Plan, Afrika'yı Afrikalısız bırakmak
Dünya güçlerinin satranç tahtası olarak Orta Doğu uzun süredir gözler önünde olsa da, küresel güçlerin kıyasıya mücadele alanlarından bir diğeri de Afrika. Uzun yıllar yer üstü zenginlikleri ve en önemlisi insani gücü suiistimal edilen 30 milyon kilometrekarelik dev kıta bir süredir de yer altı zenginlikleri ve atıl kaynaklarıyla güç odaklarının başını döndürüyor. Tüm bunlar yaşlı kıtanın insanlarına mutluluk ve refah getirmediği gibi onların dünyadaki algısına da pek katkı sağlamıyor. Afrika neresidir, Afrikalı kimdir, dünyadaki imajı nedir, bu olumsuz algıya yol açan sebepler nelerdir, çok ulusluların ve küresel güçlerin bu kıtaya olan "aşk"ının perde arkasında neler yatıyor ve bizim kara kıta ile nasıl bir bağımız var? Bunlar ve benzeri birçok sorunun cevabını Afrika denilince ülkemizde akla ilk gelen uzmanlardan olan Prof. Dr. Ahmet Kavas, Lacivert'le paylaştı.
Batı'nın ve kolonyal dönemin etkisiyle "vahşi, gayri medeni, vesayete muhtaç" gibi bir Afrika ve Afrikalı algısı hâkim sanki dünyada. Bu algı sanırım bizde bile etkili.
Kıtaya bakışta Batı üzerinden gelen bir önyargı var: Kölelik, esaret, Afrikalıların tembel oluşu, cehalet, fakirlik, açlık, Afrikalıların kalkınamayacağı gibi genellenmiş, gerçekle hiç alakası olmayan bir bakış. Bu algı bizde de bazı insanlarda mevcut. Afrika'ya karşı bu olumsuz bakış aslında bizim Afrika ile yaşadığımız tecrübelerden gelen bir şey değil; daha çok Batı'nın oluşturduğu bir bakış açısı. Misyonerler, seyyahlar ve sömürgeciler tarafından oluşturulan ve Afrikalıları "Geçmişte hiçbir şey yapamadılar, bugün de yapamıyorlar, gelecekte de yapamayacaklar" diye yaftalayan menfi bir bakış söz konusu. Bu yanlış. Dünyanın herhangi bir yerinde ne kadar tarihî ve kültürel yapı varsa Nil Havzası, Kuzey Afrika, Doğu Afrika sahilleri gibi yaşama elverişli bölgelerde de o kadarı hatta daha fazlası var. Temel karışıklık sebeplerinden biri de Afrika'nın neresi olduğu.
Hakikaten Afrika neresi?
Afrika dediğiniz çok eski bir isimlendirme değil. Sonuçta Batılılar tarafından 500 yıl öncesine kadar sadece Kuzey Afrika'da Tunus ve çevresi için kullanılan isimlendirmenin tüm kıtaya yaygınlaştırılmasıdır. Sömürgecilikle birlikte kıtanın tamamı Afrika, orada yaşayanlar da Afrikalı olarak isimlendirilmiş. Bugün Afrikalı denildiğinde, dünya sahra altı Afrika'da kalan 48 ülkede yaşayanları yani siyahi tenlileri anlıyor. Afrika da bunu kabul etti. Bu kimlik bir milyarın üzerindeki insan kitlesine bir Afrika Birliği düşüncesi oluşturarak bir güç veriyor. Şu an en azından uluslararası toplantılarda Afrikalılık bilinci ve "Biz Afrikalıyız" vurgusu tahmin edilmeyecek kadar öne çıkıyor.
Afrikalılar sanki binlerce yıldır dünyadan yalıtılmış şekilde yaşıyor gibi bir hava oluşturulmuş.
