Sokaklar insanları birleştirir
Kaybolan bir mahalle olarak 'Kasap İlyas Mahallesi'ni çalıştınız. Hatta bu çalışmanızı Bir Mahallenin Doğumu ve Ölümü ismi ile kitaplaştırdınız. Neden bu mahalleyi seçtiniz, meseleyi anlatma açısından en ideal mahalle orası mıydı?
Bu mahalleyi seçmemin sebebi tamamen teknik ve tarihi şartlara dayanıyor. Çünkü bir mahallenin tarihini incelemek için o mahallenin bilgi kaynaklarının elinizde olması gerekiyor. Oysa İstanbul'un sur içindeki 110 küsur eski mahallesinin hepsi hakkında ayrıntılı bilgi mevcut değil. 19'uncu yüzyılda nedense Kasap İlyas Mahallesi'nin muhtar ve imamları türlü türlü kayıtlar tutmuşlar ve o kayıtlar bugüne kadar gelmiş. Bu kayıtlara rast geldim ve acaba bu kayıtlardan bir mahallenin sosyal tarihi çıkarılabilir mi diye düşündüğüm için 1995 yılında mahallenin tarihini yazmaya başladım. Tabii bu mahallenin sakinleriyle, coğrafyasıyla, topografyasıyla içli dışlı olunca mahalleyle de duygusal bir bağ oluştu. Böylece kendi organik bütünlüğü olan bir sur içi İstanbul mahallesinin 'doğumundan' 'ölümüne' kadar sürecini izlemeye çalıştım. Şu an mahallenin imamı Rauf'u gayet iyi tanıyorum, ayrıca eski muhtarıyla, Kuşçu Hasan'la ve mahallenin yaşlılarıyla epey bir ahbap olduk. Bir nevi 'fahri mahalleli' oldum yani.
Kitapta Osmanlı'dan Cumhuriyet'e doğru uzanan bir seyir var. Tematik anlamda buradan yola çıkarak Osmanlı ve Cumhuriyet mahalleleri arasında ne gibi farklardan bahsedebiliriz?
Mustafa Kemal Paşa Ankara'da meclis kürsüsünde Cumhuriyet'i ilan ettiği zaman Kasap İlyas Mahallesi'ndeki hiç kimse bunu duymadı. Dolayısıyla böyle Osmanlı mahallesi, Cumhuriyet mahallesi diye bir kesinti düşünmemek lazım. Orada bir devamlılık söz konusu. Cumhuriyet'in başka türlü etkileri oldu bu mahalle üzerinde. Ve bu etkiler 30 Ekim 1923'te değil daha sonraki zamanlarda kendilerini gösterdi. İstanbul'un değişmesiyle, imarıyla ortaya çıkan etkiler oldu.
İstanbul'un imarı ile nasıl etkiler ortaya çıktı?
İstanbul, Cumhuriyet'in ilanından sonra bir süre ihmal edilmiş halde kaldı. İstanbul'u biraz imar etmeye başlayalım anlayışı ancak 1930'ların sonlarına doğru doğdu. Başkentin Ankara'ya taşınmasıyla birlikte bütün devlet memurları da oraya gitti. İstanbul bir süre eski başkent ve 'külüstür' başkent olarak kaldı. İlk imar ve şehircilik planlarını yapmak için daha önceleri Fransa'nın müstemleke şehirlerinin planlarını yapmış olan Henri Prost adında bir Fransız şehircilik uzmanı İstanbul için master plan yaptı. Bu planın bir kısmı 'sağlık bölgesi' olarak adlandırılan Cerrahpaşa ve Haseki hastanelerinin bulunduğu bölgeydi. İstanbul sur içinin topografyasını ve coğrafyasını göz önüne getirirseniz bu iki hastanenin çok yakın olduğunu ve bunların hemen altında Marmara'ya doğru inen yamaçların olduğunu görürsünüz. İşte bu bölge bir hastane bölgesi olarak ayrıldı. 