelimesinin kökeninde Ashab-ı Suffa vardır. Peki, kimdir bu Ashab-ı Suffa anlatayım biraz: Kıble henüz Kâbe'ye çevrilmeden önce Mescid-i Nebevî'nin içinde bir gölgelikte yaşıyordu bu Müslümanlar. Hicretten sonra Medine'ye geldiklerinde burada ne meskenleri, ne de akrabaları vardı.
Ümmetin "kimsesiz"leriydiler yani. Aileleri de olmadığı için mescitte yaşarlar, günlerini de Kuran ilmini tahsil ederek geçirirlerdi. Peygamberimize çok yakındılar. Sürekli oruçluydular ve mescitte yaşadıkları için de Peygamberimize yakın olmanın ve onun vaazlarını her daim dinlemenin ayrıcalığını yaşıyorlardı. Bütün zamanlarını Peygamberimize vakfetmiş bu mübarek zümre, giderek diğer Müslümanlara da ilim öğretmeye başladılar. Yeni Müslüman olan kabilelere gönderilmeye başlandılar. Aynı zamanda Peygamberimizin ahirete doğmasından sonra da en çok hadis rivayet eden Müslümanlar oldular.
İşte gerçek sufiler onlardır. Kuran'ın talebesi ve Peygamberimizin yolunun en parlak isimleridirler. Bütün bir tasavvuf geleneği neredeyse bu seçilmiş insanlara yaslanır. Birbirinin içine geçmiş halkalar hâlinde (silsile de diyebiliriz) Hz. Ali ve Hz. Ebubekir'e dayanarak günümüze kadar gelirler.
Hasan Sabbah, Alamut ve Fedailer
Burada bir ayrım yapmanın tam sırası… Gelenekle modern olanı birbirinden ayırt etmemiz lazım çünkü. Cumhuriyetin ilanından sonra tekke ve dergâhların kapatılmasıyla birlikte, kendi bin yıllık geleneğini sürdürmeye çalışan tarikatlar artık kurumsal olmaktan çıktılar. Bu başka bir tartışmanın hatta uzmanlığın konusu... Ama şunu çok net bilelim ki, FETÖ denilen oluşumun bu halkayla hiçbir ilgisi ve bağı yoktur. FETÖ tam bir modern kült yapılanmasıdır. Ve istediği nihai sonuca erebilmek için tasavvufu da, aile kavramını da, insani ilişkileri de değiştirip, dönüştürerek kullanır.
Yıllar önce okuduğumda bir hayli şaşırdığım, Sloven yazar Vladimir Bartol'un yazdığı Alamut romanında Hasan Sabbah kendi teşkilatını anlatırken şu anahtar cümleyi kullanır: "Hiçbir şey gerçek değil, her şey mubah." Alamut romanı Hasan Sabbah'la ilgili önemli bir vesika. Roman olmasına rağmen önemli tarihi gerçekleri de barındırıyor içinde. Ve FETÖ yapılanmasının tarihteki ilk nüvesi olan Haşhaşileri anlamak için de bir kılavuz kitap olma özelliğine sahip. Hatta geleneksel tarikatla, uydurma modern kültü birbirinden ayırmamız için anahtar niteliğinde bir metin.
Hasan Sabbah'ın FETÖ'ye ilham olan formülünü Bartol'un romanı üzerinden anlatayım biraz… Hasan Sabbah, Elbruz dağlarının eteklerindeki Alamut kalesinde yaşamaktadır. Selçuklu hükümdarlığındaki topraklarda İsmaili öğretisini yaymaktadır, yani Sünni Selçuklu'ya karşı Şii bir hareket diyebiliriz İsmaililere. Alamut gibi birçok kaleyi de ele geçirmiştir İran'da. Giderek buradaki varlığı Türkler için bir tehdide dönüşür.
Bu tehdidi ilk algılayan da Hasan Sabbah'la aynı medresede beraber ilim tahsil ettikleri, eski arkadaşı, baş vezir Nizamülmülk'tür. Aynı medresedeki bir diğer yakın arkadaşları da Ömer Hayyam'dır bu arada. Siyasetname'nin yazarı Nizamülmülk, Alamut'u Hasan Sabbah'tan almak ve İsmaili hareketini bitirmek için bir ordu tertip eder. Hasan da yaklaşan tehlike karşısında Fedailer denilen bir örgüt kurar.
Bu örgüt, daha çocukken ele geçirilen ya da ailelerin kendi elleriyle Hasan Sabbah'a teslim ettikleri gençlerden oluşur. Mükemmel bir eğitim almışlardır. Ölümüne yetiştirilen süper kahramanlardır yani. Hasan Sabbah aynı zamanda bu gençlere esrar içirerek gerçekle hayali aynı anda yaşamalarını sağlar. Alamut'un arkasına hiç kimsenin farkında olmadığı, bilmediği gizli cennet bahçeleri yapar. Bu bahçelerin içi köle pazarlarından satın alınmış kadın ve genç kızlarla doludur. Bahçeyi kutsal kitaplardaki cennet tasvirleri şeklinde dizayn eder. Esrar içirdiği gençleri zaman zaman bu bahçelere sokarak kısa aralıklarla onların cennet hayatını yaşamalarını sağlar.