Afrika sömürgecilik öncesi dünyanın önemli merkezleriyle ticari ve siyasi irtibatları olan bir kıta… Doğu Akdeniz'deki Lübnan, Suriye bölgesinden Fenikelilerin kalkıp asıl merkezlerini Kuzey Afrika'ya kurmasıyla bundan iki üç bin yıl önce bile dünyayla bütünleşmiş bir bölge. Yine Arap Yarımadası'nın Asya ve Afrika ile irtibatları bilhassa İslamiyet'le birlikte de yaklaşık 1400 yıldır mevcut. Afrika'nın hangi köşesinde Müslüman varsa bunların Hicaz'a gitmesiyle kurulan karşılıklı etkileşimler geçmiş asırlarda şimdikinden daha fazlaydı. Kıta içerisinde çok önemli ticaret ağları vardı. Sömürgeciler bu ticaret ağlarını Afrika'nın diğer artılarından önce keşfettiler. Onları yok ederek kıtayı ele geçirebileceklerini düşündüler ve Afrika'nın kendi içindeki ve kıta dışındaki tüm bağlantılarını keserek, özellikle haccı yasaklayarak Afrika'yı içine kapattılar. Bugünkü Afrika ile ilgili menfi algının geçmişi 200 yılı geçmez fakat bu sanki tarihin başlangıcından itibaren böyleymiş gibi ifade ediliyor.
Müslümanlar ve Türkler Afrika'da sömürgecilerden çok önceleri vardı.
Müslümanlar fiili olarak 640 yılında, yani İslamiyet'in henüz 30'uncu yılında, Mısır üzerinden Afrika'nın kuzeyine ve Kızıldeniz'in sahillerinde içeri ve orta kısımlara, Sahra bölgesi ve güneyine indiler. Türklerin Afrika'daki varlığı ise yeni değil, çok eskidir. Abbasiler'in Orta Asya'dan getirdiği Türk soylu askerlerin Mısır'a gelişi 800'lü yılların ortası. 868 yılında ilk defa Tolunoğulları bugünkü Mısır'da kuruldu. Öyle ki henüz Kahire şehri bile o zamanlar yoktu. 868 yılından 905 yılına kadar devam eden bu devlet Türklerin Müslüman olarak kurdukları ilk devlettir. Bugünkü Mısır Libya, Sudan, Yemen ve Hicaz'a kadar uzanır, Türklerin Afrika'daki ilk varlık gösterdikleri zamandır.
Tolunoğulları'nın yıkılışından 30 yıl sonra İhşîdîler adıyla ikinci bir Müslüman Türk devleti yine Mısır'da doğdu. Bu devlet de 969 yılında yıkıldı. Bu iki devletten sonra Fatımiler adıyla Kuzeybatı Afrika'da, Fas'ta kurulan bir Şii devlet Mısır'a geldi. Bölgedeki Türk nüfusu orada kalmaya devam etti, devlette çalıştırıldı. Bu dönemde Selçukluların ideali önce Bağdat'ı Büveyhîlerden almaktı. Sultan Alparslan'ın Malazgirt Savaşı için hazırladığı orduların asıl hedefi Kahire'ye yürümekti. 1071'de Alparslan Bizans ordusunun geldiğini öğrenince Kahire'ye yürümekten vazgeçti de Kahire yüzyıl daha Fatımilerde kaldı. 1171'de Eyyubilere, 1250'de Memluklere, 1517'de ise Osmanlı Devleti'ne geçti. Böylece Türklerin Afrika'daki varlığı 1912 yılında Libya'nın fiili olarak kaybedilmesine dek 12 asır sürdü. Söyleyeceğimiz söz şudur ki; Türkler Afrika ile ilgilenmek zorundadır çünkü tarihleri çok önemli; biz Anadolu'ya bile Afrika'ya gittiğimiz tarihten iki asır sonra gelmişiz.
