Popüler din dilinin en büyük sorunu: Dine rağmen dincilik
Necdet Subaşı
Türkiye'de bir zamanlar oldukça sıkıntılı bir alan olan, siyasi ve toplumsal baskılara konu olan din bir süredir iyiden iyiye görünür, konuşulur, tartışılır olmaya başladı. Ama görünen o ki, bu defa da fazla konuşulmaya, tartışılmaya hatta kullanılmaya başladı. Dinin bu "popülerleşme" sürecinde popüler din dili de Adnan Oktar'dan DEAŞ söylemine, sözde dinî pazarlama kanallarından bol ağlamaklı tele-vaaz programlarına, edebi/şiirsel görünümlü ağdalı dine davet çağrılarından "Tavuk kes, balık kes, ne kesersen kes" fetvacılığına kadar çok geniş bir yelpazede bayağılaşmayı hiç dert etmeyen bir manzara sunmaya başladı. Popüler alandaki din algısı da, popüler din dili de gözle görülür şekilde ifrat ve tefrit arasında denge tutturma zafiyetimizin mağduru olmuş gibi görünüyor. Dinin izzeti konusunda hassas kesimlerin rahatsızlığına ve eleştirilere yol açan Türkiye'de dinin ve dilinin bu popülerleşme macerasını hem akademisyen hem de bürokrat olarak bu tür konuları yıllardır inceleyen ilahiyatçı Dr. Necdet Subaşı ile konuştuk.
Türkiye'de din haddinden fazla konuşulup tartışılıyor galiba. Siz de aynı kanaatte misiniz? Din üzerine konuşma konusunda ülkemizin manzarasını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hakikaten öyle mi? Gerçekten de din konuşulup tartışılıyor mu? Konuşmanın da tartışmanın da temel insani değerler söz konusu olduğunda bir hayli önemli olduğunu düşünüyorum. Bugün en azından Türkiye bağlamıyla sınırlı kalarak söylenecek çok şey var ve ne yazık ki kulağımıza gelen şeyler de önümüzde cereyan eden şeyler de öyle pek de derinlikli bir tartışmaya tanıklık ettiğimize dair bir işaret taşımıyor. Eğer iyimser olmak gerekirse bütün bu olup bitenler için hoş bir muhabbet demek isterdim. Ancak ortaya çıkan sonuçlara bakınca hem memleketin sürüklenmeye çalışıldığı kasvete hem de her birimizin sonunda içine dahil olduğumuz gereksiz ve sayısız polemiklere dikkat etmemiz gerektiğini, bütün bu olup bitenleri değerlendirirken daha dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten de din artık ağıza düşmüş durumda ve bunun en başta sıkı dinî temsiller, kurumsal yapılar ve vicdanını kaybetmemiş dindarlar için ürkütücü bir gelecek endişesi üretmeye yol açabileceğini söyleyebilirim. Doğrusu ben bu durumdan pek de mutlu değilim.
Dinin ve dinî meselelerin bu kadar sık konuşulması/tartışılması doğru mu?
Tabii ki doğru değil ancak din de ona ihtiyaç duyulduğu her seferinde konuşulmayı talep eder. Bugün din alanındaki belli başlı iddia ve polemiklerin çoklukla gündelik bir dile tabi tutulduğu, günceli takip eden bir savurganlıkla işlendiği söylenebilir. Konunun en başta sahibi gibi görünen en azından kamuoyu tarafından açık adres olarak gösterilebilecek ilahiyatçıların da bu tartışmalara kendi ağırlıklarını katmakta zorlandıklarını hatta verili dile teslim olarak genelde onların da bu aktüel çıkışlara mahkûm olduklarını üzülerek ifade etmek durumundayım. Dinin hem birey hem de toplum nezdinde kendine karşılık bulmakta zorluk çekmeyeceği bir dilin bugün ya aşırı derecede zorlaştırılarak elitist bir lehçeye eklemlenerek sertleştiği ya da olabildiğince basite alınarak hiç de gerçekçi olmayan bir şekilde sıradanlaştırıldığı söylenebilir. Tartışmaların bir usule, bir yönteme bağlı olarak işlediğini söylemek epeyce bir zamandan beri zor. Çalakalem ilgilerin, popüler beklentilerin ve zayıf ya da sıra dışı dikkatlerin elinde ilerleyen bir "dinî" polemiğin ileride kalıcı bir kültüre dönüşmesinden bilhassa endişe etmekteyim.