1935 ya da 1936'da Atatürk'ün, Cerrahpaşa Hastanesi'ne geldiği zaman hastaneyi çok beğenip pencereden Marmara denizine doğru bakıp bu hastane denize doğru genişlemeli dediği rivayet edilir. Hastanenin denize doğru genişlemesi ise iki ya da üç mahallenin ortadan kalkması demekti. Bunların bir tanesi Hobyar Mahallesi, bir tanesi Kasap İlyas Mahallesi, bir tanesi de Sancaktar Mahallesi. Uzun sürmüş bir süreç içerisinde gerçekten de Cerrahpaşa Hastanesi'nin denize kadar değilse bile deniz boyunca giden demir yoluna kadar genişlemesi bu üç mahallenin tedricen ortadan kalkmasına neden oldu. Önce hastane aşağıya doğru genişledi, kamulaştırmalar yapıldı, davalar açıldı derken mahalle sonuç olarak tahliye edildi ve tamamen ortadan kalktı. 2008'de alınan en son karar ile de mahallenin tüzel kişiliği yani hükmü şahsiyeti ortadan kalkmış oldu. İkinci imar hareketi ise Menderes'in imar hareketleri sonucu 1950'lerde ortaya çıktı. Bu hareketle de sahil yolu açıldı. Kasap İlyas Mahallesi denize kadar gidiyordu. Deniz boyunca devam eden bir mahalleydi. Sur dibinde evler, gecekondular, mağazalar, dükkânlar vardı. Sahil yolu açılınca mahallenin denizle temas eden kısmı, yük iskelesi vs. yıkıldı, deniz dolduruldu, yol yapıldı ve dolayısıyla mahalle örsle çekiç arasında kaldı. Yukarıda Cerrahpaşa'nın çekici, aşağıda yeni açılan sahil yolunun örsü ve neticede bu mahalle ortadan kalktı.
İstanbul'da mahalle anlayışının ortadan kalkması hakkında neler söylemek istersiniz?
Mahalle kabaca üç beş tane dükkânı içine alan belli bir çevreye, muhite verdiğimiz ad. Ama aslında mahalle onun içinde yaşayan insanların tanımladığı bir coğrafya, idari olarak tanımlanmış sınırları ve bir muhtarı olan bir coğrafya değil. Her zaman bir cami ya da bir ibadethane etrafında oluşmuş, birkaç dükkân, bir hamam ve mutlaka çeşme etrafında gelişen fakat sınırları mahallelinin zihninde olan bir birimdi. Çünkü mahalle yaşayan ve organik bir şeydi. Daracık bir sokakta oturan ve pencerelerden karşılıklı olarak bakışan, konuşan insanlar kendilerini aynı mahalleli sayarlardı. O sokağın ortasından bir mahalle sınırı geçirmenin anlamı yoktu. Dolayısıyla mahalleler İstanbul'da her zaman spontane, organik, kurgusal ve yaşama dair şeylerdi. Mutlaka idari birimler olmaları gerektiği zaman başlarına bir muhtar veya imam konurdu. Bir mahallenin sınırlarının belirlenmeye çalışılması girişimi cumhuriyetle beraberdir. Cumhuriyet'in getirdiği pozitivist, rasyonalist, devletin hâkimiyeti doğrultusunda merkezi belirleme anlayışının sonucu olarak 1926, 1927, 1928 yıllarında İstanbul'da sur içi mahallelerinin sınırlarının belirlenmesi yoluna gidildi. Ama mahallenin gerçek sınırı, sakinlerinin kendisini komşu mahalleye girdiğini hissettiği an başlayan bir sınırdır. Maalesef, sokakları, insanları birleştiren bir şey olarak değil mahalleler arasında sınır koyan bir şey olarak gören zihniyetle İstanbul'da mahallelerin sonu başladı. Mahalle kalkınca doğal olarak mahalleli de kalmadı. Bugün Türkiye'de insanlar Anadolu'dan herhangi bir köyden geliyorlarsa birbirleri için benim köylüm diyebilirler. Ama bugün mahallelim diye bir şey yok. Mahallelim diyebilmek için bunun çocukluk dönemlerinde oluşması ve kalıcı olması gerekiyor.