Osmanlı Devleti'nin Afrika'da 400 yıllık bir varlığı söz konusu ve bu dönemde Afrika'nın sömürgeleşmediğini görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada önemli bir tespit şudur ki; sömürgeciler Afrika'ya sahip olmak için gitti, Osmanlı Devleti'nin gidişi ise Afrikalıların yardım çağrısıyla oldu. Endülüs'ün 1492'de düşmesiyle Müslümanlar Osmanlı'dan imdat istedi. Bu arada Kuzey Afrika tehlike hattına girmişti. Kuzey Afrika, Libya'dan, Cezayir'den, Tunus'tan, Fas'tan Osmanlı Devleti'ne yardım çağrıları gönderildi. Onları bir istiladan korumak için Anadolu insanı seferber edildi ve 1516'da Cezayir'de Osmanlı varlığı gayri resmi olarak başladı. Osmanlı Devleti tüm Kuzey Afrika'da Vatikan ve Vatikan ile birlikte hareket eden İspanya, Portekiz ve Avrupalı irili ufaklı devletlerin Kuzey Afrika'daki emellerine set çekti. 400 yıl süren bir idare boyunca Osmanlı Devleti bu bölgeyi sömürmemiş, tamamıyla tarihi sürecin devamını sağlamış, himaye etmiştir.
Sömürgeleşme de aslında Osmanlı'nın oradaki nüfuzunun kırılmasıyla başlıyor diyebilir miyiz?
Afrika'da Osmanlı'nın ulaşamadığı yerler sömürgecilerin ilk hedefleriydi. Sömürgecilik önce Güneybatı Afrika ve Batı Afrika bölgelerinde başladı zira Osmanlı oralarda yoktu. Osmanlı'nın Doğu Afrika'dan Kenya'ya kadar varlık gösterdiğini biliyoruz. Osmanlı'nın Afrika'da varlığı sömürgecilik denen şeyin en az üç asır, Kuzey Afrika içinse dört asır ötelenmesini sağladı. Osmanlı aslında gerçek anlamda himayeci devletti.
Sömürgeciler de kendilerini himayeci göstermiyorlar mıydı?
Fransızlar da aslında Fas'ı, Tunus'u himaye anlaşmaları imzalayarak geldiler. Ama bu "himayeci" devlet gelip oradaki yerel halkın elinden arazilerini alıp Avrupa'dan fakir köylüleri yerleştirip Cezayir'de, Tunus'ta, Fas'ta insanları yerlerinden yurtlarından etti. Osmanlı Devleti ise oralara gittiği zaman halkı korumak için Anadolu'dan askerler getirtti, yerel halkı kullanmadı, arazilerine dokunmadı. Aldığı vergiler o yöredeki sıradan ihtiyaçların bir kısmını karşılayacak kadardı. Avrupalılar ise yerlileri silah altına alıp o insanların eliyle Afrika'yı istila ettiler. Osmanlı hiçbir zaman yerel halkı kendi menfaatleri için kullanmadı. Daha sonra Avrupalılar silahlandırdıkları milyonlarca Afrikalıyı I. ve II. Dünya Savaşı'nda Çanakkale'ye bile getirip savaştırdılar. Bu insanları köleleştirdiler.
Osmanlı Afrika'da hiçbir zaman köle ticareti yapmamıştır. Osmanlı'da sınırlı sayıda Afrika asıllı siyahi insanlar İstanbul'a geldikten sonra büyük bir çoğunluğu sarayda tutulur ve sarayın efendisi Darüssaade ağası yapılır ve onun altındaki diğer kademelerde görev alırlardı. Avrupalılar ise yarısı Müslüman olan 100 milyona yakın Afrikalıyı köle olarak Amerika kıtasına götürdüler ve onları dinlerinden, hürriyetlerinden ettiler. Tarihte benzeri olmayan bir kölelik sistemi kurdular. Amerika kıtasındaki yerel insanların yüzde 95'inden fazlasını öldürdüler. Osmanlı öyle olsaydı bugün Afrikalılar Türkçe konuşuyor olurdu.
