Millet, ırk, etnisite zaman zaman birbiri yerine kullanılabilen, iç içe geçmiş ve farklı siyasi anlamlar kazanmış kavramlardır. Fakat her birinden bir fanatizm ortaya çıkarmak onları aşırılığa, hoşgörüsüzlüğe, saldırganlığa, yani şovenizme götürür.
Genetik soybilim merkezleri Amerika'da hayli yaygın. İnternet üzerinden bir ödeme yaparak adresinize gelen kit vasıtasıyla bir DNA örneği gönderiyor ve kısa bir süre sonra genetik soyağacınızla karşı karşıya kalıyorsunuz. Türkiye'de pek çok kişi ihtiyatla yaklaşsa da, özellikle genetik hastalık risklerini ve soyağacını öğrenmek isteyen birçok dünyalı bu genetik testlere itibar ediyor. Bu alanda yapılan en kapsamlı proje National Geographic Society'nin 'Genographic Project' çalışması. Dünyadan 100 bin DNA örneği toplayarak insanoğlunun köklerini bugünden geçmişe izleme amacını taşıyor. Amaç bir nevi Âdem ve Havva'ya uzanan yolun haritasını çıkarmak. Kuşkusuz bunun üzerinden komplo teorileri üretenler yok değil, Amerikan kuruluşlarının bu örnekleri birtakım amaçlar için kullanacağını düşünenler hayli yaygın. Bunu bir tarafa bırakalım ve varsayalım ki siz de masum bir merakla DNA örneği gönderdiniz ve biranda sülalenizin ne kadar genişlendiğini öğrendiniz. Köklerinizin binlerce yıl önce Kore'ye, Afrika'ya ya da Latin Amerika'ya dayandığını gördünüz. Ne yapardınız? Etnik aidiyetinizi mutlaklaştırarak inşa ettiğiniz benliğinize karşı bir yabancılaşma duygusu hissetmez miydiniz? Merkezin talebinize bağlı olarak sizi irtibatlandıracağı başka bir ırktan İskoç, Yunan ya da Perulu kuzeninize "biz sizden üstünüz" diyebilir miydiniz?
Diyemiyorsak bu şovenizm niye? Başka uluslara karşı hoşgörüsüzlük, saldırganlık, kin ve nefretin kaynağı ne? Irkçılık ve etnik fanatizmin temelleri nereye dayanıyor?
Hepimiz aynı ortak atadan geldiğimize inansak da bazen bu gerçeğin elimize bir belge olarak sunulması ilginç bir deneyim olabiliyor. Nitekim bunu yaşayan insanlar var. Bu deneyim bize ırk ve etnisite temelli aşırı milliyetçiliğin şu küçük dünyada bir anda nasıl sıfırlanabildiğini gösteriyor. İrademiz dışında içine doğduğumuz bir etnik grubun ya da ırkın üstünlüğü üzerinden bir güç hiyerarşisi inşa etmenin yersizliğini ortaya koyuyor. Fakat paradoksal olarak dünya adeta bu yersizliğin icra yeri. Ve pek çok ulusun bu anlamda çok da parlak olmayan şovenist bir kariyeri var. Alman Nazizmi, 'beyaz adam'ın misyonu üzerinden icra edilen Amerikan ırkçılığı, İsrailoğulları'nın 'seçilmiş ırk' iddiası, Avrupalı ülkelerin 'ilkel ve barbar' toplumların 'medenileştirilmesi' üzerinden Asya, Afrika ve Uzak Doğu'yu sömürgeleştirmesi, ırk ve etnisite mücadeleleri ile şekillenen dünya tarihini önümüze seriyor.
Bu karmaşık dünya tarihi içinde 19'uncu yüzyılın bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz. Çok uluslu imparatorluk yapılarından ulus-devlete geçiş süreci ile ırk ve etnisitenin algılanış biçimi değişti. Ulus, artık modern devletlerin kurucu unsuru haline geldi. Fransız İhtilali'nin ilham ettiği bu ulus tasarımı I. Dünya Savaşı'nda dağılan imparatorluklar coğrafyasında yepyeni devletler olarak karşımıza çıktı. Bu süreç aynı zamanda millet ile ulus kavramlarının mahiyetini şekillendirerek etnisiteyi güç mücadelelerinin ana damarlarından birisi haline getirdi.