İşte bu yolla yetiştirdiği kahramanlar daha sonra Nizamülmülk'e kadar birçok önemli ismi öldürecek ve her yere korku salacaktır. Çünkü cenneti bizzat tecrübe ettiklerini sanarak inandırılmışlardır. Ölümü korkusuz bir açlıkla isterler. Hasan Sabbah'ın onları kumanda edebilmekteki hüneri burada yatmaktadır.
Hasan Sabbah, "Hiçbir şey gerçek değil, her şey mubah" diyerek Kuran'ı da, geleneksel tasavvuf kültürünü de istediği şekilde kullanır. Dünyaya ve ahirete dair vaatlerde bulunur. Bir inançsız olmasına rağmen kendisini İsmaili hareketinin lideri olarak konumlaması, İsmaililer arasındaki Mehdi inancının gücüne dayanır aslında. Bu inancı derinlemesine kullanır ve taraftarlarını beklenen mehdinin kendisi olduğuna ikna eder.
Bugün FETÖ dahil birçok modern külte ilham kaynağı olmuştur Hasan Sabbah. Ortak noktaları hayatımızdaki en masum yanları büyük bir ustalıkla kullanmalarıdır. Aileden dine kadar her alanı işgal edip, önce masumane düşüncelerle, sonra da büyük iddialarla insanları kendilerine bağlarlar. En önemli yanları vaatte bulunmalarıdır. Ellerindeki araçlarla ve illüzyon yetenekleriyle sundukları vaatler, inanılmaz bir araca dönüşür. Ve modern insanının inanç açlığı, spritüal yönelimler, gelip bu kültlerin hemen yanına hizalanır.
FETÖ benzeri bir yapılanma: The Family
Netflix'in geçtiğimiz günlerde yayınlamaya başladığı The Family adlı dizi formatındaki belgeselde de FETÖ ve Hasan Sabbah arasında inanılmaz benzerlikler buldum. Dizi, Amerika'da "aile" olarak bilinen siyasi ve dinî bir örgütlenmeyi anlatıyor. FETÖ'nün "ışık evleri"ni andıran "Cedars evleri"yle din ve siyaset alanında bir FETÖ imajı oluşturmayı başarmışlar. Örgütün mottosu şöyle: "Dünyayı yönetmek için buradasınız." Bir hayli büyük bir iddia ama içi boş değil. Dizi, The Family: The Secret Fundamentalism at the Heart of American Power adlı kendisi de bir dönem örgütte yaşamış Jeff Sharlet'in kitabından uyarlanmış bu arada.
Dougles Coe tarafından yönetildiği iddia edilen örgüt kendine "Aile ve Kardeşler" diyor. FETÖ de kendine "Hizmet" derdi ve kademeleri abiler ve ablalarla belirginleştirirdi. "Aile" örgütü seksen yıldır Amerika'da faaliyette. Uganda'dan Rusya'ya kadar geniş bir bürokrasi ağına sahipler. Hz. İsa'ya inanıyorlar ama kendilerince bir İncil imal etmişler. Evet, yanlış okumadınız, imal etmişler! İncil'deki "işe yaramaz" bölümleri atıp İncil'i kısaltmışlar ve incecik bir kutsal kitap yapmışlar. Kendilerine ve örgütlerine yarayacak bilgileri almışlar sadece yani. İncil'in diğer bölümlerini gereksiz buluyorlar.
Hasan Sabbah'ın "Hiçbir şey gerçek değil, her şey mubah" sözünü hatırlayın burada da. Gençleri 19'uncu yüzyıl mimarisine sahip lüks evlere toplayıp ailelerinden ayırıyorlar. Onlara mükemmel bir eğitim vererek önemli yerlere gelmelerini sağlıyorlar. "Işık evleri"ne benzeyen bu evleri sürekli yüksek bürokratlar ziyaret ediyor. Kızlar ve erkekleri ayırıyorlar. Bazı tutkular tamamen yasak. Sadece örgüt eliyle birbirleriyle evlenebiliyorlar, tıpkı FETÖ gibi.
Sonrası malum hikâye… Devletin her alanında ve mekanizmasında söz sahibiler. Al sana bir modern kült işte. FETÖ ve Hasan Sabbah'tan hiçbir farkları yok. Dini ve aileyi kullanıyorlar. Kendilerince bir din imal ediyorlar. Mehdiyete önem veriyorlar. Ailelerinden kopardıkları çocuklardan tutkulu gençler yaratıyorlar.
Bartol'un romanına göre Hasan Sabbah rakiplerini ortadan kaldırınca Alamut'un içindeki yüksek kalesine çekilir. Artık kendi inanmışlarına da görünmeyecektir. Fildişi kulesine kapanacaktır. Son bir söylev çeker müminlerine kulesine çıkmadan önce: "Mehdi'yi bekliyordunuz, artık beklemeyin," der. "Çünkü Mehdi zuhur etti."
Modern kültler bizi beklenen, umut edilen kurtarıcının geldiği müjdesiyle etkiler. The Family de öyle ama bir farkla diğerlerinden ayrılıyor; her "mümin"in kendini mehdi sanmasını sağlayan mekanizmasıyla külte farklı, daha modern bir alan açıyor. Günümüz insanının, kendini yaptığı her işte "kahraman" ilan etmesine ne kadar da benziyor değil mi?
Aslından koparılmış, çerçevesinden alınarak farklılaştırılmış her işte bir tehlike seziyoruz artık. The Family'nin de FETÖ'nün de en masum kavramları kullanmaktaki ustalığını unutmamak gerek.