SING! SING! SING!
Amy, ilgimi ilk kez 2011 yılındaki Belgrad konserine dair bir haber ile çekmişti. Elbette öncesinde ismi, son yılların en şahane sesi olarak kulağıma çalınıyordu ancak ergenlikten kalma bir tatsız alışkanlık mıdır bilmem, kitlelerde heyecan uyandıran herhangi bir yazar, sinemacı ya da müzisyen gündemime giremediğinden, Amy Winehouse'u ilgi alanımdan, 2011 Haziran'ındaki o televizyon haberine kadar bilinçli bir biçimde uzak tutmuştum.
Amy belli ki sahneye epey geç çıkarak 'hayranlarını' kızdırmış, üstelik çıktığında da ayakta güç bela duran haliyle bir şaşkınlık dalgasına sebebiyet vermişti. Belki de sahne öncesi aldığı alkol-ilaç karışımının etkisiyle sürekli elini kolunu kaşıyor, huzursuzca yürümeye çalışıyordu. Bakışlarım haberdeki görüntüye takıldığı daha ilk andan itibaren bir şey kalbimi acıtmaya başlamıştı. Sanki can çekişiyordu Amy. Olmak istemediği bir yere silah zoruyla taşınmış gibiydi. Ne yapacağını bilmeyen içi boşaltılmış huzursuz bakışları vardı. Bağırıyorlardı: "Sing! Sing! Sing!" Yuhalıyorlardı. Şarkı söylemek için ağzını açtığı anda da ıslıklar, çığlıklar... Durduğunda, direndiğinde ise gene yuhalamalar... Olanca buyurganlığıyla "Söyle! Söyle! Söyle!" diye üzerine abanan koca bir kitle vardı Amy'nin karşısında.
Elbette şu haliyle sahneye çıkan bir müzisyen, izleyicilerine büyük bir saygısızlık yapmış olarak görülebilir, karşılaştığı tavrı hak ettiği söylenebilirdi fakat içimden hiç de öyle geçmiyordu. Tek bir şarkısını dahi can kulağıyla dinlemediğim, kim olduğu hakkında doğru dürüst bir bilgiye sahip olmadığım bu kadına o an baktığımda tek gördüğüm şey acı çeken bir insandı. Sanki arenanın ortasına atılmıştı ve az sonra aslanlar tarafından parçalanmasını zevkle izleyecek olan bu güruh, sahaya aslanı kışkırtacak nesneler atmakla meşguldü. Hayranlarının gözü Amy'nin acısına kördü. Onlar sadece bilet alarak 'hak ettikleri' hazzı yaşamak istiyorlardı. Tüketmek. Doymak ve biraz sonra başka bir hazza duyacakları açlığa geçmeden evvel 'sağlam konserdi be!' diyebilmek istiyorlardı. Onlar sadece anı yaşamak -tüketmek mi yoksa?- istiyorlardı. Gördüklerine ya da hissettiklerine dair bir ize rastlanmıyordu.
Üzülecek başka hiçbir şey yokmuş gibi tutmuş buna üzülmüştüm ben de. Acı çeken bir kadın karşısında hunharca sadece kendi açlıklarına odaklanan bu kitle canımı fena sıkmıştı. Kısa bir süre sonra Amy Winehouse'un ölüm haberini aldığımda ise şaşırmamış fakat derinden bir hüzün hissetmiş ve nihayet şarkılarını dinlemeye başlamıştım.
Amy'nin güçlü bir damardan beslenen taşkın sesinin etkisine girmemek pek mümkün değildi. Sahiden de birçok müzik eleştirmeninin yazdığı gibi çağımızda yetişmiş en önemli yeteneklerden biriydi. Çocukluğundan beri caz müziği ile beslenmişti. Caz, hücrelerine kadar sinmiş olmalı ki klasik caz eserlerini icra ederken şarkıyı kendisinin yapmayı çok iyi biliyordu. Hatta bu bir biliş değil sadece oluş idi denilebilir fakat Amy'i Amy yapan şey yalnızca güçlü ve zengin sesi değildi, aynı zamanda yazdığı şarkılar, şarkı sözleriydi. Verdiği röportajlarda bir hayli nevrotik, utangaçlığını sarmalayan bir saldırganlıkla kırık dökük konuşsa da şarkı sözleri derinden bir yerden sesleniyordu insanlara. Sahici. Cesur. Başına buyruk.
İlk albümüne isim olarak Frank'i seçmesinin tek sebebi cazın efsanevi ismi Sinatra'yı selamlamak için değildi belli ki... Aynı zamanda Amy'nin yazdığı şarkıları da tanımlıyordu bu isim. Onun müziği, şarkı sözleri, sesi frank'ti. (Frank İngilizcede içten, samimi, açık sözlü, dürüst anlamları taşıyor.) Belki de o yüzden bu kadar gür çıkıyordu. Aslında bir yönüyle Amy Winehouse'un bu derece popülerleşebilmesi de bu açıklık ve şeffaflıkla alakalıydı.
