Çakarlı Arabalar ve Sistem Sorunu
Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Sistemi'yle birlikte yeni bir viraja girmekte. Devletin en yüksek makamına erişmiş insanla, devletin en alttaki makamına başvuran insan arasında, 'devlet' tanımıyla her keresinde yeniden yüzleşmesi anlamında bir fark yok. Bu devlet yapısının ortaya koyduğu sistem basit bir dilekçe yazarken bile bize kendisini hissettiriyor.
Makamlar ve mevkiler arasında bürokrasinin farklı ve renkli veçheleriyle tanışırız ve her birimiz de bundan şikâyetçiyizdir. Devletle ve sistemle yüzleşmek ve o serüveni anlatmak 'askerlik anısı' anlatmak gibidir. Hepimizin böylesi maceraları vardır muhakkak. AK Parti iktidarıyla birlikte atılan yenilikçi adımlar elbette birçok sorunu çözdü, çözüyor. Fakat bazı sorunlar var ki, nedense bir türlü çözülemiyor. Cumhurbaşkanlığı Sistemi en azından bu sorunların en büyüğü olan yönetimdeki sistem tıkanıklıklarını çözecek.
Peki, gündelik hayatımızdaki sistem sorunları… Onların da zamanla çözüleceğini umuyoruz. Çünkü sistemin en tepesindeki değişim, bir şekilde sistemin bütününe de yansıyacak. Nedir peki gündelik hayatımıza yansımasını beklediğimiz sistem değişiklikleri? Yalnızca sistem midir değişen, hayata bakışımız da değişiyor mu, ideolojiler kendilerini revize edebiliyorlar mı, yoksa bir arkeoloji kazı alanı gibi kalmayı mı tercih ediyorlar?
Çakarlı arabalar
Büyükşehirlerde trafiğe çıkmışsanız mutlaka çakarlı arabaları görmüşsünüzdür. Resmi plakası olmayan bu araçlar genelde trafiğin yavaş seyrettiği yerlerde güvenlik şeridinden 'çakar'larını açmış bir şekilde sağ yanınızdan süratle geçip giderler. Elbet içinde hangi önemli yetkilinin olduğunu ve o önemli yetkilinin bu kadar hızla nereye yetiştiğini de bilemezsiniz. Aynanıza yansıyan 'çakar'la direksiyonu sola kırıp bir anda yol verirsiniz. Son yıllarda neredeyse belediyelerdeki her müdürde gördüğümüz bu 'çakar'lı araba sorunu büyük şehirlerin 'küçük' sorunları arasındaki yerlerini aldı. Mesele sadece bazı yetkililerin çakarlı araba kullanması değil. Ne yazık ki her birimizi kuşatan sorumsuzluk duygusu. Herhangi bir kazı alanında bir kaza olmadan orayla ilgili tedbirleri almamak, bir makamdan şikâyet gelmeden oradaki arızi durumun kendi kendine düzelmesini beklemek... Örnekleri çoğaltabiliriz, yoksa benim de çakarlı arabam olsa tabii ki en sağdan gitmeyi tercih ederdim.
Birbirine plaket vermek
Artık Instagram sayesinde birbirimizin sosyal hayatından fazlasıyla haberdarız. Geçenlerde Twitter'da bir kullanıcı çok hoş bir fotoğraf paylaştı. Fotoğrafta bir vitrin, vitrinin camına 15-20 kadar aile fotoğrafı yapıştırılmış. Kullanıcı da fotoğrafın altını şunu yazmış: "İşte dedemin Instagram hesabı." Şakası bir yana Instagram'da ve diğer sosyal ağlarda takip ettiğim yahut takipleşmek zorunda kaldığım bazı bürokratlara uygulanan plaket zulmünü gördükçe 'artık yeter' diyesim geliyor. Yorumlar genelde şöyle oluyor: "Sayın başkanımız XX'le Sayın X Müdürü Sayın XX'i ziyaret ettik ve kendisine plaketimizi sunduk." Şimdi bu plaketlerin hiçbir sanatsal değeri olmadığı gibi duvara assan şekilsiz, masana koysan ayakta durmaz. Gerçekten bu plaketlere verilen paralara yazık. Katıldığım bazı şiir programlarında sürekli plaket sunulmasına itiraz etmiştim, sonunda düzeldi bu alışkanlık. En azından güzel kalemler, güzel defterler hediye edilmeye başlandı. Bürokraside de değişmeli bence bu alışkanlık. Plaketlere bir semazenin resmini işlemekle yerli olunmadığı gibi hat sanatından anlayan hiç kimsenin sahiplenmeyeceği o garip yazılı levhaları da plaket diye sunmanın gerçekten bir anlamı yok.
Devlet dairesinde iş bitirmek
Evet, gerçekten böyle insanlar var ve sayıları da gitgide artıyor. Buna ancak maşallah denilebilir. Bazı devlet daireleri kendilerini güncellemeyi başardı, bazıları da bir şekilde üzerlerindeki hantal yapıyı az buçuk da olsa kaldırmaya niyetliler. Risk alan ve iş bitiren yöneticiler bir şekilde devletin damarlarında ilerlemeyi sürdürüyorlar. E, adamlar '1000 yıl sürecek' bir sistemden bahsedip birazcık abartmışlardı ama şükür 1000 yıl sürmese de bir şekilde devletin damarlarına kadar sızdıkları için sadece FETÖ gibi şer unsurlarından kurtulmakla iş bitmiyor, bir de o kafa yapısının, o bakış açısının silinmesi lazım. Bu sistem değişikliğiyle birlikte silinecek inşallah. Yine de bazı sıkıntılar var ki, nedense bir türlü çözülemiyor. Mesela herhangi bir devlet dairesine başvurup olağan ve sıradan bir işlemi yapmak için hâlâ ter döktüğümüz oluyor ve biraz hatırı sayılır birisi isek de o her şeyi çözen 'iş bitirici insan'ı arayıp sorunumuzu en kolayından çözebiliyoruz. Çözülen o sorun gerçekten de basit bir sorun oluyor çoğunlukla. Ama ya birisi oradaki alanı tıkıyor ya da sistemin bir 'kıvrımı' orada ilerlenebilmesine müsaade etmiyor. O zaman da aklımıza hemen geliveriyor, ya bu devlet dairesinde tanıdığı olmayanlar, ya o sırada günlerce beklemek zorunda kalanlar, ya o dosyası raflarda çürüyenler… O yüzden sistem derken biraz daha basit düşünmeye çalışsak ne güzel olur.
