Sinema bir itikat sistemi olabilir mi?
Aydınlanma ile 'karanlık çağlar'ından kurtulduğunu zanneden Batı dünyası, iktidarı yeryüzünde tutarak her türlü mistisizme karşı çıkmanın getirdiği karanlığı 20'nci yüzyılda ancak fark edebildi. Sekülerizmin anavatanında dinî kurumların ve oluşumların gittikçe artan bir şekilde devlet eliyle desteklenmesinin başka bir açıklaması yok. Önceden dinin besleyip büyüttüğü ama şimdi öksüz kalan ruh, bireycilik girdabında büyük bir karanlığa boğuldu. Bu büyük boşluğun farkında olan ve bir şeyler yapmak isteyen filozof-meşrep yönetmenler de bu minvalde ortaya bir şey koymaya çalıştı.
Varlığın temel devinimini sağlayan özün madde olduğu iddiası bugün o kadar da itibar görmüyor. Refahın her şey olmadığının anlaşılacağı kadar zenginlik de tecrübe edildi. İsveç'teki müreffeh insanların intihar oranları, ontolojik tartışmalarda sıkça referans verilen o büyük boşluğun henüz doldurulamadığının en büyük kanıtlarından. Kurtuluş için sunulan reçeteler, pansuman olmaktan öteye gitmese de bir arayışın olduğunu gösteriyor. Özellikle 60'lardan sonra ortaya çıkan ruhani hareketlerle fert merkezci/seküler dinlerin filizlenmeye başlaması ne yardan ne serden geçmek istemeyenlerin bir tezahürü olarak karşımızda duruyor. Ferdin adeta kutsallaştırıldığı ve kadim kutsalların hakir görüldüğü platoda yeni dinlerin de fert merkezci oluşu anlamsız olmasa gerek. Christopher Partridge, bu geçiş dönemine işaret ederek, insanı benliğinden sıyırmayı amaçlayan geleneksel dinlerden daha ruhsal ve benliğin öne çıkarıldığı bir yaklaşıma doğru akan bir evrimden bahseder. Paul Heelas ve Linda Woodhead de çalışmalarında yine 60'lardan sonra bir ruhsal devrim gerçekleştiğini, kişinin özüne dair sürecin başladığını vurguluyor. Bron Taylor'ın tabiriyle "Koyu Yeşil Dinler" kategorisi de işte tam bu atmosferde ortaya çıkıyor. Bu dinler temel olarak doğanın kutsal olduğu ve insanın onun üzerinde bir hükümranlık kuramayacağını vurguluyor. Bu ise özünde, modern insanın tekrar doğaya (kendisine) dönmesi gerektiği düşüncesine dayanıyor. İşin en ironik tarafı, rasyonalitesiyle dünyaya paradigmasını dayatan Batı'nın, eksik yönü olan sezgisel görü konusunda yine Doğu'ya başvurması. İşte bu arayışta Batı, kendi bireyciliğini Doğu'nun mistisizmiyle harmanladı. Bugün meditasyonun, yoganın, karma felsefesinin, tanrı-evrenci görüşün, Koyu Yeşil Dinler ve telekinetik atmosferi imleyen enerji temelli felsefelerin hepsi tamamen Doğu'nun çocuğu olarak Batı'ya taşındı. Colin Campbell, "Batı'nın Doğululaşması" olarak kavramsallaştırdığı bu süreci anlatırken gaia, meditasyon, hayvanların sezgiselliği, reenkarnasyon, vejetaryenlik gibi pratiklerin marjinallikten çıkıp norm haline geldiğini söylüyor. Bir sürü turistin (ki bunlara "ruhani turist" diye bir ad taksak ne güzel olurdu) yeni bir yol arayışında Hindistan gibi coğrafyalara giderek diz kırıp oturması hep bu arayış nedeniyle gerçekleşti/gerçekleşiyor. İşte bu ruhani açlığın farkında olan yönetmenler de bu boşluğu doldurmak için kendi dilleriyle insanlara "gerçek" dünyaları anlatmaya çalıştı.