21'inci yüzyıl, belki sosyal medyanın da etkisiyle, kişilerarası sınırların giderek erozyona uğradığı bir ruha sahip. Tecessüsün bir hudut aşımı olmaktan çıktığı, mahremiyetin yapı söküme uğradığı, paylaşımcı ile aşırı paylaşımcı arasında bir farkın kalmadığı bir zaman dilimindeyiz. Böyle bir ortamda samimiyet kavramının aslında pek hükmü kalmıyor, sahicilik ile teşhircilik birbirinden pek ayırt edilemiyor. Bu ruh halindeki bir çağda anlatılan hikâyeler ne kadar günah çıkartma ayinine dönüşürse o kadar rağbet görüyor; sahnede sanatçılar benliklerini ne kadar soyup çırılçıplak kalırlarsa kitlenin o kadar çok ilgisini çekiyorlar.
Bu bağlamda Amy Winehouse 21'inci yüzyıl pop kültür tüketicileri için biçilmiş kaftandı. Yazdığı şarkı sözleri, kendi deneyimlediklerinden süzülüyordu; yaşamadığı bir şeyi şarkıya dönüştürmesi, bir röportajında ifade ettiği üzere, mümkün değildi. Seslendiği kitle de bunu seviyordu. Muhteşem bir ses, karanlık ve sahici hikâyeler... Daha ne olsundu?
Bir sanatçı olarak Amy, eminim ki gördüğü ilgiden memnundu. Sadece bu ilgiyle nasıl başa çıkacağını bilmiyordu belki. Olduğu gibi olmaktan vazgeçmek istemiyordu. Serserilik yapmak, dilediğinde ot içmek, ağız dolusu küfürlerle arkadaşlarıyla şakalaşmak istiyordu. Tabii bütün gözler üzerindeyken hiç kimseymiş gibi fütursuzca caddelerde yürüyebilmesi pek mümkün değildi. İnsan nazarı somut değildi belki ama somut diğer birçok şeyden daha ağırdı. Bu ağırlığın altında tökezliyordu Amy. Peşi sıra birkaç rehabilitasyon süreci geçirmesine rağmen madde ve alkol bağımlılığı çözülememişti. Bu esnada yaşadıklarını hayranlarıyla, şarkıları aracılığıyla paylaşmaya devam ediyordu. Aslında şöyle demeli: Paylaştığı sanrısına devam ediyordu.
Bir düşünelim. Dostunuza, sevgilinizden dertlendiğinizde, vazgeçemediğiniz bir zaafınızın size yaptırdıklarından şikâyet ettiğinizde; bir sıkıntınızı paylaştığınızda yani ne beklersiniz? Sizi dinlemesini. Anlayamasa da anlayış göstermesini... Belki elinizi tutmasını, sırtınızı sıvazlamasını, gülünecek bir şey varsa birlikte gülmesini... Kısacası, size o ya da bu şekilde dokunmasını.
Bu birebir insani ilişkilerde böyle olurken, bir sanatçı için aynı süreçten bahsetmek mümkün değil. Bilhassa popüler kültür içindeki 'sanatçı-sanatsever' ilişkisi bu beklentinin elbette ki çok uzağında kalıyor. Belki kendini sanatçıdan ziyade üretici ve muhatabını da tüketici olarak tanımlayan biri için bu süreçte evrilmek sıkıntılı olmayabilir ama verdiği röportajlardan, sanatını icra ediş şeklinden çıkartabildiğim kadarıyla Amy, üretim-tüketim ilişkisinden ziyade bir paylaşım eylemi içinde olduğunu düşünenlerdendi. Oysaki hayranları onun olanca çıplaklığıyla paylaştığı hikâyesine dokunmaktan ziyade o hikâyeyi tüketme hazzının peşindeydiler.
Ne zaman Amy'i hayatıma sokan Belgrad'daki o konser görüntüsü aklıma düşse, çocukluğumdan kalma bir sahneyi anımsarım. Evde tek başıma çizgi film izlediğim günlerden biri. Bir sirk yöneticisi yeni bir gösteri bulma peşinde. Odasına sürekli birileri giriyor. Kimi karınca çiftliğini gösteriyor, kimi trapezcileri takdim ediyor, kimi çemberden kaplan atlatıyor... Ve daha hatırlayamadığım birçok başvuran var. Arada bir, sıska heyecanlı bir tipleme odaya dalıp "Benim bir gösterim var, beni izleyin, beni" diyerek sirk yöneticisini rahatsız ediyor fakat o genç, o kadar tecrübesiz görünüyor ki yöneticinin onunla kaybedecek vakti yok. Nihayet başvuranların hepsi tükenip de sirk yöneticisi aradığını bulamayınca; "Tamam, gel bakalım sen" diyerek içeriye davet ediyor bu cılız hevesli genci. Genç gösteri sanatçısı önce bir bidon benzini nefes almadan içiveriyor, sonra bir kibrit çakıp yutuyor. Puf! Bir anda kül oluyor sanatçı. Sirk yöneticisi şaşkınlık ve hayranlıkla yerinden fırlayıp "İşte bu" diye bağırıyor, "aradığım tam da böyle bir şey!" Bomboş odada alkış kıyamet. Derken odanın kapısı tekrar açılıyor. İçeriye giren, genç gösteri sanatçısının ruhu… Gülümseyerek şöyle diyor ruh: "Tek sorun şu ki, bu gösteriyi ancak bir kez yapabiliyorum."