Dünyaya giden yollar ve sokaklar
Balkonlar, arabalar, arka arsalar
Evimizin balkonunun karşısındaki iki eski evin arasından görünürdü Karadeniz. Karadeniz, heyheyli bir türküden kaçıp gelmiş sinirli bir adam gibi kükrerdi bazen; bazen de uysal bir çocuk gibi sükûn içinde uyuklardı. Öğle ve akşam saatlerinde mutlaka duyulan gemi sirenleri, İsrafil'in suru gibi gelse de önceleri, sonraları alıştığım ve hep merakla beklediğim seslerin arasına katılmıştı. Balkonumuzun altında çekili duran Murat 124, biraz da babama benzerdi. Biz o zamanların çocukları, babalarımızın arabasını onların simasına benzetirdik. Hayatımızdaki hiçbir şey bu kadar çeşitli değildi ama hayallerimiz çok çeşitliydi. Mesela şehre bir kartal yuvası gibi yukarıdan bakan kalenin altından Karadeniz'in tek adası olan Aretias'a ulaşan gizemli bir geçidin varlığına inanırdık. Bir akraba binası olan evimizin sağ yanındaki arka arsasında elimize geçirdiğimiz Seka kâğıtlarına o gizemli geçidin haritalarını çizerdik. 'İnsanlığın yönünün kaybı haritanın icadıyla başladı' sözüne inat, bizim hayal haritamızda gizemli geçitler, düşlerin sapasına çıkan korkutucu yollar ve kahramanı fındık ağaçları olan büyülü masalların çizimleri olurdu.
Sihirbaz bakkal, büyü ansiklopedileri, Herkül'ün laneti
Sanırım Voltran maskelerinin çıktığı yaz ayında en büyük uğrak yerimiz, sokağın bir tür mabedi olan Sihirbaz Bakkal idi. Kimdi bu ismi takan, pek hatırlamıyorum ama bu kahraman bakkalın dükkânında sadece tüketim ürünleri olmazdı, envai tür nesneye eşlik eden kalın ciltli kitaplar da olurdu. Gizem ve büyü ansiklopedilerinin hemen üstünde duran bir Herkül posterinin üstten üstten bize bakışı, içimizdeki düş bezirgânını dürter, o posteri aşırmak için nice planlar yaptırırdı bize. Çünkü bakkal kesinlikle posteri satmayı reddeder ve bizi de ondan uzak durmamız için tehdit ederdi. En haşarı arkadaşımız Çolak Sedat bir gün o posteri aşırdı. Arka arsadaki toplanma yerimize astığımız Herkül, komşu sokakların çocukları için kıskanılası bir nesneye dönüştü. Bakkalın hışmına uğramamak için posteri bir gece Sedat'ın alıp başka bir yere sakladığını duyduk fakat Sedat'tan da uzun bir zaman haber alamadık. Bir gün tüm Kumyalı mahallesi sessizliğe gömüldü. Ölüm, kış akşamları gibi erkenden çaldı kapımızı. Sedat'ın denizde boğulduğunu öğrendik. Bakkal amca dükkânını kapatıp gitti bu kötü haber üzerine, yağmur çook uzun süre yağdı. Ben bir daha Herkül'ün resmine bakamadım. Zaten bir kolu olmayan arkadaşımızın hayatta bıraktığı boşluk, tüm çocukluğumuzu kapladı. Şairin dediği gibi çocukluk biraz da sancılı bir ülkedir.