Beyaz masa ve BİMER
Sistemde her şey de kötü değil elbette. Misal herhangi bir beyaz masaya başvurmanız dahilinde en azından o sorunla ilgili geri dönüş alıyorsunuz. Şikâyetiniz çözülemese bile neden çözülemediği size izah ediliyor. Bir de Başbakanlık İletişim Merkezi (BİMER) var ki, tam bir nimet. En çetrefilli, en Arap saçına dönmüş meseleleri bile çözebiliyor. Devletin tepesindeki adalet kılıcı BİMER. Sadece devlet dairelerindeki sorunları da değil üstelik gündelik hayatınızda yaşadığınız herhangi bir meseleye bile eli yetiyor. Özel bir şirket, büyükelçilik, hatta bir market bile BİMER'in çözüm sunan adaletli tarafından kaçamıyor.
Emekli albay ve kendini sistemin sahibi hissetmek
Emekli albay psikolojisi diye bir şey var. İlla ki o kişinin subay emeklisi olmasına gerek yok. Kimdir peki emekli albay psikolojisine sahip olanlar... Genelde yaşları 50'nin üzerine çıkmış emekli öğretmen, memur, bürokrat sınıfından insanlardır. CHP'li olmakla Türkiye'nin sahibi olmak arasında bağlantılar kurarlar. (Buraya tekrar döneceğim ama şunu düşünüyorum şimdilerde; yıllarca eleştirdiğimiz emekli albay tipinde bir şekilde sistemi ve devleti sahiplenici bir taraf vardı. Doğal olarak milliyetçiydiler. Bayrağa ve vatan kavramlarına ve onların tanımlarına çok aşinaydılar. Memleket ile ilgili bir mesele acil olarak ortaya çıktığında cumhurbaşkanı ister Süleyman Demirel olsun, ister Turgut Özal, en derin bir şekilde onları sahiplenirlerdi. Kemalist doğruculuk dediğimiz bu ölümüne bürokrat tavır bir şekilde düzendeki tıkanıklıkları açmak için bir işaret fişeğiydi. Şimdi bu tipoloji bile kalmadı, kalan da 'canavar'laştı.) Foucault, modern devletin bürokratik ağla birlikte gündelik hayatımızı derinden kontrol ettiğini söyler. Aynı Foucault, bireylerin, devletin dayattığı farklı iktidar alanları tarafından şekillendirildiklerini de söyler. Foucault'un dediği gibi hizaya girmeyi ve iyi vatandaş olmayı böylece içselleştiririz. Makro ve mikro iktidar alanları... Ve bunlar arasındaki ilişkiyi tanımlayan canavarlaşmış bürokrasi. Türkiye'de bu canavarın yarattığı insan tipi olan 'site yöneticisi' emekli memur da değişen sistemle birlikte kendini değişime tabi tutmalı elbette.
Mücerret kahramanlık
Türkiye'de halk olmanın tanımı sürekli değişime uğramıştır. Tanzimat Fermanı'ndan bu yana cumhuriyetin ilanı ve ihtilaller, muhtıralar bu tanımı sürekli değişime zorlar. Değişmeyen tek tanım 'mücerret kahramanlıktır'. Yurdu demir ağlarla örmüşüzdür. Her yaştan milyon genç yaratmışızdır. Karanlığın üstüne güneş gibi doğmuşuzdur. Yıllar boyunca değişmeyen sistemin o hiç değişmeyen kafalarının derdi, karanlığın güneşin üzerine doğma ihtimalidir. Mücerret kahramanlık, 15 Temmuz'la birlikte yıkılıp gitti. Halk artık kendi kendini tanımlama yolunu seçti. Gidişata bizzat müdahale ederek, kendi içinden çıkan iktidara, sistemi değiştirme yetkisini verdi, veriyor. Evet, 18 madde değişiyor anayasada. Bu değişime karşı çıkanların bütün yalan salvolarına rağmen bir taksiye bindiğinizde, bir tezgâhtarla konuştuğunuzda, bir öğretmene fikir sorduğunuzda herkesin de muhalefetten daha fazla o değişen maddelerden haberdar olduğunu göreceksiniz.
Halk kendi tanımını değiştirirken devletin tanımını da değiştiriyor. O 'aydınlık ve ilerici' beyinlerimiz her şeye 'hayır' demeyi artık çok doğal bir refleks olarak görüyorlar. Açık bir hastalık halindeler. Statükonun sürmesi için ellerinden geleni yapacaklar. İstedikleri şey de zaten bu. Çünkü hiçbir zaman iktidara gelemeseler de kendi iktidar alanlarını uzun yıllar süresince oluşturmuş ve hayatımızın en derinlerine kadar da yansıtmışlardı. Başımızdaki öğretmenden eve geldiğinde üzerimizde kendi iktidarını deneyen ebeveynimize kadar uzanmıştı o 'görünmez el'. Şimdi ellerin hiçbirisi gizli değil. Size de 'hayırcı'ların kendisini gizlemesi çok garip gelmiyor mu?..