Cumhuriyet'in getirdiği kırılmalara bazı mahallelerin direndiğini görüyoruz. Çıkmaz sokaklar da bu duruma yardım ediyor gibi…
Çıkmaz sokaklar eski İstanbul'da çok fazlaydı. Her İstanbul yangınından sonra çıkmaz sokak yapılmayacak şekilde imara gidildi. Samatya mesela güzel bir örnek olabilir. 1850'lerdeki büyük Samatya yangınından sonra yeni yapılan sokak imarında ızgara sistemi diyeceğimiz bir yapılanmaya gidildi. Ortadoğu'nun neresine gitseniz, Kahire'de, Kudüs'te, bugün yerle bir olan Şam ve Halep'te pek çok çıkmaz sokağa rastlayacaksınız. Çıkmaz sokak kimseye ait değildi. O sokağa açılan bütün kapıların bir ortak malı gibi görülürdü. Kadınlar o sokağa başlarını örtmeden de çıkabilirlerdi, sokağın ortasında misafir ağırlayabilirlerdi. Çünkü çıkmaz sokaklar mahrem alanın bir parçası gibi değerlendirilirdi. Buna karşılık aynı çıkmaz sokağa bakan evlerin bir tanesi tepesine bir kat daha çıkmak istiyorsa veya evinin alt katında bir dükkân olmasını istiyorsa bütün o çıkmaz sokakta evleri olan insanların hiç değilse zımni olarak iznini almak durumundaydı. Çünkü oraya ya bir dükkân yapılacaktır ya bir atölye ve bu beraberinde bir gürültü, kirlilik getirecekti. Ya da yabancıların sokağa girmesinin müsebbibi olacak olan bir işyeri açılmış olacaktı. Dolayısıyla teknik adıyla bir izni şürekâ gerekiyordu bunun için. Buradaki şerikler işte bu sokağı paylaşanlardan alınıyordu. Yani kamusaldan mahreme doğru ani olmayan bir geçiş, bir ara yüz var çıkmaz sokaklarda.
Yeni taşınacak biri olduğunda da bu izin gerekiyor muydu peki?
Taşınacak birinin makbul biri olması yeterliydi. Gayriresmî bir tanışma süreci oluyordu sadece. 17'nci ve 18'inci yüzyılın fetva mecmualarına bakarsanız şeyhülislamların çıkmaz sokaklarla ilgili bir sürü fetva verdiğini görürsünüz. "Filan Efendi bahçesine sokağı görecek bir çıkma yaptıracak, bunu yaptırsın mı?" Birisi şikâyet ederse bu şeyhülislama kadar gidiyor. Mesela 'Zeyd, Amr'ın evinin görüldüğü yere bir çıkma yapmak isterse ve buna Amr itiraz ederse ne lazım gelir?' gibi sorular sorulur. Sorunlar genelde yerel olarak çözülüyor. Zaman zaman bu sorunlar şeyhülislama kadar çıkıyor. Niye? Çünkü sorun yarı mahrem yarı kamu bir alanı kapsıyor. Ve bu alanda bir ticari faaliyet yapılması ya da birinin bir dükkân açması sorun olabiliyor. Diyelim ki birisi bozahane açmak istiyorsa, ki bu Osmanlı'da meyhanenin kibar adı olabiliyor, buna izin vermek istemeyen çıkabiliyor. Dolayısıyla mahrem alandan kamu alanına geçiş önce evin taşlığı sonra varsa sokağa bakan merdivenleri, sokak çıkmaz ise çıkmaz sokağın kendisi ve sonrasında da ana sokak.
Biz bir geçiş dönemi yaşadık ve bugün geldiğimiz noktada hem mahallenin gönüllü sözleşme kültürünü kaybettik hem de bunca kalabalığın yaşadığı şehirlerde nizami bir hayat kuramadık. Madem birbirimize selam vermiyoruz, o halde arabamızı nereye park edeceğiz, çöpü nereye atacağız gibi kurallarımız olmalı ki bir arada rahat yaşayabilelim. Biz hem bir nizam kuramıyoruz, aynı zamanda mahalle kültürünü de kaybediyoruz. Bir karmaşa içinde yaşıyoruz, hayatı zorlaştırıyoruz.
Aslında henüz kuramıyoruz. Unuttuğunuz çok temel bir gerçek var. Sözünü ettiğim 17'nci, 18'inci ve 19'uncu yüzyıllarda İstanbul nüfusu aşağı yukarı 300 bin-400 bin falandı. Bugün çok büyük bir metropol değil megapolde yaşıyoruz. Hayatların yan yana anonimleştiği bir megapol… Böyle bir megapolde geleneksel bir toplumun kurallarını nasıl ikame edeceğimizi henüz öğrenmiş değiliz. Nostalji demek istemiyorum. Bu nefret ettiğim bir duygudur zaten. 'Ah, vah canım İstanbul ne iyiydi, gayrimüslimlerle çok iyi geçinirdik' filan... "Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini" demiş şair, bir şekilde beraber yaşama kültürü bulunacaktır diye düşünüyorum.