Din adeta herkesin kendi iç dünyasında inandığı ve yaşamına aksettirdiği bir şey olmaktan çıkarak futbol, siyaset, ekonomi ve magazin gibi ağızlara sakız olan bir toplumsal tartışma konusuna, salt bir söyleve ya da söyleme indirgendi sanki. Siz ne dersiniz?
Aslında "ağıza düşürülmek"ten kastım da oydu. Görünürde hemen her yerde kendinden söz ettirmeyi başaran bir şey sanki, ancak işin özüne nüfuz etmeye başladığınızda durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Evet din artık her yerde ancak bu ona gündelik hayatın hemen her kompartımanında etkili ve yeterli bir atıf kaynağı olarak bakmak isteyenlerinkinden farklı olarak her yerde. Evet her yerde din ister olumlu ister olumsuz olsun bir şekilde gündemde yer alabiliyor. Dine sıkça referans verenlerin onu sahici bir "dinî meşruiyet" için mi yoksa artık sıkça ihtiyaç duyulduğu ayan beyan bir "kamusal onay" duygusuyla mı hatırladıkları tartışmaya açık. Ben bugün nasıl olduysa oldu -hikâyesi uzundur ve gecikmeden konuşulmalıdır- başka diğer her şey gibi, belki de onlar kadar dinin de bir haz ve tüketim objesine dönüştüğünü düşünüyorum. Nihayet her fırsatta kendisinden söz etmekte sınır tanımadığımız dini, bildik formlar ve söylem çeşitlilikleriyle birlikte "işletme"ye yöneldiğimizde de mesela takva kavramından söz etmenin hiçbir anlamı kalmıyor. Zaten takva kavramı eşliğinde dini konuşmak da giderek bir mahcubiyet yaratmaya başladı. Hangi din? Hangi takva? Hem olabildiğince tüketilen, mütemadiyen eritilen, sıklıkla aşındırılan bir dinden nasıl bir takva çıkabilir ki? Dine yönelişteki artış ve maneviyat arayışındaki yoğunluk bugün küresel ölçekte tüketici bir simsarlığın iştahını kabartmış, din de modern imaj ve sunumlarla kârlı bir endüstriyel materyale dönüştürülmüştür.
Din neden bu kadar çok konuşulur? Altında ne gibi sebepler söz konusu?
Din kuşkusuz tek tek her birimiz için önemli. Onu inanıp kabul edenin de inkâr edip reddedenin de bize sunduğu cevap ve önerilerle, talimat ve uyarılarıyla bir şekilde yolunun kesişmesi söz konusu. Karmaşık bir hayatla iç içeyiz ve burada açıklanmasını, anlaşılmasını dört gözle beklediğimiz pek çok soruyla karşı karşıyayız. Nedir, nasıldır, nicedir sorularıyla ilerleyen anlam arayışına, felsefi sistemler de dinler de birtakım cevaplar veriyor. Bu konularda ikna edilmek için akıl, kalp ve beden arasındaki dengeyi tutturmak gerekiyor. Aklımıza uyandan kalbimizin geri durması içinden çıkılması güç gerilimler yaratıyor. Tersi de aynı şekilde. Farkında olduğumuz alanların çoğalması güzel ve yerinde bir çaba ancak her keşif kendi sorularını ve yanı sıra da pek çok cevabı birer seçenek kabilinden önümüze çıkarıyor. Hayatla kurduğumuz ilişki bizi sıkıştıran soruların da cevaplanmasını önceliyor. Din böyle bir bağlamda zaten ruhen açık olduğumuz bir düzlemde kendine olan ilgiyi besliyor ve yüceltiyor. Muhit, kültür, eğitim, gelenek gibi unsurlar esasen bu konularda çok da içli ve köklü sorulara yönelmeye fırsat vermeden bizi kendi akışkanlığı içinde dinle sahici bir temasa sokuyor. Karşı karşıya olduğumuz yer yer incelikli yer yer de çetrefilli problemlerin peşini takip ederek kendimiz için bir cevap arayışında bulunmak kuşkusuz takdir edilesi bir durum. Ancak şimdi üzerinde durduğumuz ve çoklukla her türden kullanışlılığın bir parçası olarak söze dahil edilen dinin bu arayışlarla bir ortak yanının olmadığını anlamış durumdayız. Bugün kullanılan, iğdiş edilen ve bu hâliyle bize ne bu dünyada ne de öteki dünyada hiçbir şekilde yol gösterme şansı olmayan bir söylemler, imajlar ve metaforlar yığınağıyla karşı karşıyayız. Bu din olamaz. Bu endüstriyel bir şey.