Gogil savaşları, teravih, yayladaki kilise
Saatli maarif takvimi sayfaları koparılır, yandan yuvarlanarak bir ucu sivri ve ince bir kurşun haline getirilir, inşaatlardan aşırılmış plastik boruların arasından üflenerek hasma atılır. Plastik borulara da envai şekiller verilebilir. Üst üste üç tanesi, yan yana iki tanesi, fark etmez. Çocukluk tekinsizdir, tehlikeli bir bilgidir. Ve savaş, haberci bir çocuğun "Yan mahallede gogil savaşları başlamış" çığırtısı ile başlardı. Kullandığımız nesneler kâğıttı ama kullanma şeklimiz savaşa ilişkindi. Bu paradoksu anladığımız üç yakın arkadaşla ufak yaralarla atlatmıştık savaşı. Seyfettin vardı. Babası imamdı ve Ramazan gelip çattığında teravih namazında babasının camiinde saf tutar olmuştuk. İnşirah suresini okuyunca yağmuru bile bir süre dindiren bu tatlı imam, enteresan bir kişilikti. Kur'an öğretmekle kalmaz, Ali Şeriati'den de bahseder, Cahit Zarifoğlu dizeleri okur ve gariptir ki Turgut Uyar'ın "Şimdi dünyada saat kaç" dizesiyle açardı bazı Cuma hutbelerini. O güzel Ramazan'dan sonra babaannemle çıktığımız yayla yolculuğu da unutulmaz anılar bıraktı geride. Osman Serhat'ın "Madem ki ağaçlar şiir yazmıyor/Ben de yazmayacağım/Şiiri bırakıyorum" dizelerindeki gibi bir şeydi yayladaki ağaçları izlemek. Yaylada Karadeniz'in bilge kadınlarıyla mantar toplar, o uçsuz bucaksız ormanlarda evlerinin salonunda gibi rahat gezmelerine şaşardım. Bir mantar günü sırlı ormanların birinde kayboldum ve kendimi bir kilisede buldum. Uzaktan, ormanın içinden adımı ünlediklerini duyuyordum ama oradan ayrılmak istemiyordum. Köhne kilisenin içinde bazı mutlulukların, bazı küçük anların içinde ufacık karıncalar gibi gezindiğini fark ettiğimi anımsıyorum, bunu bir yerlere yazmış olmalıyım; yolu bulmak için yolu kaybetmek gerektiğini.
Çıkmaz sokaktaki evliya, bıldırcınlar, kör bir hayalet
Çıkmaz sokak biraz da mahallemizin mahremi gibi bir yerdi. Sokağın bir yere çıkmamasındaki metafor çok hoşuma giderdi. Evimizin balkonunun ucunda biten yol, çıkmaz sokağın duvarına denk gelirdi ve kendi kendime dünyanın yolları burada son buluyor derdim. Sokaktaki hayatımıza yön veren dedeler vardı ve hepsi de birer veli gibi hakikatin yürür adımlarıydılar. Karadeniz'in bol yağmurlu şedit akşamlarında Rusya'dan göç eden bıldırcınlar, kanatları yağmurun ağırlığına dayanamayınca sokaklara düşerdi. Biz de elimizde fenerlerle çıkmaz sokağımıza düşen bıldırcınları diğer kem niyetlilerden kurtarmak için toplar, arka arsadaki sığınağımıza götürürdük. Bir gece belki de elli tane bıldırcın toplamıştık ve hepsini karton kutuların içine saklamıştık. Gece boyu homurdanan bıldırcınları çıkmaz sokağın ahalisi, yolunu şaşırmış kör bir hayalet sanmış ve tir tir titremişti. Sırrımızı sadece o veli gibi hakikat sinmiş adımlarıyla yürüyen dedeler bilirdi ve zaten onlar da zamanla o bıldırcınlar gibi kanatlarının ağırlığını kaldıramayarak bu kötü dünyadan uçup gittiler.
Asmalı kahve, yüz yıl yağan yağmurlar, ilk aşk
Allah'ım bana bir şeyler oluyor, diye düşünmeye başlamamla, Cem Karaca dinlemeye başlamam aynı zamana denk düşer. Büyüdükçe başka sokakları keşfedişim, başka hayal adalarını, hayal adamlarını ve kadınlarını keşfetmeye doğru itmişti beni. Büyüyorduk ve bizimle birlikte sokaklar da değişiyordu taşrada. Toprak olan futbol sahamızın üzerinden asfalt geçmişti ve serbest piyasa ekonomisinin bir hayalet gibi sardığı gündelik hayatımıza başka şeyler girmişti. Şehir kocaman bir inşaat sahasını andırıyordu artık. Sokak değişiyordu, biz değişiyorduk, şehir değişiyordu. Artık asmalı kahveye takılan ve kahvenin önündeki sandalyede oturup Kafka okuyan birine dönüşmüştüm. İki okey arası Kafka okur, akşamı da muhakkak Cem Karaca dinleyerek kapatırdım. Karadeniz'in sisi, yağmuru ve aşkı bitmez. Öyle ki, bazı kışlar yağmurlar yüz yıl sürecek kadar uzun yağar. Sisin de eşlik ettiği bu ıslak haftalarda şehri denizin üzerinde sürüklenen bir gemiye benzettiğim olurdu ve bunu yalnızca Bilge'ye anlatırdım. Bilge'nin kıvırcık saçlarının arasında sakladığı mavi sakızlar vardı. Lisedeydik ve her ergen gibi fenalardaydık, kederliydik. Dünyaya dair çözemediğimiz dertler vardı. Babası mühendisti ve aşkımız işveli bir Türk filmine benzeyecekti. Bana yetim mektuplar yazacaktı ve muhakkak kâğıdın bir ucunu da hafiften yakacaktı. Cem Baba kasetçalardan "Sen de artık herkes gibisin" diye en pes perdeden hıçkırırken, Bilge'nin Çankırı otobüsüne binişini izledim. O sene yağmur bir yüzyıl yetecek kadar yağdı. Kırgındım, saçılmış bir nar tanesi gibiydim ve hayata direnmenin bazı yollarını öğrendim böylece. Şiir yazdım, türkü çığırdım, yani erkekliğe ve Türk olmaklığa bir adım da ben attım.