Sinema ile geldiği iddia edilen gerçeklik dünyası
Din, Clifford Geertz'in 1966 tarihli "Bir Kültür Sistemi Olarak Din" adlı makalesini baz alırsak; "Varoluşla ilgili kavramlar üreterek inananlarına bir hakikat aurası çizen, inanç ilkelerinin yanında eylemler için motivasyonlar oluşturan, zamana yayılan, belli bir moda sokan ritüellerin, sembollerin ve mitlerin harmanlandığı bir dünyaya bakış" anlamına geliyor. Geçtiğimiz günlerde vefat eden Şerif Mardin de dini; "İnsanın bazı manevi boşluklarına karşılık veren bir bütün" olarak tanımlamıştı. Bu iki yaklaşımdan da dinin varoluş meselesinde, insanın nereden gelip nereye nasıl gitmesi gerektiğini anlamlandıran bir hayat duruşu olduğu sonucu çıkıyor. Bütün bu özellikleri masaya koyduğumuzda, din ile sinema ilişkisini daha kolay okuyabiliriz. Sinema=din önermesi güçlü bir iddia olmamakla beraber sinemanın etki alanının bir din kadar güçlü olduğu örnekler mevcut. Neticede sinema da bir bakıma izleyicisini kendi değerlerinin bir müminine çevirmeye çalışıyor çünkü doğrudan yahut dolaylı olarak ilettiği bir ahlak felsefesi ve dünya görüşü var. Eğer dinin temel işlevi dünyayı anlamlandırmak ve kaotik düzende bir liman olmaksa bazı filmler de bunu ziyadesiyle gerçekleştirebiliyor. Ünlü yazar S. Brent Plate, film ile din arasında benzerlik kurarak ikisinin de dünyayı olduğu gibi alıp üzerine yeni bir dünya kurduklarını söylüyor. Bunu da çerçeveleme (framing) ve yansıtma (projecting) ile yaptıklarını belirtiyor. Böylece öteki dünyalara bir pencere açılıyor. Dinin temel çıkış noktası, olan ve olması gereken arasındaki gerilimden faydalanarak düsturlarını inananlara iletmekse bunu filmler de bir noktada yapıyor, diyor. Yine bu bağlamda filmler hem sembol üretiyor hem de çeşitli motivasyonlar oluşturarak kişiyi bir moda sokan yapılar olarak karşımızda duruyor.
1960'larda neşvünema bulan Yeni Amerikan Sineması'ndan bugüne kadar birçok filmde bu motivasyonları görmek mümkün. Yukarıda da bahsettiğimiz bu tinsel sinema ferdi, tecrübeyi, bütüncülüğü merkeze aldı/alıyor. Dünya gününün 40'ıncı yılında izleyici ile buluşan Avatar mesela bunlardan birisiydi. Yeni çevreci dinlerin mitlerini barındıran film, muhafazakâr eleştirmen Ross Douthat tarafından panteist olmakla itham edilmişti. Hiç de boş bir eleştiri değildi fakat bu eleştiriden daha önemli olan şey ise, bu filmin etki alanının umulmadık coğrafyalara kadar uzanmasıydı. Örneğin Yosefa Loshitzky, bu meseleyle ilgili bir makale yazmıştı. Makalede; Şubat 2010'da Filistinli, İsrailli ve çeşitli uluslardan birçok aktivistin kendilerini maviye boyayıp filmin ana karakteri Na'vi gibi giyinerek Batı Şeria'yı tecrit eden duvarı ve zeytin ağaçlarının kesilmesini bu şekilde protesto etmelerinin nedeninin Avatar'ın kurduğu sembolizm olduğunu söyler. James Cameron'un kurduğu 'gerçeklik aurası' yaşadığımız dünyada böyle karşılık bulmuştu.