Merak ediyorum dinin ve dinî içeriklerin bu denli konuşulması/ tartışılması, üzerine programlar yapılması, paneller düzenlenmesi gerçekten bir işe yarıyor mu? Yoksa ayrışmaları daha mı tetikliyor?
Din de dinî olan da bu coğrafyada her zaman bir saygın alan olarak görülüyor, takdir ediliyor. Belki herkes dindar değil, ama ona karşı samimi bir yakınlık var. Hatta inansın inanmasın pek çok kişi dindarlığın limitlerinin yüksek tutulması gerektiğinde oldukça cömert sayılabilecek bakış açılarına sahip. Leke tutmasına asla tahammül edemeyeceğimiz bir dindarlık tipolojisini hayranlıkla arıyor, bulduğumuzda da imrenerek takip etmeyi kendimiz için değerli buluyoruz. Bu kararımızda sebat etmek istiyor, dine karşı olası lakaytlığı tercih edenlerimizde bile onda kayda değer bir yücelik görmek beklenen tavır oluyor. Bu önemli. Dinin konuşulmasının başka nedenleri de var. Dini elden çıkarılması gereken bir "karşılıksız bakiye" olarak gören modernleşme yanlıları da uzunca bir süre enerjilerini onun tasfiyesine yönelik strateji arayışıyla tükettiler. Karşılıklı saflaşmalar, din adına hareket edenleri de ona karşı duranları da olmadık bileşenlerle birlikte olmaya zorladı. Din, hiç de yakın durmayacağı belli başlı maneviyat disiplinleriyle hiç gereği yokken bir şekilde hısım olmak zorunda kaldı. Din karşıtları onu alt etmek adına olmadık ideolojik çıktılarla kan bağı arayışına girdiler. Karşılıklı restleşmeler yeni ihtilaflar ürettiği kadar başka diğer söylemlerle uzlaşmayı da zorunlu kılan ekstrem korkular üretti. Savunanlar da karşı çıkanlar da Aydınlanma'dan mülhem bir tartışmayı olabildiğince sıcak tutarak bir gerilim edebiyatı üretmekte gecikmediler. İrtica böyle bir bağlamda ortaya çıktı, sözüm ona "İslamilik" markajıyla ilişkilendirilerek küresel bilginin akışına dahil edilen Müslüman terörist imgesi de. İslam'ın kaybolmuş haklarının peşine düşenler gün geldi İslam'ı güpegündüz, gözümüzün önünde kaybettiler. Bu oyunu geç fark ettik, oysa bu yabancı olduğumuz bir şey değildi.
Tanıdığım birçok kişi: "Popüler din dili insanları dinden soğutuyor. Ortada birçok gerçek sorun ve anlaşılması gereken mesele varken birçok suni tartışma ve sorun üretiliyor" diyor. Bu şikâyette bir haklılık payı var mı dersiniz?