Var mı bir yol haritanız?
Şöyle; İstanbul, Batı Avrupa'daki büyük şehirlerin iki asırda kat ettiği değişimi 50 senede kat etmek durumunda kaldı. Bir yaşam biçiminden başka bir yaşam biçimine çok çabuk geçti. Bu bir kaos duygusu yaratıyor olabilir. Geçici bir değerler kaybı duygusu da yaratıyor olabilir. Ama bunlar bir şekilde ikame edilecektir. Edilmemesinin imkânı yoktur. Çünkü toplumlar toplum oluşturuyorlarsa bir sürü yazılmamış kuralla birlikte yaşamak durumunda kalmışlardır. Bazılarının kuralsızlık diye tanımladığı şey aslında çabuk gelmiş bir değişikliğin ve geçiş döneminin şaşkınlığıdır. Bu mutlaka bulunacak ve yerleşecektir. Kaldı ki İstanbul artık homojen bir şehir değil. Sosyal konum açısından olsun yerleşim yoğunluğu açısından olsun bundan 200 sene önce çok daha homojendi. En basit şunu söyleyebilirim ki bugün İstanbul'da varlıklı mahalleler var ve daha az varlıklı mahalleler var. Eski İstanbul'da benim dediğim Tanzimat'tan önceki İstanbul'da böyle bir şey yoktu. Aynı mahallede zengin, fakir, orta halli, dilenci, herkes birlikte yaşardı. Aynı mahallede üç-beş tane büyük konak ve bir sürü döküntü ev olabilirdi. Sınıf ayrımı coğrafi değildi. Başka şekildeydi bu ayrım. Dolayısıyla sosyal statü ve sınıf bazında bir ayrışma yoktu İstanbul'da. Şaşkınlığı yaratan şeylerden bir tanesi de bu olabilir. Bakın bu küçücük Kasap İlyas Mahallesi'nde 18'inci, 19'uncu yüzyıllarda nüfus 1000-1200 kişiydi, dört tane paşanın konağı vardı. Ama buna karşılık nüfus sayımlarında meslekleri sâil ya da seele olarak geçen insanlar vardı. Dilenci demektir. Fukaradan Ahmet diye bilinen insanlar vardı. Bir tek istisnası vardı bunun: Fatih ve civarı. Çünkü ulema semtiydi Fatih. Büyük medreseler Fatih'te olduğu için gerek medrese talebesi gerek medresenin mollaları o civarda otururlardı. Bu istisna dışında sınıfsal ya da mesleki aidiyete dayanan bir mahalle ayrımı katiyen yoktu. Hukukçular Sitesi, Doktorlar Sitesi gibi şeyler yoktu.
Anadolu'da kalkınan daha az nüfuslu şehirler de aynı kaderi yaşamıyor mu?
Tabii, bu sadece bir İstanbul için geçerli değil. Anadolu'nun büyük şehirlerinde de aynı şaşkınlık vardır. Sanayileşmenin değdiği şehirlerde özellikle olsa gerek. Bursa, Kayseri, Konya, Adana gibi şehirlerde özellikle vardır. İnsanlar, kimin nerede ve hangi konumda olduğunun bilindiği, yüz yüze iletişimin tek iletişim biçimi olduğu ve dolayısıyla saygı ve iletişim sınırlarının sosyal ve ahlaki kodlar tarafından belirlendiği ortamı özlüyor olabilirler. Ama özlem bir işe yaramıyor. Farklı kodlar bulunacaktır bundan sonra. Ama bu nerede doğduğumuzu bilmezliğimiz, sokak, mahalle, komşu, semt, muhit, mesken kavramları konusunda nerede olduğumuzu bilmezliğimiz bir süre daha devam edecek.
Site yaşantısına ne dersiniz? Kimlik, sınıf hatta ideoloji açısından yeni mahalleler mi siteler?
