İnsanoğlunun bitmeyen çilesi: Göç ve Mültecilik
Peki, zorunlu göç etmek durumunda kalan bu kişiler 21'inci yüzyılda sığınma hakkına ilişkin taleplerini neye dayandırıyorlar? Bu hakka ilişkin düşünce nasıl ortaya çıkmış ve bugünkü halini alıncaya kadar ne tür evrelerden geçmiştir? Bu soruların cevabı semavi dinlerin ortaya çıktığı dönemlere kadar uzanır. Eski Hint ve Musevi metinlerindeki 'sığınma kurumu'na ilişkin tasvirler, bugün bize bu kurumun eski çağlardan beri kabul görmekte olduğunu gösteriyor. Hatta eski Musevi metinlerine göre bazı şehirlerin Tanrı tarafından sığınmaya ayrılmış olduğuna inanılmıştır. Benzer bir şekilde İslam dini de sığınmayı temel hak olarak kabul eder. Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göçü, diğer bir deyişle Hicret, günümüz modern mülteci tanımında kullanılmakta olan 'zulümden korunma' fikri ile birebir örtüşür. Hz. Muhammed (SAV) döneminde korunmaya ihtiyaç duyanların camilere ya da Peygamber'in refakatçilerine sığınmaları halinde güvenliklerinin sağlanması da bu açıdan önem arz eder. Ayrıca şer'i hükümlere göre Kâbe gibi kutsal kabul edilen yerlerin de tıpkı Musevi inancındaki korunaklı kimi şehirler gibi dokunulmaz olduğunu ve korunaklı sayıldığını görmekteyiz. Bununla uyumlu olarak da İbn al-Arabi de haksızlık ve kötü davranışa uğrayan Müslümanlara korunma sağlanmasının zorunlu olduğunu belirtmiştir.
Her ne kadar sığınak/sığınma antik çağlara dayansa da 'mültecilik' daha modern bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Mülteci olarak tanımlanan ilk insanlar, 16'ncı yüzyılda Belçika, Hollanda, Lüksemburg'dan Fransa'ya kaçmak zorunda kalan dinî azınlıklardır. Kalvinist olarak adlandırılan bu grup başlıca Katolik ülkelerde baskı altında tutulmuş ve bu durum onların sürgüne gönderilmelerine neden olmuştur.
Kalvinistler'i takiben 17'nci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan daha büyük bir mülteci akımı ise Fransa'dan kaçmak zorunda kalan Fransız Protestanları 'Huguenots'lardır. Bunlar Hollanda, Britanya, İsviçre, Prusya, Kuzey Amerika ve Güney Afrika'da mülteci olarak kendilerine yeni yerler aramışlardır. Bu kişilere dinî özgürlük tanınmasını savunan İngiltere ve İrlanda, bu dönem için hayli yüksek bir sayı olan 100 bin kadar mülteciyi ülkelerine kabul etmiştir. Ancak bu durum İrlanda'nın Cromwell orduları tarafından ele geçirilmesinden sonra ironik bir şekilde tersine dönmüş ve İskoçya'dan getirtilerek yerleştirilen Protestan göçmenler nedeniyle topraksız kalan birçok Katolik, İspanya, Fransa ve Britanya'nın Karayip kolonilerine kaçmak zorunda kalmıştır. 'Huguenot' tecrübesinin, zorunlu olarak yerinden göç ettirilmiş kişiler açısından en önemli kısmı, kaçmış oldukları Britanya'da 'kolektif mülteci' olarak ele alınmış olmalarıdır. Bu durum, erken dönemde mülteciliğin bir 'grup normu' olarak ele alındığını gösterir. Ancak devamındaki iki yüzyılda bu durum daha dar bir mülteci tanımına doğru ilerlemiş, kitlesel göç dünya cemiyeti açısından daha önemli bir unsur haline gelmiştir. Uluslararası ekonominin genişlemesi özgür/köle iş gücüne büyük bir ihtiyaç duyulmasına sebep olmuş, Avrupa'da kırsal kesimden büyük şehirlere büyük göçler yaşanırken, uzun mesafeli göçler de yeni dünyaya olan ulaşımın gelişmesini sağlamıştır. Bunun bir sonucu olarak Atlantik köle ticareti Afrika'da daha fazla mağdur arayışına girmişken, Avrupalı ülkeler de istenmeyen vatandaşlarını kolonilere transfer etme yoluna gitmiştir.
19'uncu yüzyılda Avrupalı mülteciler çoğunlukla Almanya, Avusturya, Fransa ve Polonya'daki radikal politik akımlardan gelmekteydiler. Birçoğu başarısızlıkla sonuçlanan 1830 ve 1848 tarihlerindeki devrim teşebbüslerinden dolayı kaçmak zorunda kalan zanaatkâr ve şehirli işçi sınıfından oluşan bu mülteciler hapsedilmiş, öldürülmüş veya Fransa örneğinde görüldüğü üzere zorunlu olarak Cezayir'deki kolonilere gönderilmişlerdir. Bu dönemde sadece Britanya farklı bir yaklaşım benimsemiş, 19'uncu yüzyıl sonuna kadar İngiliz otoriteleri tüm mültecilerin Britanya'ya gelmesine izin vermişlerdir.