Afrika kıtasının nüfusunun neredeyse dörtte üçünün resmi dillerinin İngilizce ve Fransızca olduğu söyleniyor. Bu doğru mu?
Afrika'da şu anda 20 kadar ülkede Fransızca birinci resmî dil, bir o kadar ülkede de İngilizce resmî dil. 10 kadar ülkede Arapça, beş ülkede Portekizce ve Ekvator Ginesi'nde ise İspanyolca resmî dil. Etiyopya'daki Amharca gibi kendi yerel dili resmî dil olan sadece birkaç ülke var.
O zaman sömürü kaynaklarla kalmamış, kültürel boyuta da sıçramış. Sömürgeciliğin kimlik üzerinde çok menfi bir etkisi var. Öyle ki Afrikalılar kendi tarihlerini değil, Avrupalıların tarihini öğrenmek zorunda kalıyorlar. Kendi tarihi onun içerisinde çok az yer alıyor. Kendi tarihi şahsiyetlerini ise unutmuş, varlığından haberdar değiller. İbn Haldun'un, İbn Battuta'nın, birçok âlimin Afrikalı olduğunu Afrikalılar yeni öğreniyorlar. Afrika yok sayılmış. Sömürgeciler Afrika'da ciddi bir algı oluşturmuş: "Siz bir şey değilsiniz. Biz varsak siz de varsınız" deniyor.
Ama ben Afrika'nın tam anlamıyla sömürgeleştirildiğine inanmıyorum. Eğer bugün tam anlamıyla sömürgeleştirilmiş bir kıta varsa o da Kuzey ve Güney Amerika'dır çünkü neredeyse tüm yerlileri yok edilmiştir. Kıtanın tamamının kimliği yok edilmiş, kıta arazileri Avrupalılar tarafından sahiplenilmiş. Afrika'da ise sömürgecilik denenmiştir, kısmen ve bazen çok acımasız uygulanmıştır ama sonunda Afrikalılar Afrika'yı tekrar kendi idareleri altına almıştır. Bugün her ne kadar Batı zihniyetli yöneticiler olsa da Afrika'yı Afrikalılar yönetiyor.
Günümüzde de farklı şekillerde bölgeyi etki altına alma ve kaynaklarından istifade etme arayışları yok mu?
Şu anda kıtada maden adına ne varsa ülkeleri birtakım antlaşmalara zorlayarak yok pahasına, kökünü kazıyarak götürüyorlar. Sömürgeciler toprağın üstündekileri alıyorlardı, şimdi toprağın altındakiler de gidiyor. Bir diğer konu ise; insanlığın ziraatla uğraştığı çağlardan itibaren yeryüzünde hiç ekilmemiş arazilerin yüzde 60'ı Afrika'da bulunuyor. Afrika, dünya karalarının içerisinde belki yüzde 20'ye denk geliyor ve ekilebilir ama hiç ekilmemiş arazilerin yüzde 60'tan fazlası Afrika'da bulunuyor. Çin, Hindistan, Rusya, Amerika, Fransa, Avrupa ülkeleri, İsrail, Arap ülkeleri ciddi anlamda ya kira ya da satın alma usulüyle ekilmemiş ya da sınırlı ekilmiş verimli arazileri elde ediyorlar. Özellikle 2008 yılındaki dünya gıda krizinden sonra hemen çok uluslu şirketler bu arazileri kapışmaya başladı. Bugün Rusya, tarihinde hiç olmadığı kadar Afrika'ya inmiş durumda. Bir taraftan Çin, Afrika'yı topyekûn yutma teşebbüslerinde bulunuyor. Bugün Afrika limanları birkaç ay kapatılsa Çin ayakta kalamaz. Afrika'nın geleceğini risk altına atan en büyük tehlike bu mesele. Dış etkilerle ülkelerindeki önemli miktarlardaki verimli toprakları en az 50-100 yıllığına 25 kadar ülkeye verdiler. Bugün yaşanan, sömürgecilikten daha ağır bir süreç ve Afrika'nın geleceğini ipotek altına alabilir. Afrika Birliği buna engel olmaya çalışıyor ama onu da çok sıkıştırıp etkisiz hâle getirmek için çok baskı kuruyorlar.
