Sokağın ‘uzak’ sesi
Takeshi Kitano
İnsanlık tarihinin başladığı Çatalhöyük'teki ilk toplu yerleşim alanları incelendiğinde, binlerce kişinin bir arada yaşadığı kent formundaki ilk yapılaşmalar gözler önüne serilmişti. İnsanoğlunun bilinen bu ilk yerleşim planında dikkatleri celbeden oldukça ilginç bir ayrıntı mevcuttu. Evleri birbirlerine yapışık haldeki sokaksız şehirlerdi bunlar. Sokaksızlık, çatılarda devam eden bir sosyal hayatı işaret ediyordu bize. Güvenlik gerekçesiyle bitişik duvarlı evlerin arasında boşluk bırakılmamış ve sokak formu çatılara taşınmıştı. Anlaşılan o ki; ilk insanlar sokağın 'yerini' değiştirseler de 'duygusuna' hep sadık kalmışlardı. Çatalhöyük'ten modern şehirlere kadar uzanan 8 bin yıllık sosyal bir mekânın hikâyesi de başlamıştı böylece.
Sokakların yerleşik şehir kültürü içerisindeki yerlerinin tarih boyunca oldukça işlevsel ve önemli bir alana tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Sokak, pencere önlerinden başlayan sınır çizgisiyle bizi kendisinden ayıran, ama yine de içindeki hareketliliğe dâhil olduğumuz bir mekân formudur. Sokağın evimizin özel/mahreminden genel/kamusala açılan ilk kapısı olması, ikametlerimizin sokakla kurduğu ilişkinin anlamını da belirler. Sokakta canlı bir hayat akar ve sokağın ruhu her daim pencerelerimizden evlerimize kadar taşar.
Çocukluğumuzun en sevimli kamusal alanları olarak tasvir edebileceğimiz sokaklar, onları var eden sosyolojik koroyla, yani sesleriyle birlikte yaşarlar. Sokakların varlıklarının delili ve aynı zamanda teminatı olan bu sesler, hem bir standart sapma hem de kronolojik bir çeşitlilik içerirler. Sokak, sesleriyle canlılığını koruyan sosyal bir atmosferdir. Bu anlamda ilk zamanlardan beri zengin çeşitliliğin en önemli parçasını sokak satıcıları olarak adlandırdığımız gezici esnaf takımı oluşturmaktadır.
Osmanlı'nın son dönemlerinden başlayarak Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar aynı renklilikle devam eden, ilginç kıyafetleri ve bağırış şekilleriyle seslerini sokaklardan evlerimize kadar duyuran meşhur seyyar sokak satıcıları arasında; baca temizleyici, buzcu, ciğerci, muhallebici, yelpazeci, sütçü, yoğurtçu, şekerci, simitçi, kaymakçı, baklacı, şerbetçi, balıkçı, salepçi, bozacı, tavukçu, karanfilci, şalcı, sepetçi ve tülbentçi gibi birbirinden ilginç meslek grupları vardı. Sokakları saran sesleriyle şehre renk katan, ihtiyaçlarınızı ayağınıza getiren gezici esnafın birçoğu zamana yenilerek sesleriyle birlikte sokaklardan çekildiler.
90'ların sonuna kadar varlığını sürdüren gezici esnaf arasında; tavuk-pilavcı, simitçi, overlokçu, nayloncu, eskici, bozacı ve sebzecileri sayabiliriz. Bugün sokakları sesleriyle renklendiren seyyar satıcılardan elimizde yalnızca simitçiler ve zerzevatçılar kaldı. Zerzevatçılara yazılmış en güzel hicvin sahibi Barış Manço'nun o meşhur şarkısını da hatırlayalım: "Sokaktan gelen o sesle yıkıldı dünyam/Domates biber patlıcan, domates biber patlıcan."
Orhan Gencebay ayağınıza geldi vatandaş!
Konuya şahsi bir parantez açacak olursam eğer, sokaktan gelen sesler arasında benim için en özel olanı, el arabasıyla kaset satan adamların o küçük cızırtılı hoparlörlerinden çaldıkları şarkıların evimizin ortasına kadar yayılmasıydı. Mahallenin diğer çocuklarıyla birlikte müzikli el arabasının peşinden koşmamızı da, "Orhan Gencebay ayağınıza geldi vatandaş" anonsunu da asla unutamam. Şimdilerde MP3 ve internet nesline Orhan Gencebay'ın sesinin sokaklarda yankılanmasının bir çocukta yarattığı heyecanı nasıl anlatabiliriz ki? Geçelim. Ve 90'larda sokaklardan, müzikli el arabalarının yerine, dijital diksiyonlu bir genç kızın kaydedilmiş sesiyle yankılanan müzikli tüp arabaları geçiyordu artık.
Modern şehir hayatı, değişen sosyoekonomik şartlar, dijital teknoloji ve kentsel dönüşüm gibi etkenlerin sokağın 'sesini' değiştirme ya da kısma noktasında ne kadar muktedir ve ısrarcı olduklarını geçen zamanla birlikte ayniyle tecrübe ettik. Yahya Kemal'in 'Ezansız Semtler' yazısındaki ruh halini anlayarak, sözgelimi Ramazan davulcularını 'şehrin nostaljik gürültüsü' olarak kodlayan zihin de bize aittir artık. Sokakta oyun oynayan çocukların sesleri, taş kale yapılan mahalle maçlarından gelen gol sesi, pamuk helvacıların ya da kaynamış süt darıcıların sesleri, sabaha karşı gelen çöp kamyonuna, korna, trafik, motosiklet ve siren seslerine yenildi. Ayırt edilebilir özgün sesler, modern şehir yaşantısındaki yerlerini kaotik bir gürültüye bıraktı artık. Çarşı ve mahalle bekçilerinin her duyduğumuzda içimizi huzurla dolduran yoklama için öttürdükleri tek ve uzun 'asayiş berkemal' düdüklerine karışan çocukluk uykularımızı, kriminal seslerin hüküm sürdüğü modern sokaklara teslim etmek zorunda kalmamızın da bir karşılığı olacak elbette.
Gitgide daha da çeşitlenen modern yerleşim anlayışları ve konut yapılanmaları artık şehrin bir hayli dışında, yaşam sınırına uzak, neredeyse ıssız diyebileceğimiz alanlarda hüküm sürüyor ve insanların bundan herhangi bir şikâyeti de yok. İnsanların ikamet tercihlerini; yapay sokakları olan, hayattan izole, renkliliğe kapalı, özel bir isme ve imaj alanına sahip, yüksek güvenlikli küçük site ülkelerinden yana kullanmaya başlamalarını, 'sokak' kavramının -özellikle büyükşehirlerde- hayatımızdan tüm sesleri ve renkleriyle birlikte çıkmak üzere olduğunun cari kanıtları olarak görebiliriz. Üstelik bu durumun yakın vadede bir doygunluğa ulaşıp-ulaşamayacağı konusu bile çok belirsiz bir mesele.
Platon, "Müziğini değiştirirseniz sitenin duvarları yıkılır" demişti. Müziği, sokaklar üzerinden ses ve ahenkle birlikte düşünebiliriz. Ses de bir kimlik meselesidir. Sokakların kimlikleri değişti. Yaşam mimarlarının insanlığa sundukları şey plastik çiçekleri sulayarak reklamlara sırıtmak falan olmalı, yani en azından buradan öyle görünüyor. Sokağın ortası, evin içinden 'duyulmuyor' artık. Ve bazı sorunları nostalji sanıyoruz hâlâ. Şener Şen'in Züğürt Ağa filminde 'domatis' diye bağırmasını sevmek de buna dâhil.