Millet ortak bağlarla birbirine bağlı, ortak değerler üzerinden tarihlerini ve gelecek umutlarını paylaşan bir kitle olarak karşımıza çıkarken, farklı etnik yapıları da içinde barındırabiliyordu. Osmanlı'daki millet sistemi bunun en tipik örneğiydi. Prof. Dr. Kemal Karpat, Osmanlı milli kimliğinin dinî özünü muhafaza eden cemaatçi karakterine işaret ederken, Batı tipi ulus-devletin bundan farklı olduğuna atıf yapar. Fakat Cumhuriyet'in ilanından sonra temel karakteristiklerini kazanan 'Türk milleti' ulus devleti mantığı içinde şekillenirken, bir yandan da içinde kültür, tarih ve din merkezli 'millet' anlayışını toplumsal vicdanda yaşatmaya devam etmiştir. Toplum içinde yaşamaya devam eden bu 'millet' fikri, devlet nezdinde sadece Türklük olarak algılanan bir 'ulus'a dönüşmüştür. İmparatorluk tecrübesinden çıkmış bir toplumun tek bir kimliğe sıkıştırılması elbette etkilerini hâlâ gördüğümüz ciddi sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Farklı etnik grupları dışlayan bu devlet aklını Kemalist ideolojinin mimarlarından Mahmut Esat Bozkurt'un (1924-1930 arası Adalet Bakanı) şu cümlelerinde açıkça görürüz;
"Türk'ten başkasına güvenilmez. Ciddi işler Türk asıllı olanlar eliyle yürütülmelidir."
"Bütün bir dünya bir Türk'ün burnunun kanamasına değmez."
"Türk ve Türklük her şeyden üstündür."
"Türk'ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir."
"Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler..."
Irk merkezli bu devlet felsefesi uzun yıllar Türkiye sınırları içinde yaşayan farklı etnik grupların kendini ifade etmesine imkân tanımadığı gibi ötekileştirme, aşağılama gibi dışlayıcı muameleleri de pekiştirmiştir.
Oysa ulus-devletlerin oluşum süreci Bozkurt'un ifade ettiği gibi mutlak bir hakikate dayanmadığı gibi bir yoruma göre 'hayal edilmiş topluluklar'dır. Benedict Anderson bu tanımlama ile insanlığın ve coğrafyanın ulusal sınırlara bölünerek 'dış düşmanlar' karşısında bir 'biz' kimliğinin inşa edildiğini ifade eder. Ve bu süreçte ulusların köklü ve eski oldukları algısını oluşturan bir tarih kurgulandığı, milli marşların, edebiyatın ve bu ideolojiyi yayacak kamusal mekânların da etkin biçimde kullanıldığını iddia eder. Nüfus sayımları, haritalar ve müzeler bu kimliğin yerleşmesinde kullanılan diğer etkili enstrümanlardır. Nitekim Kemalist ideolojinin inşa ettiği ulus-devlet de bu araçları etkili şekilde kullanmıştır. Geçtiğimiz aylarda mecburi olmaktan çıkan 'Andımız' bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Türklük merkezli bir ahitleşmenin metni olarak Türk olsun olmasın ülkedeki tüm çocuklara yıllarca mecburi olarak okutulmuştur.
Türk siyaset tarihinde kemikleşmiş bu ulus-devlet bakışı siyasi liderlerin ifadelerinde de kendini gösterir. Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş'in vaktiyle 'Ne mozaiği, Türklük mermerdir, mermer!' sözü ülkede yaşayan farklı etnik grupların varlığını esneme imkânı olmayan bir Türkçülük içinde adeta donduran bir bakış açısını yansıtır.
2008 yılında Kırşehir'de 20 kadar lise öğrencisinin PKK terörü sırasında şehit olan askerlere saygı adına kendi kanlarını kullanarak 46 cm genişliğinde bir bayrak yapması Türk medyasında bir süre tartışılmış bir konudur. Kanla yapılmış bu bayrak dönemin Genelkurmay Başkanı'na sunulduğunda Başkan "İşte biz böyle bir milletiz" cevabını vermiştir. Bu olay gençler arasında vatansever olmanın ve millete bağlılığın icabında kan esasına dayanan bir birlik olarak algılandığını göstermesi bakımından ilginç bir örnektir.
Sonuç olarak millet, ırk, etnisite zaman zaman birbiri yerine kullanılabilen, iç içe geçmiş ve farklı siyasi anlamlar kazanmış kavramlardır. Fakat her birinden bir fanatizm ortaya çıkarmak onları aşırılığa, hoşgörüsüzlüğe, saldırganlığa, yani şovenizme götürür. Oysa tüm bu farklılıkların yaratıcısı Allah, farklı milletler olarak dünyaya gönderilişimizi şöyle izah eder; "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır." (Hucurat -13)