IŞİD’i anla(ma)mak
Tüm bunların ötesinde somut bir gerçeklik var: IŞİD, Irak'ta ve Suriye'nin doğu kesiminde etkinliğini günden güne artırırken, Türkiye'yi de kısa ve orta vadede birçok yönden ilgilendiren bir Ortadoğu aktörü durumunda. Dolayısıyla hem medya dedikodularından hem de komplo teorilerinden hızla uzaklaşarak, bu haşin ve zorba aktörü yakından tanımak bir zaruret haline geldi.
Bu yazı, IŞİD (ve ona benzer diğer Selefi-cihadi hareketler) hakkında arka plan bilgisi vermeyi ve onların felsefelerine dair bazı noktalara işaret etmeyi amaçlamaktadır. IŞİD'in kuruluşu, tarihi gelişimi, önemli şahsiyetleri ve eylemleri gibi konulara -özellikle internet üzerinden- kolaylıkla ulaşmak mümkün olduğundan, böylesi fazladan malumatlar meraklı okuyucunun kişisel çabasına havale edilecektir.
Böyle olacağını bilselerdi...
Sovyetler Birliği 1979'un Aralık ayında Afganistan'ı işgal etmeye başladığında, İslam dünyası -bilhassa Araplar- İran'da gerçekleşen İslam Devrimi'nin şokunu henüz atlatamamıştı. Devrim ihracı tartışmalarının yarattığı kaygılar ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki kronik çatışmanın bölgede doğurduğu gerilime eklemleniyor, böylece Ortadoğu hükümetlerinin zihninde büyük bir belirsizlik ve endişe hüküm sürüyordu.
Afganistan işgalinin hemen öncesinde, 4 Kasım'da Tahran'daki ABD Büyükelçiliği'nin işgal edilmesi, ardından 20 Kasım'da Mekke'de Mescid-i Haram'ın bir grup fanatik 'Mehdici' tarafından baskına uğraması, iktidar sahiplerinin endişelerini daha da artırdı. Bu tür 'aşırı' hareketler yayılacak mıydı? Bölgeyi bir devrimler hâlesi mi kuşatacaktı? Her ülkenin içinde var olan şiddet yanlısı uçlar, bu hareketleri örnek alıp kendi başkentlerinde 'maraza' mı çıkaracaktı?
Neyse ki kısa süre sonra Sovyetler Birliği Afganistan'ı işgale başladı da, Ortadoğu'nun muktedirlerine kendi bünyelerindeki fanatiklerin enerjilerini yok etme fırsatı doğdu. Özellikle Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır'da insanlar akın akın 'Moskof kâfirine karşı cihad'a yönlendirildiler. Devletler 'mücahit'lerin yol ve iaşelerini bizzat karşıladı.
Hesap basitti: Gidecekler ve oralarda 'telef' olacaklardı. Ancak hesap tutmadı. Arap savaşçılar, mücadeleden, haklı biçimde elde ettikleri 'mücahit' unvanlarıyla ve sınırsız bir savaşma yeteneğiyle galip olarak çıktılar. Usame Bin Ladin, Abdullah Azzam, Eymen Zevâhiri ve onların sonraki neslinden Ebu Mus'ab Zerkâvi ve diğerleri hep bu döngünün ortaya çıkardığı isimlerdi. Ve biriken enerjilerini en aktif şekilde kullanmaktan da çekinmediler. Hâlâ senaryosu o yıllarda yazılan bir filmin yeni bölümlerini izlemeye devam ediyoruz.
Arap devlet ricali, sonunun böyle biteceğini bilseydi, bu maceraya hiç atılmazdı muhtemelen...
Sadece 'terörist' mi?
Her şeyden önce şunun altını bir çizelim: IŞİD, yapısı itibariyle bir terör örgütüdür. Terörü bir yöntem olarak kullanmakta, rakiplerini de yine bu sayede alt etmektedir. Ancak şunun da altını çizelim: Hiçbir terör örgütü, sosyal destek sağlamadan ve halk içinden taraftar elde etmeden bu ölçüde kolay ve hızlı ilerleyemez.
