Yaşayabilmek için yeni bir yurt edinmeye ve misafir statüsünde kabul görmeye çalışan, sayıları milyonları bulan bir toplulukla karşı karşıyayız. Öte yandan bu yeni topluluğu kimi zaman ekonomik gerekçelerle, kimi zaman da kültürel farklılıklardan ötürü kabul etmekte bazen zorlanan, bazen de elinden geleni yapan Türkiyeliler için daha önce hiç yaşamadıkları bu ‘sığınmacı olma’ halini anlamak çok da kolay olmayabiliyor.
"Seçim dönemi sokaklarda gezen seçim arabalarından gelen müzik seslerine sinirlenen arkadaşlarıma çok kızıyorum. Seçim arabalarından gelen seslerin benim için ne demek olduğunu biliyor musunuz? O gürültüler, müzikler, o hoşlanmadığınız sesler demokrasinin sesidir. Bu seçimlerden yalnızca birini, tek birini kendi ülkemde görmek için her şeyimi verirdim" diyordu gözyaşlarını tutamayan genç adam. Henüz otuzlarında, bilgisayar mühendisliği yapan, eğitimli, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek ve savaşın ardından Türkiye'ye iltica etmek zorunda kalan bir Suriyeliydi bunları söyleyen.
Mülteci olmak, yalnızca göç etmiş olmak değildi çünkü. Bile isteye, kendi tercihi ve talebi doğrultusunda değil, artık yaşam güvencesi olmadığı ve sevdikleri orada yaşayamadığı için başka bir toprak parçasına iltica etmek demekti. Mülteciler, başka kuralların, başka insanların, başka bir kültürün var olduğu bir yerde hayat kurmak zorunda kalmışlardı. Birçok kişi için sıfırdan başlanılması gereken bir hayat demekti bu. Aynı dine, mezhebe ve etnisiteye mensup olmak birlikte yaşamayı kolaylaştırmıyordu her zaman. Kimi zaman coğrafyanın, kimi zamansa tarihin ya da farklı etkenlerin gölgesinde değişen yaşamların oluşturduğu farklı kültürler, aynı din veya mezhep mensuplarının bile birlikte yaşamasını çoğu kez zorlaştırıyordu.
Bununla birlikte, savaştan kaçan bir millet için artık gündelik hayatta var olan, her gün tekrar edilen, sıradan davranışlar bile var olduklarından başka anlamlar ihtiva etmeye başlar. Mesela eğlence amacı güden, çoğu kez mutlu anların temsili olan havai fişekler, savaştan kaçmış çocuklar için mutluluğun ilanı değil, yeni bir bombardımanın habercisi demek olabilir. Ve eğlenip mutlu olmayı değil, saklanmayı, canını kurtarmayı söyler onlara. Ya da ekmek almaya giden bir annenin biraz gecikmesi alt kattaki komşuya kahve içmek için uğramasını değil, militanlarca vurulmuş olma ve bir daha geri gelmeme ihtimalini düşündürür ilk olarak.
Aynı şekilde sıradan bir vatandaş için seçim günü sokaklara dökülüp oy kullanmak insani olarak varlığının ve fikrinin önem arz ettiğinin en güzel sembolüdür. Öte yandan, aynı eylem bir sığınmacı için o gün sokaklarda görünmemek, varlığını hissettirmemek demektir. Çünkü varlığı haksız yere oy kullanılıyormuş imajı verebilir bir başkası için. Yani o gün toplumsal olarak yok olmalı, ortalarda görünmemeli ve söylentilere mahal vermemeliler. Bir kesim 'ben varım ve tercihimi ortaya koyup bir şeyleri değiştirmeye adayım' derken, diğer bir kesim 'varlığım asla burada anlaşılmamalı ve etki ettiğim düşünülmemeli' korkusu ile görünür olmaktan sakınır.
Beklemek dediğimiz şey kimi zaman sevilen birinin gelmesi, iyi bir şeylerin umut edilmesi manasına gelirken, mülteci kamplarındaki birçok insan için yeniden insan yerine konulup varlıklarının kabul edilmesi ve hayata sıradan normal insanlar gibi devam edebilmek demekti. Yalnızca var olabilmek, yeni bir toprak parçasında hayatın devam ettiğine inanabilmek demekti. Kimi zaman yıllarca sürebilirdi bu bekleyiş. İş güç sahibi bir yetişkinken, birden işini bile yapma izni olmayan, sadece kabul edilmek için bekleyen ve gün sayan insanlara dönüşmekti mülteci olmak.
