Gitmek mi zor, kalmak mı?
Haziranda Brexit haberini aldığımızda babamın ilk tepkisi; "İngilizler birliğe zaten hiç girmedi ki" olmuştu. 1997 yazında İngiltere'yi ziyaret eden ve trafiğin ters yönden akmasıyla istikamet duygusunun kendisinden çalındığını düşünen babam, İngilizlerin bu hinliğini hiç affetmedi. Her fırsatta bir ada milleti olduklarını hatırlatan İngilizlerin Avrupa Birliği'nden ayrılması, kendimi şöyle bir tarttığımda, benim için de çok fazla bir şey ifade etmiyor. Sonuçta bir Türk olarak benim için ülke ve kıta sınırları, aldığım vizelerin geçerliliğinin nerede başlayıp nerede bittiği gerçeğiyle çiziliyor. AB vatandaşlarına göre düzenlenmiş konferans ve atölye takibi için İngiltere'de okurken Avrupa'ya, Almanya'da okurken İngiltere'ye geçmek için vize peşinde koşmak zorunda kalan biri için Brexit haberi, hafif şaşkın bir; "demek öyle"den ileri gitmiyor.
Bu elbette 'dışarıdan' bir bakışla ilk tepkim. İlk başlarda takınmaya çalıştığım umursamaz tutum, Brexit'ten sonra artan ırkçı eylemler sonucu değişmek zorunda kaldı. Çoğu yorumcunun belirttiği gibi Brexit kararı halihazırda İngiltere'de var olan ırkçılığı biraz daha görünür kıldı, o kadar. Ara ara duymaya alışkın olduğumuz Pakistan/Hindistan kökenli Britanyalılara yönelik saldırılara Doğu Avrupalılara yönelik saldırılar da eklenmiş oldu. Artan ve başka değişik guruplara da yönelmeye başlayan ırkçı saldırıların en üzücü kurbanlarından biri de AB'de kalma yanlısı olan Jo Cox adlı milletvekilinin kampanyası esnasında 'akli dengesizliği olan' (beyazlarda diğer milletlerden insanlara göre çok daha sıklıkla karşılaşılan bir illet, malum) biri tarafından öldürülmesi oldu.
Benim politize olduğum, meydanlara koştuğum uluslararası meselelerin hiçbirinde kılı kıpırdamayan bir takım İngiliz tanışların, Brexit söz konusu olduğunda sosyal medya seferberliğine girişmesi, imza kampanyaları başlatmasını da bir köşeden sessizce seyreyliyorum. Brexit sonucu en yüksek sesin rahatı en iyi olan, şimdiye kadar hiçbir hakkı için sokaklara çıkmak zorunda kalmamış bir kesimden geliyor olması, insanda bunun gerçekten bir halk oylaması olduğuna dair hissi artıyor. Fakat gördüğünüz gibi ben de o bilindik tuzağa düşüyorum. Sırf eleştirimizi hak eden grup bir yönde oy kullandı diye, onun tersinin 'hakkaniyetli' olacağını ima eder gibiyim. İşte referandum uygulamasının özünde yatan problem bu. İki çok farklı ideolojide insan, çok farklı sebeplerden dolayı Brexit oylamasında 'ayrılalım' kutusuna mührü basmışken, ideolojileri çok yakın başka iki insan referandumda farklı oy kullanmış olabiliyor. Brexit referandumu bir bakıma dünyadaki 'siyasi kampanya' iflasının başka bir ayağı. Avrupa'dan ayrılmanın mültecilerin İngiltere'ye girmesini durduracağını düşünen ırkçı İngiliz'den, AB'nin ticaret ve üretime getirdiği kısıtlamalardan kurtulmayı hayal eden küçük üretici, daha fazla göçmenin gelmesiyle kendisinin daha 'görünür' olup başının derde gireceğini düşünen ve kendi kendini ayağından vuran 2'nci, 3'üncü kuşak göçmen... 'Kal' ve 'ayrıl' kutucuklarını gördüğünde kendisine sunulan seçeneği kafasında çok farklı şekillerde anlamlandırılan seçmenler… 'Ayrıl'ı 'göçmenlere tekmeyi bas' olarak okuyanından, 'kal'ı; Fransa'daki yazlığına gidip gelirken zorluk yaşama diye okuyan ama yaptıkları seçimin bu kendilerine göre 'hayati' sonuçları dışında nasıl bir getirisi yahut götürüsü olacağına dair bilgisi olmayan, bilgilendirilmeyen seçmen…