Evet bugün artık sıkça bir "din yorgunluğu"ndan söz ediliyor. İçinde düştükleri problemlerin çözümünde dinden medet umanlar bugün karşılarına çıkan ve dinîlik iddia eden kurum ve söylemlerden yaka silkiyorlar. Ahlakilik her zaman olması gereken esaslı bir mihenk taşı ve dinî söylem bolluğuyla eşzamanlı olarak ortaya çıkan dinî temsiller gerçeklik açısından ciddi gevşekliklerle ve zayıf dinsellikleriyle kabul görmeyi başarıyorlar. Din üzerine çoğu seküler sayılabilecek bir ilgi yoğunluğundan söz etmek artık şaka bile sayılmıyor. Sözüm ona "dinî piyasa" retoriğiyle birer ihtiyaca dönüşen tartışma ve müzakereler dini de dindarlığı da oldukça ucuz bir kullanışlılık içinde tüketimin parçası olarak lanse etmekten çekinmiyor. Bugün seküler bir çerçevede ancak konuşulabilecek bir din alanından söz etmek mümkün hâle gelebiliyor. O da modayı, cinsiyetçiliği, tüketimi, hazzı ve rekabeti içinde taşıyor. Evet ortalıkta revaçta olan ve oldukça geniş bir katılımla varlığını sürdüren bir muhabbet zemini var, görünürde de sanki bütün bunların ortasında, odak noktasında din var gibi ama hepsi o kadar. Peki bütün bunların ciddiye alınması gerekir mi? Ne yazık ki evet. Birkaç nedenle evet. Doğrusu din, kayda değer, besleyici ve geliştirici bir düzlemde tartışılmıyor, konuşulmuyor, ele alınmıyor ancak bütün bu olup bitenleri de kendi tersliği içinde anlamak ve açıklamak gerekir. Sahi neler oluyor? Ne oldu da din bu raddeye düşürülebildi? Kim sorumlu? Özünde birleştirici olan bir dinin bugün nasıl olup da bizi birbirimize düşürecek ayrıştırıcı noktalarla takdim edildiği, yine bizi manen ve madden besleyici olması ve onarması beklenen bir dinin nasıl olup da bugün birtakım aracılar eliyle ifsat edici bir duruma evrildiği merak konusudur. Artık hiçbir şekilde ihmale gelmez bir gündelik gerçeklik boyutuna erişmiş olarak "yeni durum"ları nasıl okumak gerekir? Kuşkusuz güncel söz akışlarının düzeyinde değerlendirilmeyi asla hak etmeyen bir dinin bugün maruz kaldığı hâl hiçbirimize mevcut durumu es geçme hakkı vermiyor. Hepimiz işin içindeyiz ve din hem tüketiliyor hem de buharlaştırılıyor.
Şiirselinden acıklısına kadar dini popülize eden yaklaşımların artmasını acaba geleneksel yaklaşımın ve dilinin artık toplumdaki beklentileri karşılayamamasına ya da kelamın günümüz insanına hitap edemeyişine mi bağlamalı? Ya da başka ne gibi sebepler söz konusu olabilir?
Maalesef dinî önderler, gündelik hayatın akışını takip etme konusunda anlaşılır pek çok sebeple masum sayılmayı hak etseler de gerekli dikkati ortaya koyamadılar. Gündelik hayat tarihte hiç olmadığı kadar bugün gerçekliğin limitlerini belirleme hakkını ele geçirdi. Mesela ulemadan beklenen doğal olarak, her zaman hayatın gerisine düşme tehlikesi taşıyan ve hızını yakalamakta güçlük çeken gelenekli yorumları bir bir gözden geçirmek ve tefsirdeki, fıkıhtaki ve kelamdaki maharetlerini onu yeniden ihya ederek göstermekti. Ancak kabul etmek gerekir ki son birkaç yüzyılın dinî tecdit hareketleri de bize neo-selefiliklerle modernist fundamentalislikler arasında gidip gelen bir arayıştan daha fazlasını takdim edemedi. Öyle ki munis ehli sünnet söyleminden bile sert bir dil üretmek artık pekâlâ kolay bir ameliyeye dönüştü. Dini ihya hareketlerinin belki de en köklü kaynakları arasında yer alan coğrafyalardan hiç de bedevi bir geçmişleri olmamasına rağmen radikal hareketler doğabildi. Buna sıklıkla tanık olduk, alıştık.