Çin'in ABD ile girdiği dünya hâkimiyeti mücadelesinde en önemli sahalardan birini Afrika oluşturuyor değil mi?
Tüm problem Afrika üzerinde kümeleniyor. ABD, 2005 yılından sonra, Obama ile tüm alt yapıları oluşturdu ve şu anda da tüm Afrika'yı dönüştürmeye çalışıyor. ABD, Çin'in ve diğer ülkelerin etkinliğini kırmak adına çok ciddi planlar, projeler yapıyor. Bunu yaparken Afrika'daki Müslüman toplumları çok kullanıyor. Kıyıda köşede kalmış bir örgütü çıkarıp dünya çapında şöhrete kavuşturuyor ve onun üzerinden "Ben sizi bu beladan korumak için geliyorum" diyerek Afrika'da çok ciddi güvenlik hatları oluşturuyor. Daha doğrusu Afrika'da Somali'den girip Batı Afrika'dan çıkmak üzere bir hat oluşturdu. Bu hat üzerinden Afrika'nın kuzeyini ve güneyini ayırmış durumda.
Kıtanın kuzeyi ile güneyi arasındaki ticaret ağları, kervan yolları sömürgecilikten sonra nasıl kırıldıysa ABD de şu anda "Buradaki terör gruplarının etkileşimini yok ediyorum" diyerek tarihî geçiş yollarını neredeyse kapatmış durumda. Kuzeyden güneye otoyol, mağrip otoyolu gibi projelerle Afrika Avrupa ve Asya gibi çok kolay ulaşılabilir ve etkileşim alanı yüksek olan bir bölge olacakken çeşitli bahanelerle bunlar engellendi.
Kıtada darbeler, iç savaşlar, çatışmalar eksilmiyor. Tüm bunlar o güçlerin kıtayı sömürme planlarıyla doğrudan bağlantılı anladığım kadarıyla.
Bir söz vardır: "Afrika zengin, Afrikalılar fakir; Avrupa fakir, Avrupalılar zengin." Bu denklemin bozulmasını istemiyorlar. Bu ülkeler arasındaki mevcut sınırların 25 bin kilometresini Fransa, 21 bin kilometresini İngiltere çizmiş. Yani Afrika'daki sınırlar Paris'te Londra'da çizilmiş. Bunlar Afrika'nın gerçeklerine uygun sınırlar değil. Öyle çizilmiş ki bu sınırların bir kilometresiyle oynamak bile savaş sebebi. Oysa bu sınırlar Afrika'nın kalkınmasını engelliyor. İsteniyor ki bu sınırlar geçilmesi zor sınırlar olsun. Çok uluslu şirketlerin "bölparçala- yönet" mantığı şu an Afrika'da tüm ağırlığını hissettiriyor. Afrika aslında kimseden bir şey istemiyor. "Üç beş sene bizi kendi hâlimize bırakın. Biz kendi kendimizi düzeltir ve dünyada olmamız gereken noktaya kendimiz gelebiliriz" diyorlar. Bütün bu güçler, Afrika'yı Afrikalılara bırakmamak için bu rekabeti sürdürüyorlar.
Son 10 yılda Afrika ile ilgili girişimlere, temaslara, yatırımlara ağırlık veren Türkiye'nin nüfuzu ne durumda?
30 yıldır Afrika'yı öğrenmeye, anlatmaya çalışıyorum kendimce. 90'lı yıllardan 2005'e kadar Türkiye'nin Afrika ile ilgili en ufak bir hamlesi olmadı. Bu çok büyük bir eksiklikti ama fark edildi, devlet olarak hamleler başladı. 2005 yılında Afrika'ya yönelik dünya genelinde bir açılım teşebbüsü oldu. Türkiye de ciddi hamleler yaparak öne geçti ve Afrika'daki gözle görülür 4 etkin ülke arasında yerini aldı. Bahsi geçen ülkeler, Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye 90'lı yıllarda Afrika'da etki açısından ismi geçmeyen ülkelerdi.
