Neyin mizahı?
Bahsettiğimiz 'zamanın ruhu' ayrımını şahsen Gezi Parkı eylemleri döneminde Taksim'de de gözlemlemiştim. Yaptıkları mizah ile yere göğe sığdırılamayan Gezi gençleri bahsettiğim türden bir ayrımı çok net ortaya seriyordu. Gezi'de yapılan mizah, evet, 'zulüm 1453'de başladı', 'Mustafa Kemal'in askerleriyiz' tarzı sloganların yanında 'Toma bekleme yapma', 'Mustafa Keser'in askerleriyiz' gibi başka tür bir mizahın da örneklerini göstermişti. Hâlbuki bunlar olup biterken Taksim'in tam ortasındaki göbekte konumlanmış ve devasa bir pankart açmış sol görüşlü grubun üyeleri yüz yıllık sloganlarını tekrarlıyordu: 'Haramilerin saltanatını yıkacağız.' Bu tarz kemikleşmiş sloganların dışında gençler tarafından söylenen her şey ise hayatın içinden her alanı kapsıyordu. Bu mizah tarzı bugün belli bir grubun 'çiçek çocuk Gezi gençliğine' mal edilmiş olabilir. Biraz dikkatli bakar ve yıllardır süren 'makbul gençlik' söylemine kapılmazsak aslında günümüzde her kesimden gencin benzer bir mizah diline çok yatkın olduğunu görmemiz mümkün olur. Bu durum her şeyden evvel bir kuşak meselesi. Hangi kesimden olursa olsun bugünün şartlarında büyümüş pek çok gencin meselelere daha makara yaparak yaklaştığını, tabiri caizse daha 'light' olduğunu gözlemleyebiliriz. Dolayısıyla Gezi'de gençlerin yaptığı mizah ne belli bir kesim oluşturacak cinstendi ne de belli bir söyleme mal edilebilirdi.
Hazır konu politik mizah meselesine gelmişken, karikatür dergilerinden konu açılmazsa olmaz elbette. Politik mizahın geldiği noktayı anlamak açısından önemli. Bir dostum bana hemen bir dönem Markopaşa dergisinin üzerine eklenen "muharrirleri nezaret altına alınmadığı ve hapse girmediği zamanlar çıkar" yazısını hatırlattı ve ekledi, "aynı günleri yaşıyoruz, daha geçen hafta Penguen dergisinin iki karikatüristi, Erdoğan'a hakaret etti iddiası ile açılan davada suçlu bulundu ve 11 ay hapis cezası aldı, sonra para cezasına çevrildi. Yaşananların Markopaşa'nın başına gelenlerden hiç farkı yok…" Dostumuz belli ki Markopaşa'nın başına gelenleri pek bilmiyor ama hemen fikrimi söyleyeyim, böyle bir konudan herhangi bir karikatüriste dava açılmasını doğru bulmuyorum. Yazılıp çizilenleri tasvip etmiyorum diyerek dava etmek çok anlamsız. Üstelik bu şekilde saçma sapan, zekâdan yoksun, katır kutur esprilerin çizerleri özgürlük savaşçısı payesi almış oluyor. Nasıl mı? Bugün Erdoğan çizmenin müthiş bir cazibesi var. Bir de üstüne davanız oldu mu, harika, işte bu gerçek bağımsız kalemin karşısında kim durabilir?
Siyasiler her zaman karikatürlerin konusu olur, eh ezberlenmiş bir de klişe var, mizah muhalif olur, olsun bakalım diyelim ve Erdoğan karikatürlerine biraz daha yakından bakalım. Kendisini muhalif olarak tanımlayan karikatür dergilerinin politik sayfalarında her sayıda istisnasız beş altı tane Erdoğan karikatürü oluyor. Bunların içinde de üç dört ayrı Erdoğan tiplemesi… Genellikle bıyık ön planda, hafif kambur, kollar uzun, boyun neredeyse yok, bu figür size ne hatırlatıyor? Erdoğan çizgisi o kadar yaygınlaşmış ve bu konuda o denli ustalaşmışlar ki öne çıkardıkları bıyık, avurt gibi detaylarla her tür canlıya, amip bile olsa rahatlıkla Erdoğan tipi verilebiliyor, aşina olmuşuz.
Lacivert'in mizah sayısını yapmak için görüştüğümüz Hacamat dergisinden Faruk Günindi şöyle bir gerçekliğe işaret etti: "Biz bir defasında Aydın Doğan çizdik ve hiç kimse tanımadı. Sonra dönüp baktık ki, Aydın Doğan neredeyse hiç çizilmemiş." Bu yazıyı hazırlamak için incelediğim dergilerde bendeniz de fark ettim ki, aynı şekilde pek çok iş adamı, toplum önderi, siyasi parti liderinin de yok denecek kadar az karikatürü var, öyle ki çizildiğinde ismi belirtilmek zorunda kalınabiliyor. Ne kadar ilginç değil mi? Bazı dergiler, bir kesimin gazetecileri, iş adamları, siyasetçileri hakkında çizecek hiçbir şey bulamıyor. Ne de olsa statüko ve iktidar karşıtlığı bir tek Erdoğan muhalifliği ile bitmiş oluyor.
