Aynı sokakları yan yana adımlıyorduk, başımızda aynı kavak yelleri, dilimizde aynı sersemce espriler, Metallica dinleyip kapitalizme küfrediyorduk... Fakat sokaklar nedense eşit davranmıyordu bize. Sokaklar, ilk gençliğimin ufalanıp gittiği Kadıköyü’nün sokakları...
Hayat ileriye dönük yaşanır geriye dönük anlaşılır, demiş Kierkegaard. Şimdi yürüdüğüm yollardan geriye dönüyorum.
Annem damda bekliyor. Ben topraktan kayıyorum. Kahkahalarla. Çığlıklarla. Nasıl eğleniyoruz, ne kadar mutluyuz arkadaşlarımla. Ama annem damda bekliyor. Yanında amca kızı Hatice Abla. Hava karardıkça kararıyor. Sonra ben çıkageliyorum elim yüzüm toprak. Annem korkudan öleyazdığı için azar yiyorum bir araba. Nerede yanlış yaptığımı kavrayacak bir yaşta değilim. Taş çatlasa dört. Kız başına sokaklarda o saate kadar kalmanın tehlikeleri filan... Hikâye bile değil bunlar zihnimde. Varsa yoksa macera, oyun, ısırgan otları, dağlar...
Taş çatlayıp beş buçuktan altı sayıldığımda Bingöl'den İstanbul'a taşınıyoruz. Annem artık damda beklemiyor. Dizinin dibinden ayrılamıyorum zira. Nihayet temizlik yaptığı bir gün daha fazla ayak altında olmamıza tahammül edemeyerek sokağa gönderiyor beni ve erkek kardeşimi. Saatler sonra işi bitiyor annemin. Sabahtan apartman boşluğuna çıkartılmış olan halıları içeri almak için dairemizin kapısını açtığında şaşkınlıktan gözleri büyüyor: Çocukları orada, merdivene oturmuş bekliyor.
Hatırladığım, karanlık çünkü apartmanlarda sensor sisteminin geliştirilmesine birkaç ışık yılı var ve biz kendi başımıza ışığı açmaya meyledemeyecek kadar küçüğüz, miniciğiz ya da öyle hissediyoruz. Henüz üç yaşında olan kardeşimin omzumdaki kıvır kıvır saçlarla kaplı başı... O saçlar… Omzumdaki o sıkılgan ağırlık… Ne zaman bu anıya yoğunlaşsam kardeşim tahayyülümde bir kuzuya dönüşüyor. Sonra annemin "Aaaa siz gitmediniz mi?" diyen sesi dolduruyor apartman boşluğunu ve ışık. Canım ışık. "Eve girebilir miyiz, anne?"
Gerisi yok. Sadece o an. Annemin kapıyı açıp bizi bulmasıyla nihayete eren saklambaç, İstanbul ile aramızdaki.
Elbette çocukluğum bir apartman boşluğunun karanlığına iltica etmiş halde geçmedi. 21'inci yüzyıldan evvel doğan her bahtiyar insan gibi benim de meskenim sokaklar oldu hikâyenin devamında. Benim ismim de salıverildi semaya, akşam ezanıyla balkonlardan. Güzeldi. Neşeliydi. Fakat büyüdüm. Büyüdükçe sokaklarla kurduğum ilişki de yeni yeni hallere bürünmeye başladı.
İlk gençlik yıllarımın hatası seküler bir lisede okumama rağmen başımı örtme kararı almaktı. Bununla da yetinmeyip hep kendim gibi olmayanlarla arkadaşlık ediyordum. Arkadaşlık demek birlikte gezip tozmak demekti nihayetinde. Biz de öyle yapıyorduk. Aynı sokakları yan yana adımlıyorduk, başımızda aynı kavak yelleri, dilimizde aynı sersemce espriler, Metallica dinleyip kapitalizme küfrediyorduk... Fakat sokaklar nedense eşit davranmıyordu bize. Sokaklar, ilk gençliğimin ufalanıp gittiği Kadıköyü'nün sokakları... Arabesk olsun diye değil, sahiden öyle.