#Sayfa#
Belki de en acısı çocuk olmak. Çocuk olmak, çocukça, umarsızca yaşamak, henüz büyüklerin savaş ve hırslarıyla bezenmiş dünyanın içine girmeden, önünü sonunu düşünmeden yaşamak demekti aslında, eğer bir sığınmacı değilseniz ve savaştan kaçmadıysanız tabii. Savaştan kaçarken sakat kalmış, yaralanmış olmanız henüz yolun çok başındayken hayata eksik olarak devam etmeniz demekti. Eğer biraz şanslı iseniz savaştan fiziksel bir yara almadan kurtulmayı basarmışsınızdır. Ama bir çocuk olarak şımarıklık yapma, çocuk gibi büyüme şansınız elinizden alınmıştır yine de. Artık kendi ülkesindeki savaştan kaçan, geldiği ülkede de kabul görmek için sıra bekleyen, kabul görse dahi toplumun çoğu kez ötekileştirdiği bir çocuk olarak büyümek zorunda kalmak demekti. Yani aslında çalınmış bir çocuklukla yola çıkmaktı bu.
Ve insan hakları! Kendi haklarımızın korunması, insani yaşam hakkıyken, bir başkasının sizi düşünmesi gereken bir kavrama dönüşmüştü sığınmacılar için. Çünkü insan olarak sizden vazgeçmiş kendi devletinizin başka bir ülkeye sizi göç etmek zorunda bırakmasının ardından kendi hakkınızı bile savunma hakkı elinizden alınmıştır. Ve diğer insanların kendi küçük çıkarlarından ve önceliklerinden vazgeçip sizi düşünmesi, sizin için uğraşması ve insan olarak size var olabilme hakkını vermek için çabalaması demektir bu. Yani insan olarak sahip olmanız gereken hakları bir başka insanın size lütfedip bağışlaması bir manada.
Kendi ülkelerinde yaşarken her an dikkatli olmaları gerekirken, sığınmacı iken de dikkatli olmaya devam etmeleri gerekiyordu artık. Çoğu kez neye ve kime karşı ya da nasıl olacağını bile bilmeden, hep dikkatli olarak yaşamaya çalışmak manasına geliyordu sığınmacı olmak.
Dostlar, düşmanlar ve değişen kimlikler
Hayatta öğrendiğimiz birçok davranışın sebep ve sonuçları her zaman aynı manaya gelmiyor hepimiz için. Hele ki savaş görmüş insanlar için yükselen bir ses, en ufak bir kötü söz ya da kargaşa, yeniden yerinden yurdundan edilmek demek olabilir.
Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu ortam tam olarak da savaş travmasını atlatmaya çalışan sığınmacı Suriyelilerin yaşadığı bu durumu görmemiz için iyi bir örnek teşkil ediyor. Yaşayabilmek için yeni bir yurt edinmeye ve misafir statüsünde kabul görmeye çalışan, sayıları milyonları bulan bir toplulukla karşı karşıyayız. Öte yandan bu yeni topluluğu kimi zaman ekonomik gerekçelerle, kimi zaman da kültürel farklılıklardan ötürü kabul etmekte bazen zorlanan, bazen de elinden geleni yapan Türkiyeliler için daha önce hiç yaşamadıkları bu 'sığınmacı olma' halini anlamak çok da kolay olmayabiliyor. Geçici misafir statüsünden bugün artık mülteci statüsüne geçmek isteyen Suriyeliler ile bu yeni durumun kendileri ve ülkeleri için ne getireceğini bilmeyen Türkiyeliler için belirsizlik, kafa karışıklığı ile birlikte emniyetsizlik hissi de vermeye başladı.
Her iki grup için de bugün Türkiye'nin karşı karşıya olduğu en büyük sorun işte bu belirsizlik hali. Çünkü insanın varlığını devam ettirebilmesi için ilk olarak aç ve susuz kalmamakla birlikte ihtiyacı olan şey güvenliktir. Kendini güvende hissetmek ve yaşamından endişe etmemek...