İzleyicisini kendi 'gerçek' dünyasına davet eden yönetmenlerin hiçbirinin bir din inşa etme amacı taşıdığını sanmıyorum. Eğer mesele kendi düşüncesini anlatmak, değerlerini aktarmak için belli yöntemleri kullanmaksa dünyada kim bunu yapmıyor? Plate'in isabetli bir şekilde yaptığı sinemanın 'jeodinsel' okumasına göre zaten bu filmlerin kendileri bir din değil fakat formları ve alımlanma süreçleri onları dinin temel dinamiklerine sahip ürünler kılıyor. Genelde kendilerine özgü bir üslubu olan, filmlerini belli bir çizgide sürdüren ve auteur yönetmenler olarak tanınan kişilerden bu tip çıkışlar beklense de bu bir kural değil, sadece daha kolay anlamlandırıldığı için böyle sanılıyor. Star Wars serisinin senaristi ve yönetmeni George Lucas bunlardan birisi. Star Wars ilk katmanda müesses nizamın bir eleştirisi olarak algılansa da (imparatorluk-cumhuriyet savaşı) çok daha engin bir felsefe barındırıyor. Filmde ele alınan Jedi kültürü Lucas'ın kaleminden çıkmış olsa bile aslında Doğu kültürüne sırt dayıyor. Şövalye geleneğiyle harmanlanmış olan bu uzay savaşçılarının ahlakı tam olarak arzulanan profil olarak izleyicisine bir dünya görüşü sunuyor. Lucas, bu gerçek dünyaya gönderme yapan alegorik düzende böylesi bir gerçeklik aurası kurdu. Bu öyle bir boyuta erişti ki bugün dünyada 300 bin kişi dinini Cedayizm (veya Jediizm) olarak tanımlıyor. Her ne kadar bugün senkretik bir din olarak kiliseleri olsa da kendilerine ait bir ahlaki düzenleri ve ritüelleri var. Hatta İngiltere'de, bir Ceday üyesi kukuletasını çıkarmayı reddettiği için marketten çıkartılmış, daha sonra yönetim tarafından kendinden özür dilenmişti. BBC'ye röportaj veren bir Jedi efendisi, kilisesi ve inançları hakkında şöyle diyor: "Öldüğümüzde dünyada bir iz bırakarak ve herkesin bizi iyi ya da kötü hatırlayacağı şekilde güce teslim olduğumuza inanıyoruz."
Bahsedilen bu 'gerçeklik aurası'nın gücü, Lucas'ı bile aştı. Alexandre O. Philippe tarafından çekilen The People vs George Lucas adlı belgeselde, Lucas ile Star Wars fanları bir araya gelir. Yönetmenin açıklamalarını yeterli bulmayan izleyiciler o felsefenin altını kendileri doldurarak Lucas'ı adeta topa tutar. Zira, Cedayizm'in sırtını dayadığı ve Lucas'ın filmde sloganlaştırdığı; "Güç seninle olsun" söyleminin altı o kadar da boş değil. Bunun arkasında, telekinezi hakkında biraz bilgi sahibi olanların aşina olduğu ve her bir zerresine kadar atomlardan oluşan evrenin bir olduğu görüşü var. Yine bu görüşe göre, her şeyin bir olduğu (kesrette vahdet) bu düzende bugünün fiziğinin açıklayamadığı metafizik bir âlem vardır ve doğru yöntemlerle yaklaşıldığında bu enerjiyi (güç) harekete geçirmek işten bile değildir. Filmdeki Jedi ustasının telekinetik özelliklerle savaşması da bunun en bariz göstergelerinden birisi.
İnsan inanmadan yaşayabilir mi?