Bunu kabul etmek zor olabilir ama her türlü 'gerçeğin' yalanlandığı bir dünyada insanlar artık mesehisleriyle hareket ediyor. Evet yahut hayır seçeneğiyle baş başa bırakılan seçmenler iki taraftan sürekli birbiriyle çelişen rakamlar ve raporlar duydukça anlamadıkları politik ve ekonomik mekanizmalara dair haberlere kulaklarına kapatıp, dünyayı 'hissi' bir şekilde anlamayı tercih ediyorlar. Bu hissi yaklaşımın farkında olan politikacıların 2016 yılında özellikle kullandığı konu mülteciler ve göçmenler oldu. En akıllı ekonomistlerin, sosyologların hatta istihbarat memurlarının raporları Hillary Clinton'ı seçmemenin felaket getireceğini, İngiltere'nin Avrupa'dan çıkmasının da dünyayı 3'üncü Buz Çağı'na sokacağını rakamla, mantıkla gayet didaktik bir şekilde anlattılar. Fakat dünyanın Trumpları ve Faragelarına (İngiliz milliyetçi siyasi partisi UKIP lideri ve 'ayrıl' kampanyasının en önde gelen ismi) kulak verenler, son yıllarda güvenlerini yitirdikleri 'uzmanlar'dan gelen bu raporları kendi bilgi, sezgi süzgeçlerinden geçiremeyeceklerinin, böyle bir yetilerin olmadığının bilincinde, evet bilincinde, oldukları için başka türlü bir hikâyeyi dinlemeyi tercih ettiler. Ekonomik endişeleri olan seçmenler, ülkelerinin kapılarının kapatılmasıyla refahın artacağı, kendi yağlarıyla kavrulabilecekleri sanrısına kapıldılar. Sanrı diyorum çünkü sanayi ve özellikle gıdada sadece birkaç ürüne yoğunlaşmış olan İngiltere'nin kendi kendini doyurması mümkün değil.
Söylemsel iktidara gelen darbenin şaşkınlığı
Artan ekonomik güvensizlik ve ırkçılıktan dolayı 'ayrıl' oyunun arttığı doğru fakat siyasi olarak bunun bir geçmişi olduğunu da unutmamak gerek. Bugünkü İngiltere siyasi tablosunun temellerinde aslında AB ile olan ilişki yatıyor. Uzun seneler sonra İşçi Partisi'nin zaferiyle sonuçlanan ve başımıza Tony Blair'i musallat eden 1997 seçimlerinde AB önemli bir rol oynamıştı. AB dışında bir İngiltere hayali kuran muhafazakârlar, genel çizgisi AB yanlısı olan muhafazakâr partiden ayrılarak 'Referandum Partisi' adında bir parti kurup oyları böldü ve İşçi Partisi böylelikle başa gelebildi. Yani Blair başarısını 'Avro-şüpheciler'e borçlu diyebiliriz. Daha 1997 yılında İngiltere'de sadece Avrupa'dan çıkmaya odaklı bir parti yüzde 3 gibi bir oy alabiliyordu. Bu partinin James Goldsmith gibi bir milyarder tarafından kurulduğunu ve 97'den beri AB aleyhtarı propaganda için para döktüğünü göz önüne alırsak nasıl 'ayrıl' oyunun çıktığını anlamak biraz daha kolay olur zannediyorum. Milyarderler tarafından yönetilen, fakirlere ve 'tedirgin beyazlar'a hitap eden siyasi bir kampanya... Zengin küstahlığıyla, kendi mahallesinin kaybetmesine aldırmadan, sadece bir seçim için kurulan, seçimden sonra da lağvedilen Referandum Partisi.
İngiltere'nin AB'den çıkması elbette Avrupa'yla ilişkilerini kesmesi manasına gelmiyor- ticari ve iş gücü bağları hâlâ devam ediyor. Brexit'e en fazla üzülen İngilizlere hayatlarında hazirandan beri ne değiştiği sorulduğunda, elle tutulur bir değişiklikten bahsedemiyorlar. Anlayacağınız bırakın imtiyazlarının ellerinden alınmasını, imtiyazlarının ellerinden alınma ihtimali bile bu kesimde bir bozgun hissi yaşanması için yeterli. Ülkenin çalışan tabakası ve kuzeyi için en iyisini kendilerinin bildiğini düşünen Londralılar ve Güneyliler, şu noktada söylemsel iktidarlarına bir itiraz gelmiş olmasına bile şaşkın durumdalar. Brexit'i henüz 'hissetmedikleri'ni söyledikten sonra hemen ekleyip, Brexit oyu verenleri tehdit eder bir şekilde 'İngiltere henüz resmi olarak çıkmadı, çıkınca göreceksiniz' diyorlar. Aynı Londra 'konuşan/ yazan sınıfları' AB'den en fazla yardım alan şehirlerden 'ayrıl' için yüksek oy çıkmasına hayret ediyor ve kendileri için neyin iyi olduğundan bihaber olan halk kitlelerinden bahsediyorlar. Halk düşmanı bir söylem çok yaygın.