Çok konuşulmasının yanında bir de ehil ya da ehil olmayanların, önüne gelenin din üzerine ya da dinî nitelikli konuşması söz konusu sanki?
Bu konuda ben ilahiyat birikiminin değerini küçümsememek gerektiğini düşünüyorum. Şu ya da bu şekilde saygın akademik bilginin de onun toplumsal alanı kucaklama iddiası taşıyan dilinin de sürekli olarak hırpalandığını, yer yer karşısına çıkarılan ve oldukça rekabetçi kimi söylem cemaatlerinin de insanları dinden soğutacak, hakikatten bîzar hâle getirecek bir savurganlıkla ortalığı birbirine kattığını görüyoruz. İlahiyat alanı da şimdilerde artık iyice artan sayısından kaynaklanan bir şeyden mi kaynaklanıyor bilemem, ama gerçekçi analizleri takdim etmekten çok popülist olanı takip etmekle kendine bir yer açan yeni bir safhaya evrildiği apaçık belli. Bana kalırsa bu ürkütücüdür, "halk İslamı"ndan söz etmiyorum. Hem halk İslamı'nı hem de ilahiyat köklerinden beslenen yüksek İslam yorumlarını kenara iten yeni ve acımasız bir dinî-siyasi dil gelişiyor. Hiç fark etmiyor; ya hükmediyor ya reddediyor, ya onaylıyor ya da müptezelleştiriyor, sıvılaştırıyor, katılaştırıyor ve bütün bunları müdahale edilebilir bir din üzerinden yapıyor. Dini spor ya da sağlık raddesine indirerek konuşabilmenin şehveti her geçen gün biraz daha alıcı buluyor.
İnsanların çıkıp din konusunda konuşmaları bir hak ya da zenginlik, renklilik olabilir ancak işin kakafoniye varmaması adına tüm bunlara karşı ne gibi çözümler söz konusu olabilir dersiniz?
Yaygın ve muktedir olana mesafe önemli bir durak. Hesapsız bir şekilde çoğalan ve hiçbir emeğe ya da çileye ihtiyaç duymayan bir gelişme çizgisi ondan yeterince uzaklaşmak için önemli bir ipucu, bir işaret. Dinin sahibi Allah, O'na ortak bulmamak da Tevhid'in bir gereği. Bugün gördüklerimiz dine rağmen dincilik.
Dr. Necdet Subaşı kimdir?
Necdet Subaşı (Artvin, 1961) Atatürk Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi'nde ilahiyat eğitimi aldı ve doktorasını din sosyolojisi alanında yaptı (1995). Akademik çalışmalarını Yüzüncü Yıl, Muğla ve Gazi üniversitelerinde sürdürdü. 60. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nce başlatılan "Alevi Açılımı"nda genel koordinatör olarak görev ve sorumluluk üstlendi. 2011-15 arasında Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Strateji Geliştirme Başkanı olarak görev yaptı. 2015 yılında atandığı Başbakan Başdanışmanlığı görevini hâlihazırda Millî Eğitim Bakanı danışmanı olarak sürdürmektedir. Türk Aydınının Din Anlayışı, Kutsanmış Görüntüler, Öteki Türkiye'de Din ve Modernleşme, Gündelik Hayat ve Dinsellik, Ara Dönem Din Politikaları, Alevi Modernleşmesi, Sınırları Yoklamak, Alevi Çalıştayları Nihai Raporu, Din Sosyolojisine Giriş, Dinî Sosyaliteler, Sosyoloji Günlükleri, Kamusal Maneviyat gibi birçok kitap ve rapora imza attı.