Yine benzer bir şekilde Wachowski Kardeşler'in Matrix'i farklı bir gerçeklik vaat ediyor. Bugün hâlâ etkisini koruyan ve kült bir film haline gelen eserde 'hakikat' meselesi bambaşka bir boyuta taşınıyor. Filmde, evrenin aslında bir aldatmacadan (simülasyon) ibaret olduğu ve bu Matrix'i anlamanın kişiye gerçek erdemi getirdiği vurgusu var. Filmin ilk sekansında Jean Baudrillerd'in kitabının olması –ki kendisi de filmin teziyle paralel fikirler öne sürmüştü- ve Neo'nun 'o kişi' olma yolculuğu boşuna anlatılmıyor. Tamamen bir 'oyun ve eğlence' olan bu dünyanın gözümüzün önünde sadece sahte bir perde olduğu vurgusu var. Aslında bu noktada Hindulardan Japonya'ya, tasavvuf geleneğinden Ortadoğu platosuna kadar birçok yerde retorik düzeyde zikredilen fikirlerin bir benzeri dile getiriliyor. Morpheus'un Neo'ya kung fu öğretmesi, kâhinin yanına gitmesi, kaşık büken çocuk, fiziksel realiteye karşı gelinmesi gibi unsurlar tıpkı Jedi kültürü gibi Doğu'nun bir etkisi olarak karşımızda duruyor. Filmin sonunda Neo'nun izleyiciyi de bu yola çağırması elbette Wachowski'lerin aleni bir davetinden başka bir şey değil.
V for Vendetta'da anlatılan isyan hikâyesinde de yine yozlaşmış hükümetlere karşı nasıl bir ahlaki düstur ve cesaretle karşı konulması gerektiği vurgulanıyor. V maskesiyle arzı endam eden Anonymous gibi grupların bugün hükümetleri hedef tahtasına alıp belli ilkeler doğrultusunda gerek siber saldırılar gerek gizli belgeleri yayınlamak şeklinde olsun bir savaş verdikleri gerçek. Bu hackerlar muhtemelen filmden önce de yaşıyordu ama onları bir amaç etrafında toplayan filmin 'gerçeklik aurası' ve oluşturduğu motivasyon onların dünya görüşünü bir şekilde etkiledi. Birçok film buna benzer bir ahlaki düzen inşa etme amacı taşıyor. The Da Vinci Code (Ron Howard, 2006), Doubt (John Patrick Shanley, 2008), A Serious Man (Ethan Coen ve Joel Coen, 2009), Pale Rider (Clint Eastwood, 1985), The Lion King (Roger Allers ve Rob Minkoff, 1994), Pocahontas (Mike Gabriel ve Eric Goldberg, 1995), The Lord of the Rings (Peter Jackson, 2002), The Sixth Sense (M. Night Shyamalan, 1999), Hereafter (Clint Eastwood, 2010), Poltergeist (Tobe Hooper, 1982), Ghost (Jerry Zucker, 1990), Insidious (James Wan, 2010), Contact (Robert Zemeckis, 1997), bunlardan sadece birkaç tanesi. Fakat asıl soru şu: Gerçekten bu filmler mi büyük bir tez öne sürüyor yoksa insanlar içinde bulundukları boşluktan dolayı mı bunlara meylediyor? Paradoksal bir çıkarıma gebe bir durum yok burada, yanıt elbette her ikisi de.
Filmlerde dinî ve örfi unsurların yer alması, bu tartışma içinde çok güdük kalıyor. Bu kadarla bitecek bir mesele de değil. Çok daha kuşatıcı, aşkın bir fikir ve değer atmosferinden bahsediyoruz. Yoksa gerek Hıristiyan gerek İslam geleneği hakkında bir sürü film çekildi. Bunları yapmak kolay. Asıl mesele bir fikre ahlak paltosu giydirerek başka bir şey söylemekte. Mevlana'ya atfedilen "Yeni bir söylemek lazım" özdeyişini konuştuğumuz bağlam için düşündüğümüzde bu yönetmenler veya senaristlerin ne yapmaya çalıştığı billurlaşıyor. Kimisi başarılı oldu, kimisi yolda takılıp kaldı, ama yaptı. Yaptılar çünkü içten içe hissettikleri ve toplumda da karşılığı olduğunu bildikleri şeyler hakkında kendilerini muvazzaf gördüler. Hayatı bir yerden yakaladıklarını düşündüler. Zaten insan inanmazsa aslında yaşıyor mudur?
OĞUZHAN DURSUN KİMDİR? Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi'nde doktora öğrencisi.