İstanbul'da 14 milyon küsur kişi yaşıyor. Bu çok büyük şehirde çok çeşitli amaçla yapılan siteler var. Ama bu siteler ve yeni mahalleler eski mahalle hayatının canlandırılmasına neden olacak mı bilemiyorum. Veya o siteye ya da o semte aidiyet duygusu ve farklı bir kimlik duygusu gelişir mi onu bilemem. Çünkü bundan iki asır önceki semt mahallelerinin çok güçlü bir aidiyet duygusu vardı. Adam "Ben Şehreminiliyim" derdi, bir başkası "Ben Karagümrüklüyüm" ya da "Ben Samatyalıyım" derdi. Böyle bir aidiyet duygusu doğacak mı? Onu birkaç kuşak sonra göreceğiz.
Sokak kimi zaman nostaljik bir hatırlanma nesnesine, kimi zaman da romantik bir aidiyet aracına mı dönüştü? Mesela AVM'lerin içerisine sanat sokağı veya organik ürün sokağı yapıyorlar. Bu şekilde duygusal bir şeye mi dönüştü artık sokak?
Sokak, nostaljiden para kazanma aracı oldu deseniz belki daha doğru olur. İstinye'de İstinye Park vardır onun içerisinde bir sokak vardır. Bir tane kuruyemişçi bir tane bilmem, baharatçı… Eski mahalle ve semt pazarlarını andıran sokaklar yapıldı. Onlar bir nostaljiyi bir temettüye dönüştürme aracı oldu. Gerçek sokaklar ne oldu? Yaya sokağı iken otomobil sokağı oldu! Bu kadar basit. Sokağın ölçütleri ve boyutları sokağın içindeki yaşam biçimi artık arabalara göre düzenleniyor çoğu yerde, yayalara göre değil. Mesafeler de büyük olduğu için her yere arabayla gidiliyor. Arabalar çok değiştirdi İstanbul'u. Ben hatırlarım çocukluğumda mesela Barbaros Bulvarı yapılırken, 1950'lerin sonu 60'ların başında, fotoğraflarına rastlarsanız, Barbaros Bulvarı boştur. Koca bulvarda dört tane araba vardır. O zaman insanlar 'bulvarları kimler için açıyorsunuz?' diyerek isyan etmiştir. Çünkü bunları açmak için bir sürü kamulaştırma, yıkım gibi şeyler yapıldı.
Gezi Parkı meselesinden sonra 'sokak' biraz politik bir kavrama dönüştü. 'Sosyal medyadan sokağa inelim' görüşü vardı o dönemde.
Sokağa inelim demek, 'sokağı politik bir yere çevirelim' demektir. Ayrıca Gezi olaylarını da çok abartmayın. Ben 1960 yılında üniversitedeyken, Paris 1968 olaylarına şahit oldum. Abartmıyorum, o olaylar Gezi'nin 100 misliydi. Bu yüzden ben Gezi olaylarının sosyal etkisi açısından abartıldığını düşünüyorum. 40 yıl gecikmeyle 1960'larda başka yerde olanların bir minyatürünün İstanbul'da olması siyasi atmosferi bu kadar değiştirmez, değiştirmedi de nitekim. Ama 'sokağa inelim' cümlesi, ister İstanbul'da söylensin, ister Diyarbakır'da söylensin, 'sokakları bir siyasal gösteri alanına getirelim'dir. Bu sokakların günlük yaşamdaki veya şehirdeki fonksiyonlarını değiştirelim anlamına gelmez. Geçici bir siyasi nümayiş alanı haline getirelim demektir. İstanbul'da Taksim Meydanı'nın kendine özgü siyasal sosyal anlamda sembolik bir anlam kazandığı kesin. Bu ise Gezi'den dolayı değil, 1 Mayıs ile ilgili. Gezi, bunun üzerine eklendi, yoksa bu misyon o zamandan beri vardı. Bu o meydana atfedilen bir gizil güç, bir potansiyelden dolayı. Böyle alanlar her yerde var. Londra'da Trafalgar Square Meydanı var, Paris'te Place De La Concorde var, Bastille vardır. Herkes bir şey olduğunda Bastille'e gider. Niye? Çünkü bundan 200 yıl önce oradaki bir ayaklanmadan dolayı Fransız İhtilali başlamıştır. Taksim Meydanı da sembolik bir anlam kazanmıştır.
