Korkuyu yenen Türkler
Ömrümün ve aklımın elverdiği kadarıyla gördüğüm şu oldu: Türk'ün olduğu yerde psikolojik ve sosyolojik birçok kuram ve kuramcı çaresiz kalıyor, anlamını yitiriyor. Farzı misal 15 Temmuz'da yaşadığımız, 248 vatandaşımızın şehit olduğu hain darbe girişiminde milletimizin göstermiş olduğu insanüstü cesareti dünyevi parametrelerle nasıl açıklayabiliriz ki? Şehit olacağını bilerek gözünü kırpmadan hain darbecilerin üzerine bir şimşek gibi patlayan kahraman Ömer Halisdemir'in ruh çözümlemesini, ön safta şehit olanları görüp gözünü kırpmadan elinde bayrakla o safa doğru koşan yiğit kadınların anlam dünyasını hangi akademik unvan yahut makale bizlere izah edebilir ki?
Şimdi aynı cesareti ve korkusuzluğu Zeytin Dalı Harekâtı kapsamında Suriye'yi şereflendiren Mehmetçiklerin gözlerinde hep beraber izliyoruz. Normal şartlar altında bizlerin teskin ederek cesaretlendirmesi gereken 20'li yaşlarındaki delikanlılar, televizyon ekranlarına gülümseyerek el sallıyor ve Türk halkının kendilerini merak etmemesini söyleyerek endişeli kalpleri sakinleştirmeye çabalıyorlar.
"Afrin'e düğüne gidiyoruz" diyor içlerinden biri tebessüm ederek. Düğün derken neyi anlatmaya çalıştığını anlayamıyoruz ilk, sonra Atsız'ın o dizesi düşüyor zihnimize: "Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür." Televizyonlarda izlediğimiz o güzel gülüşlü askerin şehit olduğu haberini alıyoruz sonra. Düğüne gidip kendini Resûl-i Ekrem'e komşu eyleyen Enes Sarıaslan, şehit Enes Sarıaslan… Rabbim senin imanını bu millete kalkan eylesin.
Gencecik yaşlarında vasiyetnamelerini yazıp Telafer'de anaokulu yapılmasını, anne babasının hacca gönderilmesini, ağabeyinin evlendirilmesini isteyen merhameti ve kalbi bucaksız olan Mehmetçik... Suriye'de yağmur, çamur ve sis içerisinde, Mehmet Akif'in; "Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ" diye tanımladığı; Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız, İspanyol, Kanadalı, Çinli kiralık katillerden kurulu çetenin üzerine güle oynaya giden Mehmetçik... Sahi senin kalbine üflenen o merhamet ve korkusuzluk nereden gelip nereye gider?
Kara Oğuz'dan kalma cesaret
Türkler tarih boyunca kendilerini koruyabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için yaşadıkları topraklara her daim egemen olma arzusu taşıdılar. Türk kültür ve yaşamını şekillendiren Orta Asya'nın ürpertici hudutları, uçsuz bucaksız sahaları ve aşılması zor dağları insan karakterinin oluşmasına ve askeri becerilerin şekillenmesine kapı açmıştır. Bu coğrafya; milletimize at sırtında her daim hareketli, tertipli ve saldırgan bir savaş stili kazandırarak askerliği bir meslek olarak değil bir hayat felsefesi olarak seçip hayatlarına başarıyla uygulamasına ve Viyana kapılarına dayanıp Türk cihan hâkimiyeti rüyasıyla yıldızlı gökleri seyretmelerine imkân sağlamıştır.