Dershaneler oradaydı. Kasetçiler. Kitapçılar. Sinemalar. Sahaflar. Kafeler. Bağdat Caddesi oradaydı. Gençler oradaydı yani. Ben oradaydım. En çok da ben oradaydım. Çünkü en çok da beni kendine yakıştıramıyordu Kadıköyü. Nemrut'un burnundan girip beyninde mesken tutmuş ve onu vızıltısıyla çılgına döndüren o kara sinek var ya, o bendim işte. Bu yüzden en çok bana geçiriyordu dişlerini sokaklar. Sağdan soldan geçen herkes bakışlarını üzerime iğneliyordu. Daha da net biçimde söylersek başörtüme iğneliyorlardı siyah, mavi, ela, yeşil, rengarenk ama tek bakış gözlerini: Benim ne işim vardı Allah aşkına orada?
O kadar göze batıyordum, o kadar ortadaydım, o kadar var idim ki kendimi görünmez kılmak için türlü çeşit yollar arıyordum Kadıköyü'nün sokaklarında dolanırken. Omuzlarımı düşürüyor, bakışlarımı hep adımlarıma yapıştırıyordum, walkmansiz dolaşmıyordum, ellerim... Ellerimi saklayacak bir yer her zaman buluyordum. Ufalanıyordum yani, ufacık oluyordum, ben aslında yoktum fakat gene de Kadıköyü'ne sığamıyordum. Her adım başında sobeleniyordum. Acımıyormuş gibi yapıyordum, hele ki arkadaşlarımla bir aradayken espriler şakalar... Fakat ne yalan söyleyeyim, acıyordu be. 14 ila 18 yaşlarım arasında Kadıköyü'nün yüksek kültür ile keskinleştirdiği bakışları bana hep şunları söylüyordu: "Çirkinsin, kötüsün, cahilsin, kafan hep cılk yara, ayy buralara da mı geldin?, D vitaminsiz kalmışsın... Sen! Hey, sen! Buraya ait değilsin!" Gel gör ki dönüp dolaşıp orada buluyordum kendimi. Çünkü dershaneler oradaydı, kasetçiler, kitapçılar, sinemalar, sahaflar, kafeler. Bağdat Caddesi olmasaydı da olurdu ama ÖSS öncesi acilen bir psikiyatriste gitmem gerekiyordu ve lanet olası federaller onu Bağdat Caddesi'ne yerleştirmişlerdi. Her hafta, sınav sorularına konsantre olabilmek uğruna, Kontes III. Şaziye'nin daha yeni temizlettiği İran halılarına çamurlu ayaklarımla basıp - ayakkabılarımı minibüsten inince kapı önünde bırakıyordum çünkü- psikiyatristin ofisine varıyor ve günah çıkartıyordum: Bağışla beni Kadıköyü, zira var olarak büyük bir günah işledim / for I've sinned by simply existing.
Olmak ya da olmamak, demişti değil mi Shakespeare, işte bütün mesele bu muydu? Benim meselem oysa görünür olmak üzerinden hayat buluyordu. Bir kara sinek kendini ne kadar görünmez kılabilirdi ki?
Allah'tan psikiyatrist işe yaradı da üniversiteyi kazandım. Nihayet Avrupa yakasının bileti elimdeydi. Kasetçilerle, kitapçılarla, sahaflarla, sinema salonlarıyla dolup taşan İstiklal Caddesi'ne velim olmadan gidebilir; Kadıköyü'nü elimin ulaşamayacağı derinliklere gömebilirdim. Gömdüm de.