Babaannem, siyaset fırtınası, dünyaya giden yollar
Dünyaya giden ve ulaşan yollar çeşitli. Ben şiiri seçtim. Ve şiiri seçmekle de siyaseti seçtiğimin farkına çok erken yaşlarda vardım. İlk şiiri ise babaannemden duydum. Babaannem ümmi idi ama hafızasında binlerce türkü, mani ve hikâye yaşatırdı. Her duruma uygun bir manisi, bir türküsü ve muhakkak bir 'cin' hikâyesi vardı. "Giresun üstünde vapur bağırıyor/Eşref'in yarasını doktor sarıyor" diye başlayan Eşref Bey ağıtını söylerken, gözlerinin arasından iki damla yaş düşer ve kendi geçmişine uğrar gelirdi, uzun kış gecelerinin en demli saatlerinde. Dünyanın yavaş yavaş farkına varıyordum. Ve sokaklar hem değişiyor hem derişiyordu. Seksenlerin gençleri siyasetten uzak durmayı seçerken, bilinmeyen bir güç bizi siyasete itiyordu. Sokaklar siyasetin yükünü ala ala şişmişti zaten. Olsundu. Bu sefer sokaklar bizim için bir tercihin ana arteri olmuştu. Kendimizi sokaklarda parti flamaları ile ifade ediyorduk, dilimizde marşlar vardı ve Savunan Adam'a inanıyorduk. Dünyaya giden yollar çeşitli. Şiirle ve siyasetle aynı anda tanıştım. Babaannem bir nisan ayında son ağıtını söyleyip bu dertli dünyadan vuslata uçtu. O ağır İslamcı tercihlerimiz arasında, odasında ondan geriye kalan sade seccadesi ve zeytin tanesi tespihi, çok sonraları modern tercihlerimizdeki kusurları bana hatırlatan hatırası silinmez nesneler olarak kalacaktı hafızamda.
Karardı Karadeniz, taştı bu yana taştı
Otuzlu yaşlarımın ortasını geçmeye hazırlandığım bugünlere varasıya kadar bir sürü sokak gördüm. Bazıları üzerimde derin izler bıraktı. Bazı sokaklarda apansız bir 'dejavu'ya yakalandım. Fakat hiçbiri çocukluğun içine gizlenmiş Karadeniz sokakları gibi sahici gelmedi bana. Cemal Süreya, "Hiçbir semtte kuaförüm olacak kadar uzun oturmadım" diye yazmış günlüğüne. Sokağa ilişkin bazı şeyler bende taşra ile ilişkin tam da bu yüzden. Dünyanın herhangi bir yerinde kendinizi evinizde hissedebileceğiniz bir sokak kalmış mıdır bilmiyorum ama artık Karadeniz'de de kalmadı. Modern şehirleşme ve site kültürü geride enkazlar bıraktı. Ruhsuz binalarda yaşayan ruhsuz insanlar… Artık numaralarla tanımlanan semt sokakları ve anlamını kaybeden ve postmodern bir anlayışın şemsiyesi altına hapsolan sokaklar. Bu yüzden bazı sesler, bazı yüzler ve sokaklar hayatımızdan birer birer çekiliyor.