#Sayfa#
Bir sığınmacı için, başka ülkeler tarafından her defasında savaşa çekilmek istendiği halde savaşın dışında kalmayı başaran ve sınırlarını savaştan kaçan insanlara sonuna kadar açan bir ülke güçlü bir ülke demekti. Bu güç onlar için aynı zamanda emniyet de demekti. Kendi ülkelerindeki diktatörlük rejiminden kaçarken bu güçlü ülkeye sığınmayı ve burada can güvenliklerinden emin bir şekilde yaşamayı seçmişlerdi. Bu güç onlar için hayata tutunma ve yaşama devam etme gücü demekti.
Çok daha güçlü olduğu söylenen ve bırakın savaşa girmeyi, mülteci kabul ederken bile türlü prosedürlerle insanları yıllarca kamplarda kalmaya mecbur bırakan Avrupa ülkelerine karşın, bir mülteci kanunu olmamasına rağmen onlara kapılarını açan devlet, aynı zamanda onları koruyacak da demekti onlar için.
Savaş büyük ötekiliklerle başlamıştı. Beşar Esad gibi bir diktatörün kendi iktidarını devam ettirme savaşı bir süre sonra Şii-Sünni mezhep savaşına döndürüldü, ardından Sünni-Ezidi savaşı gibi mezhep-etnisite savaşına evrildi. Ve bir zaman sonra hiç de farkında olmadan farklı kamplardaki Kürtler birbirini öldürmeye başladı. O yüzden, çoğu kez kimin kiminle neden savaştığını çok da bilmeden, başkalarının yarattığı savaş alanında gözden çıkarılan birer piyon olmaktan öteye geçememişti burada yaşayan halk. Aslında en az gündelik dildeki anlamlarını yitiren birçok eylem ve davranış gibi, bir süre sonra hangi dine ya da etnisiteye ait olduğunuz da önemini yitirmişti. Bir savaş vardı ve savaşın devamı için herhangi bir tarafta olmanız yeterliydi. Yıllarca belirli mezhep ya da etnisite ortaklığı ve karşıtlığı üzerinden yaratılan dostluk ya da düşmanlıklar, farklı çıkarların ortaya çıkması ile bir anda yerle bir olmuştu. Aslında tüm kimlikler tam da bugünlerde yerle bir edilmek için kurgusal olarak var edilip şekillendirilmişti sanki. Dün dostunuz olan bugün düşmanınız, dünkü düşmanınız ise bir anda dostunuz oluvermişti.
Bu aslında sahip olunan kimlikler ve simgelerin her an farklı durumlar için farklı anlamlar içerebildiğinin en güzel örneklerindendi. Birkaç ay içinde farklı etnisiteler ve mezhepler birbirlerine yaklaşmış ya da iyice ayrışmıştı, hem de kısa bir süre önce sorunsuz bir şekilde yaşarken.
Bu yüzdendir ki verilen kimlikler, öncelikler ya da aidiyetler kendimizi tanımak ve tanımlamak için mi yoksa düşmanlık edip ötekileştirmek için mi kullanılıyor, yeniden bir gözden geçirilmeli. Çoğu kez çıkarlar doğrultusunda öncelenen kimlikleriniz ya da aidiyetleriniz duruma göre değiştirilebiliyor. Ya da o güne kadar mevzu bahis edilmeyen kimliğinizin parçaları bir anda uğruna ölünecek ve öldürecek sebeplere dönüşebiliyor. Suriye'de devamlı olarak kimlik değiştiren savaş aktörleri ve son olarak da Diyarbakır'da Kürtlerin birbirini öldürmesi bu durumun en iyi örneklerinden olabilir. Aidiyetlerimiz ve kimliklerimiz kendi varlığımızın temsili olma noktasında önem arz ederken, düşmanlık etme ve savaş açma adına taşıdıkları anlamlar yalnızca belirli durum ve zamanlardaki çıkar ve amaçlara göre anlam kazanıp kaybedebiliyorlar görüldüğü üzere. O yüzden düşmanımızın kim olduğundan çok kendimizin kim olduğunu anlamaya çalışıp düşmanlıkları kimliklerden ziyade daha insani nedenlere bağlayabiliriz. Daha az ölüm ve acı ile birlikte Suriye sokaklarında da seçim otobüsleri görebileceğimiz zamanlar umudu ile...