Beyoğlu ve sokakları -Cihangir'e taşmadığınız müddetçe- bakışlarını kınından çıkartmıyor; hatta belki kendi içine saplıyordu. Rahat bir nefes mi alıyordum sonunda? Görünmezleşebilmek için türlü çeşit yollara başvurmadan adımlayabiliyordum sokakları, çünkü burası insanı anonimleştiriyordu. Hepimiz birbirimizden bıkmış, insanlardan soğumuş; hepimiz deli, hepimiz çılgın, hepimiz dertli, hepimiz diğerini bir anda sıradanlaştıracak derecede farklı... Hepimiz kaynağını bilmediğimiz bir kinisizmden mustariptik. Muhtaç olduğum kayıtsızlık Beyoğlu'nun sokaklarında mevcuttu. Dersleri kırıp kırıp -Şehzade Cihangir Camii'yle özlem gidermeklik kısa ziyaretler haricinde Cihangir'e uğramayarak- kendimi Beyoğlu'nun kollarına atıyordum. Tam o zamanlarda dolanmıştı dilime Nazan Öncel'in 'Sokak Kızı'. Evlerde kapalı kalmak beni boğuyordu artık, şöyle diyordum sabah namazını cemaatle kılmaya kıyamayıp eve döndüğüm gecelerde beni sorguya çeken babama: "Yanılıyorsun baba, ben kendimi esas sokaklarda güvende hissediyorum..." Babamsa yıllardır kendini ufalaya ufalaya içine kaçmış olan kızının, kırıntılarını toplayarak eve dönmesini bekliyordu. Ve sanırım annem, kardeşimle beni sokağa kışkışladığı o günü özlemle yâd ediyordu: Bu kız neden bir türlü evin yolunu bulamıyordu?
O zamanlar bu anonimleşmeyi nimet bilsem de yıllar yıllar sonra Manhattan sokaklarında yürürken anladım olanı biteni. Nasıl da neşesi çalınmış bir gençlik geçirdiğimi. Bir türlü kurtulamadığım bakışlarıyla bana kendimi, masal kitaplarında köyü dehşete salan tek gözlü dev gibi tanıtan Kadıköyü ile sokakları birbirini umursamayan, kendinden farklı bir insanla göz göze gelip sıcak bir an'ı paylaşmanın lezzetini tatmaya dahi şevki kalmamış insanları taşıyan Beyoğlu aynı madalyonun iki yüzüydü sadece. İlki farklı bir varoluşu göze kaçan toz gibi dışarı atarak, diğeri ise ona kayıtsız kalarak 'nazarımda bir kıymetin yok' diyordu.Beş yıl boyunca en kuytu köşelerini dahi kurcaladığım Manhattan sokakları da bas bas bağırıyordu doğrusu, buraya ait değilsin, diye. Fakat ardından şunu ekliyordu; ait olmak zorunda da değilsin. Bir yere ait olmak zorunda kalmadan orada var olabilmek, sokakların sunduğu sonsuz karşılaşma imkânlarını değerlendirebilmek, diğerlerinin bakışlarını iğne gibi değil de ayna gibi deneyimleyebilmek...
Omuzlarımdaki yükü New York sokaklarında bıraktım ben, hafifleyerek döndüm İstanbul'un sokaklarına. Artık ne spot ışıkları altında gibi hissediyorum kendimi, ne de görünmez. Varoluşumla başım dertte doğrudur, fakat onu kimsenin kirli nazarlarına meze edemeyecek kadar değerli buluyorum artık. Ona sokaktakilerin gözleriyle değil kıymet verip muhatabı kılmış olanın gözleriyle bakıyorum. Seviyor muyum onu? Dur bakalım, henüz o kadar uzun boylu değil. Ama merak ediyorum. Hayret ile kurcalıyorum. Şimdi Kadıköyü'nün sokaklarında da Beyoğlu'nun sokaklarında da tarifsiz bir neşe ile geziniyorum. Bakışlar değişmemiş, heyhat! Fakat artık buraya ait olmak zorunda olmadığımı biliyorum, buraların sahibinin onlar olmadığını da biliyorum. Hepinizin gözlerinin içine gülümseyerek bakıyorum. Bundan âlâ bir direnmeklik de bilmiyorum.