İnsanı "ümit" olarak kabul eden Oğuz hareketinin devamı olan Türkler, İslam öncesi dönemlerinde de "Savaşçının talihi cenkte ölmektir. Eğer biz ölürsek, kahramanlık şöhretimiz bizi dünya durdukça yaşatacak ve oğullarımız, torunlarımız başka kavimlerin başbuğları olacaktır" inancıyla hareket ederek korkuyu yenmiş ve İslamiyet'in kabulüyle beraber şehitlik mertebesini de elde ederek dünya tarihini değiştirmişlerdir. Savaş meydanına bu manevi zırhla çıkan ordu, düşman karşısında asla yıkılmayan bir duvar, kolaylıkla aşılamaz, zapt olunamaz bir kale oluşturur. Maneviyatı tükenmiş ordu ise dümensiz ve kaptansız bir gemiye benzer, savaşta maruz kalacağı sarsıntılardan etkilenerek çabukça dağılır ve mağlup olur.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre savaş meydanında oluşan aşırı korku, askere karşı karşıya bulunduğu durumun üstesinden gelemeyeceğini ve bu nedenle zarar göreceğini düşündürerek endişeye kapılmasına yol açar. Yaşanılan bu ani dehşet duygusu bütün bedene ve zihne yayılır. Böylece zihinsel ve bedensel birçok faaliyetin kontrolü imkânsızlaşır. Paniğe kapılan kişi amacını kaybederek gerçekleri değerlendirme kabiliyetini ve dolayısıyla da askerlik vasfını yitirir. Özetle panik ortaya çıkınca düşünce ve mantık tamamen durur ve asker kaçmaktan başka davranış gösteremez.
En temel insani duygulardan biri olan korku savaş meydanlarının bir gerçeğidir, doğal bir duygudur, önemli olan ise bu korkuyla başa çıkabilmektir. Tehlikelerle karşı karşıya gelmeye hazır, eğitilmiş, istikrarlı ve dengeli askerler korkuyla mücadele edebilen askerlerdir ve unutulmamalıdır ki cesur asker aslında korkusuz asker değil, korkuyu yenebilen askerdir. Korkunun yenilmesi de ancak ve ancak manevi bir dirençle mümkün olur. O direnç asırlardan beri hem genetik hem de toplumsal zihin kodlarıyla bugüne taşınmış ve tabiri caizse bu korkusuzluk düşman üzerinde bir Türk korkusu oluşturmuştur.
İhsan Fazlıoğlu'nun, Akıllı Türk Makul Tarih kitabında aktardığı bir olay bu korkunun ne boyutta olduğunu bizlere gösterir: 16'ncı yüzyıl. Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı orduları Avrupa'nın içlerine nizam-ı âlemi tesis için ilerliyor. Alman soyluları Avrupa'nın büyük bir bölümünün dinlerini değiştirecek ölçüde Türklere yakınlık duyduğu bir ortamda toplantı üzerine toplantı yapıyorlar; İslam'ın ve Türklerin yaşam biçimlerini etkisizleştirecek yöntemler üzerine konuşuyorlar. Bütün bu gayretleri boş çabalar olarak görüp Alman ulusunun soylularına seslenen Martin Luther, en iyi dünyevi düzenin sahibi olarak kabul ettiği Türklere karşı Tanrı'ya yakarmaktan başka çare görmüyor çünkü Luther'e göre, Tanrı'ya kurtarılabilecek şeylerin kurtarılmasına yardımcı olması konusunda yalvarılabilir; imkânsızı talep etme konusunda değil. Sofra konuşmalarında sohbet bu şekilde sürerken bir Alman soylusu ayağa kalkıp şöyle sesleniyor: "Bırak duayı, yakarmayı! Özel bir topun var mı Türklere karşı?" Martin Luther'in cevabı Avrupa'nın ruhsal durumunu özetler nitelikte: "Hayır! Ama özel bir duam var."
Batı, bilinçdışında taşıdığı bu korku sebebiyle Müslümanlara karşı büyük bir öfke besleyip korktukları varlığı bütünüyle ortadan kaldırmak için asırlardır varını yoğunu ortaya koymakta. Onlar için Türk korkusu eşittir Müslüman korkusu. 11 Ekim 1908'de Anadolu'da Türklere karşı yürütülen savaşlara katılan bir papaz günlüğüne şu cümleleri yazar: "Her yerde Türkler!" Ağustos 1100'de ise Roma'da Papa II. Baschalis bunu doğrularcasına şu fetvayı yayımlar: "Müslümanlar eşittir Türkler." Türklere karşı o yıllarda sürekli bir savaş sürdürmek isteyen Avrupa bu savaşı finanse etmek için "Türk Vergisi" adında bir vergi toplar. İşte bugün sınırımızda Avrupa'nın ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelip terör örgütü YPG saflarında savaşan kiralık katiller Türk Vergisi'nin fonladığı ve Türk korkusunun sebep olduğu bir oluşumdur.