Eskiden bizim tüm Afrika'da 54 ülkenin sadece 12'sinde elçiliğimiz vardı. Şimdi 54 ülkenin 42'sinde büyükelçiliğimiz var. Kurduğumuz diplomatik bağlantı dünyanın da dikkatini çekiyor. Türk Hava Yolları bugün Afrika semalarında kıta dışında 55'in üzerinde noktaya uçan bir firma hâline geldi. Eskiden Afrika'ya gitmek için Paris'e, Londra'ya veya başka ülkelere gitmek gerekiyordu. THY'nin uçuşu sadece insan taşımak değil, insanlık da taşımak anlamına geliyor. İnsani yardım kuruluşlarımız Afrika'nın herhangi bir yerinde bir problem olduğunda organize olup oraya uçabiliyor. Bu dünyada herhangi bir ülkenin yapmadığı, yapamadığı bir şey… Afrika'da şu anda on binlerce köyde açılan su kuyuları bile Türkiye'nin medarı iftiharı.
Afrika'nın dış ticaret kapasitesi 500 milyar dolar civarında fakat Türkiye'nin payı çok düşük; yüzde 5 gibi bir payı var. Afrika ile 25 milyar dolarlık ticaret hacmimiz bile yakın geçmişimize bakıldığında büyük başarıdır. Şu anda Maarif Vakfı'nın açtığı okullarda binlerce öğrenci kendi ülkesinde okuyor, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından ise yaklaşık 5 bine yakın öğrenciye burs verilmesi, üniversitelerimizde 16 ila 20 bin arası Afrikalı öğrencinin bulunması önemlidir. Bahsettiğim rakamlar az olsa da 10 yıl sonra Afrika'da oluşturduğumuz ağ daha da güçlenecek.
Türkiye'nin Afrika ülkeleriyle gelişen ilişkileri konusunda Avrupa ülkelerinin hoşnutsuzluğuna nasıl bir anlam vermek gerekiyor? Batılılar bundan ne gerekçelerle rahatsız?
Avrupa Türkiye'yi Afrika'da istemedi. "Türkiye Afrika'ya girerse bizim olmaktan çıkar" diye düşünüyorlar. Oysa Türkiye'nin böyle bir iddiası yok. Osmanlı Devleti Kuzey Afrika'da etkin olmuştur. Bu sebeple Türkiye Afrika'ya uzak tutulmak istenmiştir. Türkiye güzel adımlar attı ve daha da atacak. Afrika'da çok büyük yatırımlarımız var.
Bir kere rahatsız olmaları çok normal… Afrika'da Fransızların varlığından en çok rahatsız olanlar İtalyanlar. Rusya'nın ve Çin'in varlığından rahatsız olan Avrupalılar. Bu bir rekabet dün yası… Mesela Gazprom aslında bir petrol-doğalgaz şirketi ama Afrika'da altın çıkarıyor. Bu şu demek: Herkes Afrika'da var olmak istiyor. Afrika bir üretim kıtası değil. En çok korktukları Afrika'nın üretim kıtası olması… Üreten ve ürettiğini satan bir hâle gelmesi, hammadde kaynaklarını işleyebilmesi… Türkiye'nin en büyük katkısı üreten bir Afrika için yardımcı olması olur.
Afrika'yı Türkiye'de en iyi tanıyanlardan birisiniz. Sizin gözlemlerinize göre Afrikalı insanın özellikleri nelerdir?