Bu halk düşmanı söylemin en rahatsız edici yönlerinden biri de sürekli 'bencil yaşlılar'dan dem vurulması. Guardian ve şürekasına bakarsanız yaşayacağını ekonomisi güçlü olan günlerde yaşamış, yan evine Polonyalı gençlerin taşınmasından rahatsız olan ve bunun yanında sabahtan akşama kadar çalışan ve kendi emekliliği şüpheli olan Chloe'nin ödediği vergi sayesinde emekli maaşı alan Mary teyze, Chloe ve onun çocuklarının geleceğini düşünmeden faşizan bir şekilde Brexit'e oy bastı. Özellikle sondaj şirketlerinin aynı Amerika'daki gibi seçimi tahminlerinin tamamen fos çıkmasının -buyurun, halkın 'uzmanlara' olan güvenine inen son darbe, bundan sonra neden 'ekonomi' yahut 'Ortadoğu' uzmanları dinlesinler ki- ardından başımıza bunlar niye geldi diye dövündükleri ilk ayda bu 'yaşlı' düşmanlığı nerdeyse Birleşmiş Milletler'in heyet göndermesi gerekecek bir boyut aldı.
Fazla naz âşık usandırır
Kimin oy verme hakkı olduğu, kimin oyunun kiminkinden daha değerli ve 'akıllıca ' olduğu soruları demokrasilerde süregelen bir tartışma ama 2016 bu tartışmaların çok yoğun yaşandığı bir yıl oldu. Öyle ki İngiltere ve Amerikan gazeteleri ve dergilerinde şimdiye kadar hiç görülmemiş bir şekilde bir yönetim biçimi olarak demokrasi eleştirilir hale geldi. Evet, halklar saçma seçimler yapabilirdi. Meclis ve yargının görevi bu kararları geciktirmek, yontmak ve hakim güçleri çok rahatsız etmeyecek bir şekle dönüştürmekti. Örneğin İngiltere'de şimdi Meclis Brexit kararını durdurmak, ya da olabildiğince yumuşak bir geçiş yapmak çabasında. Halkın verdiği kararın Meclis'te böyle 'çarçur edildiğini' gören milliyetçiler de kazan kaldırmak üzere iken AB'den çıkış maddesi olarak bilinen 50'nci madde ancak aylar sonra, şubat ortasında Meclis'ten geçebildi. Kararı geri çevirmeye yönelik her adımı 'İngiliz milleti fikrini söylemiştir' cümlesiyle başlatan İngiliz politikacıları en azından görüntüde Avrupa'dan bir kopuş görmek isteyen halka, resmi Brexit geciktikçe ne gibi 'sembolik' özgürlük jestleri yapacaklar merak ediyorum doğrusu. İngilizler bu 'kaza'nın etkilerini nasıl atlatacaklarını tartışadursun, içindeyken AB'nin aldığı kararlara sürekli çomak sokan İngiltere'nin -sırf AB'ye inat olsun Türkiye'nin üyeliğini desteklediğini de unutmayalım- 'gideceğim' deyip gidip kapıda bekliyor olmasına evin içerisindekilerin nasıl bir tepki vereceği de ayrı bir konu. Merkel'in ayağa kalkıp kapıyı May'in sırtına çarpması gayet muhtemel. Fazla naz aşık usandırır derler. AB de aynı İngiliz halkı gibi bu nasıl işlediği hâlâ tam anlaşılmayan 'işlemlerin' hızlandırılmasını istiyor. Fakat eğer Fransa'da Le Pen başa gelirse, AB evinde Almanya ve 'Slav hinterlandı' dışında pek kimse kalmayacak gibi, bu yüzden İngiltere'nin girerken olduğu gibi çıkarken de ayak sürümesine biraz daha göz yumulabilir diye düşünüyorum.