Peki, hocam sokakta asılan çamaşır ipleri ve çamaşırlar size ne ifade ediyor?
Var mı hâlâ ben göremiyorum.
Balat'ta hâlâ var...
Balat'ta var öyle mi? Tabii ki var. Çünkü Balat'taki sokaklar dar, Balat'taki sokaklardan ancak bir tane araç geçebiliyor. Balat'ta karşı karşıya oturan özellikle ev hanımları birbirlerini tanıyorlar ve birbirlerinin çamaşırlarını yürütmeyeceğini de biliyorlar. Makaraları koyuyorlar, hangisi kimin çamaşırı belli. Ayrıca sokağa çamaşırlarını asmaktan çekinmiyorlar çünkü sokak tanıdık insanlarla dolu. Balat'ın popülasyonu bugün 200 sene öncekinden çok daha farklı ama yine sokakların topografyası değişmediği için o semte yeni gelen yerleşimciler, yine kendi aralarında bir söylenmemiş iletişim oluşturmuşlardır.
Sitelerde mesela halı silkelemek, çamaşır asmak, kapının önünde halı yıkamak yasak.
Şöyle bir şey var, çamaşırlarını dışarıda kurutan insanların çamaşır makineleri varsa da kurutma makineleri olmayabilir. Halılarını hâlâ silkeliyorlarsa 3 bin-4 bin wattlık süpürgeleri yoktur.
Hocam siz sokakta oyun oynadınız mı?
Oynadım tabii ki. Misket, çelik çomak, kuka, kızlar seksek oynardı, ip atlardı. Biz saklambaç, körebe, biraz büyüdüğümüz zaman da savaş oyunları oynardık.
Mahalle takımınız var mıydı? Futbol oynar mıydınız?
Benim büyüdüğüm mahallede, mahalle futbol takımı kalmamıştı. Büyüdüğüm semt Asmalımescit'tir. Bugünkü gibi meyhane falan yoktu. O zamanlar karma oturulan, orta halli ailelerinin kaldığı bir semtti. Birtakım boş arsalar vardı, bugün bilinmez, mahalle aralarındaki boş arsa, arka arsa nasıl bir şeydir. O zamanlar yedi-sekiz yaşlarına gelinince oralarda futbol oynanırdı. Bizim mahalledeki bir yokuş Kasımpaşa'ya indiği için, bugün Recep Tayyip Erdoğan Stadı'nın olduğu yerde, boş bir toprak arazi vardı ve orada dört beş tane futbol sahası vardı. Küçük sahalarda küçük çocuklar, daha büyük sahalarda abiler oynardı. Toprak sahaydı, kale falan yoktu, iki tane taş konulup kale yapılırdı. Oyuncak da yoktu benim zamanımda. Onun için evde oynayacağımız oyuncaklar daha ilkeldi. Bu yüzden sokakta oyun oynamayı tercih ederdik.
Sokak kavgaları olur muydu?
Gençler ve delikanlılar, ciddi mahalle aidiyetinin olduğu dönemlerde kendilerini bir şekilde, mahallenin şerefini, (nasıl hayali bir şerefse bu?) korumak isterlerdi. Yani mahallede oturan kıza biri bir laf mı etmiş, mahalleden bir çocuk başka mahallede dayak mı yemiştir, geçerken küfür mü etmişlerdir çocuğa? Bunun gibi bir şeydir. Bu bütün mahallenin şerefine, onuruna dokunur. Delikanlılar bunu tamir etmeye giderler ve mahalle kavgası çıkar. Eğer karakol yakınsa pek kavga çıkmaz. Dediğim gibi o gençlerin daha annelerinden emdikleri süt ile birlikte, mahalle bilincine sahip olmalarıyla alakalı bir şey bu. Yoksa yedi-sekiz yaşındaki çocuğun onuruna ne dokunabilir ki?
Sokak isimleri nasıldı?
Benim doğduğum sokak Balyoz Sokak mesela. Beyoğlu'nda hâlâ vardır. Niçin Balyoz peki? Çünkü Venedik Cumhuriyeti'nin İstanbul elçisinin ismi Balyoz'du. İtalyancada bu 'Balyo', Türkçede 'Balyoz'dur. O adamın konağı eskiden o sokaktaydı. O sokaktan kalktığı zaman sokağın adı Balyoz Sokak kaldı.