Ben şunu söyleyeyim. Afrikalı bir kere hiç savaş bilmeyen bir insan. Akdeniz havzasında olsun, Uzak Doğu'daki o büyük savaşlar Afrika'da hiçbir zaman olmadı. Afrikalı çatışmayı, kavgayı Avrupalıdan, sömürgecilerden öğrendi. İkincisi "Afrikalılar tembel" derler. Ben şunu söylüyorum; Afrikalılar tembel olsa Avrupalılar 100 milyon tembel insanı Amerika kıtasına götürürler miydi? Mümkün değil. I. ve II. Dünya Savaşı'na sadece Fransa Afrika'dan cepheye birer milyon toplamda iki milyon asker götürdü. Avrupa yıkıldı, yakıldı dünya savaşlarında Avrupa'daki bütün o yıkımları temizleyen, kaldıran hâlâ Avrupa'daki fabrikalarda her türlü iş kolunda çalışan Afrikalılar. Tembel insanı niye çalıştırsınlar?
Oluşturulan bu olumsuz imajın amacı, Afrikalıyı kendi hâline bırakmamak yoksa bugün Afrika'da yüzlerce kitap yazmış binlerce âlim var. Bu rakam bir mübalağa değil. Benim sadece ilgilendiğim, hayatlarını öğrendiğim onlarca âlimin içinde yüz, üç yüz hatta beş yüz kitap yazanları var. Kendilerine bilim imkânları laboratuvarlar, okullar verilsin -tarihte örneği çok- Afrikalıların bunu yapabilecek kapasitesi var. Plan Afrika'yı Afrikalısız bırakma planı. Şöyle düşünelim: Fakir bir insan var ama elinde bol araziler bulunuyor. Tüm stratejik noktalar onun üzerine kayıtlı ama kullanamıyor. Olabildiği kadar o yoksul insanın elinden onları alıp onu oradan uzaklaştırmak amaçlanıyor. Bu denenmiş.
Bu başarıldı mı peki?
Amerika kıtasında 16'ncı yüzyılda denenen aslında her asırda Afrika'da da denendi. 19'uncu yüzyıl Afrika direnişi başlı başına bir kahramanlık öyküsüdür. Batılılar Afrika'yı misyonerlerin, seyyahların yazdıkları kitaplardan hareketle üç-beş günde tamamen işgal edeceklerini zannediyorlardı. Bunu yapamayacaklarını anlayınca hileyi masaya taşıdılar. Masada 1884-85 yılında Berlin'de Afrika'yı parçalamak için planlarını yaptılar ve Afrika'yı bu defa silahla, güçle değil masada kendi çizdikleri haritalarla parçaladılar.
Afrikalılar bu parçalanmışlığı kabul etmiyor ve kendi içlerinde birtakım hamlelerle ortak pazarlar, bölgesel etkileşimler, ekonomik iş birlikleri kurmak suretiyle aşmaya çalışıyorlar. Afrikalılar şu anda bu konuları tartışıyorlar.
PROF. DR. AHMET KAVAS KİMDİR?
1964 Vezirköprü doğumlu Ahmet Kavas, Merzifon İmam-Hatip Lisesi'nin ardından 1987'de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. "Fransızca Konuşan Afrika'da İslami Eğitim: Mali Cumhuriyeti'nin Medreseleri" konulu doktora tezini Paris'te tamamladı. Arapça, Fransızca, İngilizce dışında Bambara ve Volof yerel Afrika dilleri üzerine çalıştı. 2002'de İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyeliğine geçen Kavas, 2008'den itibaren 3 yıl boyunca Afrika konusunda Başbakanlık'ta müşavirlik görevinde bulundu. 2009'da profesör payesini aldıktan iki yıl sonra İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim dalında öğretim görevlisi olarak göreve başladı. Afrika tarihi ve sosyolojisi konuları üzerine yoğunlaşan Kavas, 2013'te Türkiye'nin ilk Çad büyükelçisi olarak atandı. Hâlen Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanlığını yürütmektedir. Geçmişten Günümüze Afrika, Osmanlı-Afrika İlişkileri, Türk-Çad İlişkileri: Orta Afrika'da Osmanlı Politikası gibi kitap çalışmalarına imza attı.