Korkusuz komutan
Keykâvus Kâbusnâme'de Türkler için; lideri iyi olursa bu milletle büyük işler yapılacağını söyler. Nitekim öyle de olmuştur, Türkler iyi bir lider buldukları zaman tarih sahnesine çıkıp her zaman söz söyleyen ve tarihin akışını değiştiren devletlerden biri olmuştur. Yeter ki kendini koruyan, kollayan ve kendinden gördüğü biri olsun. İstiklal mücadelemizde, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bütün komuta kademesi cesur ve korkusuz komutanlardan oluşmaktaydı. Halkın ve ordunun bu korkusuzluğu bizlere, parçalanmak üzere olan bir imparatorluktan yeni bir ülke armağan etti.
Yusuf Has Hâcip Kutadgu Bilig'de liderlerin korkusuzluğuyla ilgili şunları söyler: "Ordudan evvel ekseriya komutan yenilir. Ruhen yenilmeyen cesaretli bir komutan sonunda mutlaka zaferin yolunu bulur. Cesur ve gözü pek olmalıdır, korkak kimse düşmanı görünce hastalanarak yatağa düşer. Cesur dediğin haysiyet sahibi olur; haysiyetli insanlar ölürken vuruşarak ölür. Orduları yarıp delmek için sebatlı bulunmalı, askeri coşturmakta kesin kararlı olmalıdır. Ordu komutanı bu faziletlere sahip olursa, düşmanı vurur ve onun şöhretini yere serer. Cesur ve dayanan asker düşmanı ezer."
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda Anayasamızın 117'nci maddesi gereği Başkomutan unvanının sahibi Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın da yapmak istediği şey tam olarak bu; cesur söylemler ve manevralarla milletine liderlik edip zaten korkusuz olan bir millete cesaret aşılayıp devleti onurluca ayakta tutmak ve düşmana korku salmak. Malum darbe kalkışması gecesi; "Milletimizi illerimizin meydanlarına davet ediyorum" sözüyle çeşitli siyasi görüşlerden milyonlarca devlet sevdalısı vatandaşı sokaklara döken ve emperyalist kuklaları milletinin gücüyle şaşkına uğratan Sayın Erdoğan, sahip olduğu liderlik özellikleriyle halkına ve cephedeki askerlerine kuvvet olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez başka bir milletten kurulu orduyla beraber (Özgür Suriye Ordusu) sınır ötesi operasyon başlatan Türkiye Cumhuriyeti, karşısında bulunan Avrupalı devletlere ve belki de en önemlisi Amerika'nın bölgedeki askeri varlığına rağmen ilerleyişini büyük bir kararlılıkla korkusuzca sürdürüyor.
Bunlara ek olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın her fırsatta meydanlarda okuduğu kahramanlık şiirleri asla tesadüfi ve gelişigüzel seçilmiş şiirler değildir. Sayın Erdoğan bu şiirlerle halkı bir şeylere hazırlamakta ve onlara bir şeyleri hatırlatmaktadır. Kan birliğine değil can birliğine dayanan bu millet yeri geldiğinde, iş başa düştüğünde elinden geleni fazlasıyla yapmakta ve yapacaktır.
Biz Türkler, bize benzeyen liderlerle güç buluruz. Bu, tarihin her döneminde böyle olmuştur. 26 Ağustos 1071 tarihinde Malazgirt Ovası'nda Cuma namazını eda eden Sultan Alp Arslan biraz sonra Bizans ordusu ile çarpışacak askerlerine şöyle seslenir: "Burada ne emreden bir sultan ne de emir veren bir askerim. Zira bugün ben de ancak sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim." Bu konuşmadan sonra beyaz elbisesiyle eline kılıç ve topuzunu alan Sultan Alp Arslan bütün büyük Türk kumandanları gibi en önde savaşarak Bizans ordusunu büyük bir hezimete uğratır. Bu zaferden sonra Anadolu'nun kapıları ardına kadar Türklere açılır ve Anadolu'nun fethi bu zafer ile başlamış olur.
Dün ve bugün; Türkler korkuyu korkusuzca yenip cesaretleriyle bütün âleme örnek oldular. Zaman ve mekân değişse de bizler aynı kültürel ve fiziksel kodlarla yaşamaya devam ediyoruz, edeceğiz.