Futbol, fanatizm ve şiddet
Futbolun gözle görülür değişimlerinden şüphesiz en fazla olanı yarattığı popüler kültür ve parasal hacmi. İngiliz futbolunun modernleşme evresinde işçilerin kurdukları mütevazı futbol kulüpleri bugün dünyanın en zengin işletmeleri... Yeşil sahadaki isimler de gün geçtikçe halktan uzaklaşmış durumdalar. Astronomik gelirleriyle rüya yaşamlar sürerken, sadece yeşil sahadan değil görsel alanın izin verdiği sınırsız imkânlarla birçok alanda ek gelir de sağlamaktalar. Şenol Güneş'in o meşhur sözünü doğrular derecesinde futbol önceden fakirlerin oynayıp zenginlerin izlediği bir oyunken, şimdilerde zenginlerin oynayıp fakirlerin izlediği bir oyuna dönüşmüş durumda.
Taraftarlık anlayışında da çok şey değişti. Futbolsever kimlikleri birbirinden ayrıştıran birçok kavram girdi hayatımıza. Holigan, fanatik, taraftar, sporsever, seyirci ya da müşteri… Bugün gelinen noktada futbolun artık ihtiyaç duyduğu koşulsuz destekleyen, ölümüne sahiplenen duygusal taraftar değil; sporun galibiyeti gibi mağlubiyetini de kabul edecek, daha mantıklı, daha sakin ve elbette ki daha zengin futbol seyircileri her şeyden önce. Rekabetin de alanları değişti elbette. Sadece tribünler değil teknolojinin imkân verdiği her platform futbolseverlerin ve dolayısıyla rekabetin ve ticari hareketlerin ablukası altında.
Kısacası futbol, bugün geldiği noktada birbirine eklemlenen, yer ve mekânsal kodlamalarla farklı sosyokültürel bileşenleri olan bir olgu, basit bir takım oyunundan ziyade akademik incelenmeye ihtiyaç duyan karmaşık bir disiplin, bir kültür aynı zamanda. İnsanoğlunun sahip olduğu bütün içgüdüsel davranışların gözlemlenebildiği başka bir uğraş yok yeryüzünde. Ait olma, hırs, mücadele, romantizm, sosyalleşme, dostluk, düşmanlık, sadakat, üzüntü, sevinç ve tutku, ayrıca, şiddet ve saldırganlık da bu duygu bileşenlerinin önde gelenlerinden. Güç ve baskı ile bedensel veya ruhsal zarara neden olan hareketler bütünü olan bu kavramların futboldaki fanatizmle özdeşleşen dışavurumunun sosyal bilimler tarafından masaya yatırılması çok da eski sayılmamakta. Yakın tarihe kadar entelektüel bilim adamlarının araştırma ve incelemeye değer görmediği, basit bir zaman geçirme aracı olarak algıladıkları bu oyunun toplumsal ölçekte yarattığı gözle görülür etkilerle birlikte sosyal bilimler alanındaki geciken rüştü de ispatlanmış, bilimsel analizler ve geniş kapsamlı araştırmalarla masaya yatırılmaya başlanmıştır.
Sporun, dolayısıyla futbolun şiddeti körüklemekten ziyade azalttığına dair karşıt görüşe göre, saldırganlık içgüdüsünün boşaltılmasında sportif faaliyetlerin pozitif anlamda önemi büyüktür. Bireyler bu içgüdülerinden spor ile arınırlar.
Kişilerin varoluşsal birtakım davranışların en kolay dışa vurulabildiği yer olan futbol sahaları ve tribünlerini sadece şiddet ile ilişkilendirmek ve bu şiddetin toplumsal kaosa neden olduğunu düşünmek futbola tek taraflı bakmaktır. İnsanın var olduğu her coğrafyada hüküm süren şiddetin toplumsal, ekonomik, psikolojik, sosyal veya siyasal birçok tetikleyicisinin olduğu bir gerçek.
Stadyum dediğimiz alanların birbirinden farklı binlerce renk kontrastının ahengi olduğunu düşündüğümüzde yenilen bir golün, hakem hatası yüzünden kaybedilen bir oyunun genel atmosferi bir anda değiştirmesini de yadırgamamak gerekiyor esasında. Çünkü o anlar sadece futbolun değil, bireyin sosyal yaşantısında dair farklı unsurların da hatırlandığı, acı ve sevinçlerin de bu paylaşıma dâhil edildiği anlardır. İşte bu noktada, kişilerin sosyal yaşantısına dair ne tür olumsuzluklar varsa akıllara gelir. Sanki yenilen o gol, sahadaki rakip oyuncu ya da tribünlerdeki rakip taraftarlar her şeyin nedeniymişçesine bir düşmanlık ve hesaplaşma güdüsü başlar. Ardından da 1902'de Ibrox'ta, 1964'te Lima'da, 1967'de Kayseri Atatürk Stadyumu'nda, 1982'de Lenin Stadı'nda, 1987'de Heysel'de, 1989'da Hillsborough'ta yaşananlara benzer olaylar dizisi gelir.
Sosyal bilimcilerin yaptığı farklı bir araştırmaya göre takımların giydikleri forma renklerinin bile izleyicilerdeki saldırganlık dürtülerini tetiklediği ileri sürülmekte. Yapılan çalışmalarda, siyah renk forma taşıyan takımlara hakemlerin daha fazla ceza verdikleri, forma renklerini değiştirdiklerinde ise bu takımların almış olduğu cezaların azaldığı görülmüştür örneğin. Yine, seyircilerin siyah forma giyen takımlara karşı daha olumsuz davranışlar gösterdiği de araştırmalarda yer almaktadır.
Şiddetin tribünlerdeki söylemlere yansıyan bir başka görüntüsü de yabancı düşmanlığı ile beslenen ırkçılık. Bireyin ya da toplumun diğerlerine göre üstünlüğü üzerine kurulan ırkçılık, toplumların huzuru, çoğulculuk ve tabii ki futbolun pozitif değerleri için bir tehdit unsurudur. Ve ne yazık ki sadece tribünlerde değil aynı zamanda yeşil sahalarda mücadele eden sporcuların birbirleriyle olan diyaloglarında da kendini göstermektedir. Buradaki sorunsal yeni postmodern dünyada giderek güçsüzleşen kitlelerin gelecekle ilgili sosyo-ekonomik endişelerinin sistem, popüler medya ve yönetsel güçlerce yeniden üretilmesidir biraz da. Ticarileşen futbol ve yarattığı kapitalist süreçler ırkçılığın farklı bir üretim ve savunma mekanizması olarak devamlılığını da sağlamaktadır şüphesiz. Bu noktada, sorunun kökenini ve çözümü için reçetesini ararken futbolun ahlaki değerlerinin azalmasından, tribünlerde çıkan kavga ve çatışmalardan sadece taraftarları sorumlu tutmak belki de en mantık dışı ve en kolay hareket. Fanatizmi yarattıkları sanal metaforlarla körükleyen, futboldaki rekabetten rant sağlayan kurum ve kuruluşlardan markalara, yöneticilerden sporculara, yatırımcı markalardan reklam veren iş ortaklarına kadar herkes bu noktada sorumlu. Bu yüzden futboldaki şiddet ve fanatizm sadece tribünlerin değil, futbol sektöründeki bütün aktörlerin sorunu...