O zaman bu noktada sorulması gereken soru şudur: IŞİD (ve tabii, ona benzer diğer Selefi-cihadi hareketler de) toplumsal tabanlarını nasıl sağlıyor? Bu yapılanmalar insanlara ne vadediyor?
Bu hareketlerin güçlü taraflarına baktığımızda, bunları üç ana başlıkta toplamamız mümkün: 1) Etkileyici ve ateşli bir retorik 2) Hedefe ulaşmayı kolaylaştıran, yıllara dayalı savaşçılık deneyimi 3) Sosyal ve siyasal zaaflardan yararlanma konusunda gösterilen başarı.
Kur'ân'ın üzerinde önemle durduğu cihad, savaş, zalim, mazlum, adalet gibi kavramlar, Selefi-cihadi hareketlerin retoriğinde de başat unsurları teşkil ediyor. Kur'ân ayetlerini kendileri için 'bağlayıcı âmir' olarak gören kitlelerin, bu retoriğe kayıtsız kalması ve harekete geçmemesi beklenemez.
Söylemlerindeki lokomotif unsurları, 'bayrak' haline getirdikleri savaş içerikli ayetlerden alan bu yapılanmalar, 'Haksızlıkları sona erdirme', 'Zalimleri devirme', 'Mazlumları kurtarma' gibi parlak hedeflerle, dünyanın dört bir yanından her yaşta insanı saflarına çekmeyi başarıyor. Bu başarı, söylemlerin gücü kadar, özellikle Ortadoğu'da acımasız diktatör yönetimlerin neden olduğu adaletsiz manzaradan da kaynaklanıyor.
IŞİD özelinde konuşacak olursak, üyelerinin hatırı sayılır bir kısmını 'yabancı mücahitler'in oluşturduğu bu yapının Irak'ta böylesine kolayca ve neredeyse hiçbir engele takılmadan ilerleyebilmesi, toplumun belli bir kesiminin onunla işbirliğine gitmesi sayesinde mümkün oldu. Dini ya da mezhebinden önce ırkı ön plana çık(arıl)an bir 'Kürt' Cumhurbaşkanı ve fanatik 'Şii' bir Başbakan tarafından yönetilen Irak'ta Sünniler ve eski rejimin bağlıları kendilerini dışlanmış hissettiler. IŞİD gibi halk nazarında meşruiyetini dinî metinler üzerinden kuran ve savaşmayı da iyi bilen bir yapı ortaya çıkınca da, bahsedilen bu kesimler hemen desteklerini onun hizmetine verdiler.
IŞİD'in bugün Kürt bölgesine ya da Şiilere özellikle saldırıyor olmasının ardında, ta Amerikan işgalinin başlangıcına kadar giden ve o zamandan günümüze biriken kinler yer alıyor. Saddam Hüseyin yönetiminin kanla bastırdığı Şiilerin birdenbire ülke yönetiminin en tepesine kadar tırmanması, bununla birlikte Ebu Gureyb Hapishanesi'nde en vahşi biçimiyle dünyanın da tanık olduğu korkunç işkence yöntemlerinin Sünni kesimleri canından bezdirmesi, asla unutulmaması gereken ayrıntılardır.
Bu izah, IŞİD'in yaptıklarını masum göstermez, ancak yaşananları anlayabilmek için, 'Neden?' sorusuna mantıklı bir açıklamanın getirilmesi de şarttır.
Nitekim IŞİD'in ilk aşamadaki ilerlemesi, Yûsuf el Karadâvî gibi siyasi feraseti yüksek bir âlim tarafından bile 'Sünni Baharı' olarak isimlendirilmişti. Bu, yaşananların, Arap kamuoyunun gözünde nasıl göründüğünü anlamak bakımından önemli bir göstergeydi.