Şimdi sokak çalgıcıları var, metroda, vapurlarda, eskiden de var mıydı?
İstanbul'da sokakta müzik icra edilmesi çok nadir bir durumdu eskiden. Pek rastlanmazdı. Tabii saz takımları vardı, sanatlarını kapalı yerlerde, gazinolarda, meyhanelerde, kıraathanelerde icra ederlerdi, sokaklarda değil. Sebebi de gayet basit. Bir grup müzisyen düşünün, nerede müzik icra edecek? Bir meydanda, genişçe bir sokakta, kalabalıkların onlara müzik icra edebilecekleri yer bıraktıkları mekânda. Oysa eski İstanbul'da meydan kavramı yok ki. Meydan yok çünkü. Onun için sokak çalgıcılığı, sokakta müzik icra ederek hayatını idame ettirme Türkiye'de nispeten yeni bir şeydir. Âşık kahvehaneleri vardı, orada sazını alan ozanlar gidip müzik icra ederlerdi. Veya klasik müzik icra eden kahvehaneler vardı, oralarda fasıl icra edilirdi. Eski meyhanelerde fasıl heyeti gelirdi, fasıl okurlardı. Ama sokakta yok böyle bir şey. Beyoğlu yayalaştığı zaman başladı bu gibi şeyler, daha önce yoktu.
Peki o zaman sokaktan gelen sesler nasıldı?
Sokakta tramvayın çın çını, İstanbul'un merkezinde Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı, çevresi ve Tahtakale'de bin bir türlü satıcı sesleri, mahallelerde seyyar satıcılar... Sadece Suriçi'nde değil, tüm İstanbul'da böyle. Sütçüsü, yoğurtçusu, bozacısı, mevsimine göre meyve sebze satıcısı… 'Domates, biber, patlıcan!' tamamen oradan çıkmış bir şey.
Son olarak size gelelim; klasik müzikle, sokaklarla, mahallelerle ilgilenen bir iktisat profesörüsünüz. Kafamda farklı çekmeceler var diyorsunuz. Şu anda sizi en çok ilgilendiren şey nedir?
Şizofrenik bir akademi hayatım var benim. Bir çekmeceyi açıyorsunuz bir şey çıkıyor, diğer çekmeceyi açıyorsunuz başka bir şey. Şu son aylarda elimde müzikle ilgili uzun bir makale var, onunla ilgilenmeye çalışıyorum. Dimitri Kantemiroğlu, Boğdan Prensi. Ağabeyi ve babası Boğdan voyvodasıyken kendisi İstanbul'da 22 sene yaşamış bir müzisyen. Bir edvar kaleme almış. İşte ben de Kantemiroğlu'nun yazdıklarıyla ilgili bir şeyler kaleme aldım, kafamı o meşgul ediyor.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu konuştuklarımızın kıssadan hissesi şudur: Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü dönemi olarak bahsedilen Kanuni Sultan Süleyman döneminde başkent İstanbul'un nüfusu nedir biliyor musunuz? 250 bin. Bugün bu rakam sadece Kadıköy ilçesinin nüfusu. Şehirler beklenenden çok daha erken değiştiği zaman insanların ruhları inciniyor, elbette bunu anlıyorum. Ama şehirler değişir. Değişmesinden korkmamak lazım, çünkü değişmeyen şehir yoktur.
Teşekkür ederiz.
PROF. DR. CEM BEHAR KİMDİR?
1946 yılında İstanbul'da doğdu. Yükseköğrenimini ve doktorasını Paris'te tamamladı. Klasik Türk Müziği ile alakalı çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri yayımlanmıştır. Çeşitli dönemlerde Paris Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi ve Cambridge Üniversitesi'nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Akademik hayatını müzik ve iktisat alanlarına paralel sürdüren Behar, 2004-2008 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Rektör Yardımcılığı yapmıştır. 2013 yılında katıldığı İstanbul Şehir Üniversitesi'nde şu anda İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi dekanlığı görevini yürütmektedir. Aşk Olmayınca Meşk Olmaz, Musikîden Müziğe, Ali Ufkî ve Mezmurlar gibi Türk müziğiyle alakalı birçok kitabı da mevcuttur.