Herhangi bir yayının bütün muhalifliğini Erdoğan karşıtlığı üzerinden kurgulamasına bir diyeceğim yok elbette. Lakin konu tartışmaya geldiğinde bir bakıyorsunuz, 'hür tefekkürün kaleleri'nde de bu arkadaşlarımız oturuyor. Hele de bu sahada dindar kimliğinle bir iş yapacak ol, elinde bir not defteri, kalesinden yüksek sesle bağırıyor; "Muhalif olabilecek misin bakalım?", "Değerlerini eleştirecek misin?", "Sınırlarını kırabilecek misin?" Yine bu noktada Hacamat ile yaptığımız söyleşide Faruk Günindi'den bir alıntı yapayım: "Bakalım Müslümanlar şunu yapacak mı? Bakalım diğerlerine benzeyecek misiniz? diye adamı öldürüyorlar. Bırak bir iş yapayım öyle bak. Hani daha olmadan ve ortaya bir şey çıkmadan kıyaslama başlıyor. Bunu bir çocuğa yapsanız embesil olur resmen."
Faruk Bey o kadar haklı ki, uzun zamandır düşündüğüm bir tutukluğun sebebini de izah etmiş oluyor. Bazı insanlar bütün içsel problemlerinin ve saha sorunlarının yanında daha hiçbir şey üretmeden kendilerine çizilmiş sınırlar ve konulmuş işaretler altında var olmak ve aslında ne üretirlerse üretsinler, sürekli bir varoluş mücadelesi içinde bulunmak durumunda kalıyorlar… Galiba pek çok yönü ile gelişmediğinden dem vurduğumuz, sanattan anlamadığını söylediğimiz, yapılanları yeterli bulmadığımız dindarların sanat üretme sürecinin arkasındaki perdelerden bir tanesi ve belki de çok önemli kısmı bu sözler olmalı.
Türkiye'de karikatürün ideolojik atmosferi ise genellikle 'muhalif' olduğunu söyleyerek politikacılarla uğraşan ama toplumdaki gerçek statüko alanlarına yanaşmayan bir mizah anlayışını gözler önüne seriyor. Mesela hatırlayalım, operada mescit tartışmalarının gündeme geldiği dönemde Leman dergisinin bir kapağı vardı. Yazının içinde görselini göreceksiniz, yıllardır tekrar eden çizgiler, takunyalar, yeşil takım elbiseler, ürkek tavırlar. Tabii ne de olsa opera, anlaşılması ve ulaşılması gereken ağır bir konudur ve namaz kılmak isteyenler bu az gelişmiş tavırlarıyla kesif saçmalıkları temsil eder. Aslında toplumun alışkanlıklarını kolaylıkla mizah malzemesi edenler zaman zaman gerçek statükoları sorgulamak noktasında aciz düşmüştür.
Mesela mezkur mizah dergisi şu soruyu sormaz; on yıllardır devlet desteğine rağmen ayakta duramayan, bir türlü yeşeremeyen opera nedir? Bu coğrafya için nasıl bir önem arz etmektedir? Bu sorunun sorulmasına elbette imkân yoktur çünkü opera kutsal bir sanattır, bu kutsallık dairesi içinde opera ile ilişkilendirilecek her şey de kutsal olacaktır.
Bu sorduğumuz soru birilerini kızdırabilir; bir kenara bırakıp başka bir soru soralım, seyircilerinin bir kısmının namaz kıldığı bir operayı izlemek için ne yapmalı? Bu sorunun, gösterim esnasında giren namaz vakti için çok basit bir çözümü var; ara verildiğinde mescide gidip namaz kılmak. Bundan daha doğal ne olabilir? Kamuya düşen, bir arada ve huzur içinde yaşamak için insanların ne izlediğine ne de ettiği ibadete karışmadan uygun şartları yerine getirmektir. Bir operanın izleyicileri içinde namaz kılanlar için uygun şartlar da bina içinde mescit olmasıdır, bu kadar basit. Hâlbuki o dönemde yazılıp çizilenleri çok net hatırlıyorum, daha konu gündeme gelir gelmez opera ve namazı oksimoron olarak tanımlayanlar, namaz kılacaksa operada ne işi var diyenler, operaya mescit istemeyi bir hak ihlali olarak görenler, yaşam tarzına müdahale edildiğini düşünenler… Bu tartışmanın neresinden tutabilirsiniz ki? Bu tartışmada asıl muhalif olmak insanları ya şöylesin ya böyle, ya bunu yapacaksın ya şunu diye kalıba sokan zihniyete muhalif olmak değil midir?
Lakin öyle olmuyor, Leman dergisi dindarlarla dalga geçen bir kapak yapıyor, üstelik Yeşilçam'dan beri gelen tespih, takunya, yeşil elbise gibi İslam kültürü içinden gelerek simgeleşmiş nefret objelerini kullanarak, sonra biz buna mizah diyoruz ve devam ediyoruz.
Son bir not, 90'lı yıllara damgasını vuran Levent Kırca'nın Olacak O Kadar bölümlerini izliyordum geçen gün, 'Cinci hoca' isimli bir parodiye denk geldim. Öyle bir tipleme ki, ne Yeşilçam'da ne Devlet tiyatrosunda kullanılan cinci hoca tiplemesinin bu kadar abartılısına rastlayabilirsiniz. Üstelik bu cinci hocanın bir de Arap havası var. Ara ara Arap müziği eşlik ediyor, tam olarak neyi eleştiriyor anlamak mümkün değil. Elbette bu hoca kadın düşkünü, sahtekâr, dolandırıcı. Üstüne Levent Kırca parodilerine has kadınları aşağılayan müthiş cinsiyetçi dili de ekleyelim. Bütün bu sahnenin içinde bir şey gözüme çarptı, arka planda dekorda, ortamın cinci hoca yazıhanesi olduğuna dair inanç oluştursun diye asılmış bir hat tablosu var. Üzerinde ise nefis bir kaligrafi ile "Ya Ali, Ya Hüseyin!" yazıyor… Fazla söze ne hacet…