Güzeli ağlatırlar çirkini söyletirler
Bu türküyü ne zaman duysam aklım hep aynı mısraa takılır durur. Diğer sözlerden çok daha başka bir etkisi vardır bu sözlerin. Her şeyden önce garip bir felsefi probleme işaret eder. Evet, güzel olan, sevilen kişi dert sahibidir. Bir arzu nesnesi olmakla, ilginin odağının yönlendiği kişi olması sebebiyle dert sahibidir. Söylemek ise çirkince bir eylemdir. Güzel olanın söylemeye ihtiyacı yoktur çünkü. O hep bir şeylerin söylendiği kişidir, hatta söylemin karşısındaki kişidir. O yüzden güzel olan söylemese de olur. Çirkin ise söylemek, konuşmak zorundadır. Demek çirkin olmakta bir tür farkındalık var. Oysa türkünün ifade etmek istediği mesele başka elbette… Yine de tüm bunları hesaba katarak türkünün bu mısraını değiştirsek nasıl olur: Çirkini ağlatırlar, güzeli söyletirler. Söyleyen kişi illa ki çirkin olmak zorunda mıdır? Bence söylemek güzeldir, güzel olanın yapabileceği bir eylemdir. Buradan tersine bir mantıkla, çirkinin de illa ki ağlaması gerektiğine dair bir sonuç çıkmasın. Çirkin de ağlar, güzel de ağlar. Ama işte türkü tüm bu mantık müsabakasına girmeden mısraı yerine en tartışmasız biçimiyle oturtmuştur bir kere. N'apalım, güzeli ağlatacaklar, fakir gibi çirkinleri de hep böyle söyletecekler. Benim gibi çocukluğu 80'lerde geçmiş birisi için tatil demek, köye ve yaylaya gitmekten ibaretti. Ha bir de uzaktaki kuzenlere gidilen, kısa süreli büyük şehir ziyaretleri vardı ki şaşkına dönerdik. Küçük bir şehirde doğmak ve büyümenin o zamanlarda bir tür 'ezikliğini' yaşasak da, ne tür bir nimetin içine doğduğumuzu çok sonradan fark edebildik. Doğaya dair bildiğim her şeyi, ağaçların isimlerini, çiçek adlarını hep o yayla ve köy günlerinden edinmişimdir. Sonra deniz, o sonsuz maviliğinin içindeki envai tür sırlarıyla insanı kendinden geçiren bir berraklığa ileten Karadenizimiz… Ne çok şey borçluyum ona. İnsan doğduğu yere benzer elbette, o yerin taşına, toprağına hatta insanın huyları bile iklime göre şekillenir. Tatil demiştim. Diğer yaşıtlarıma göre tatile çıkmayı pek sevmem. Kendi sabitimde seyahat etmenin başka türlü bir hüner kazandırdığını düşünürüm hep. Ya rüyalardaki yolculuklar… Onlar çok ayrı bahis. Şimdilerde insanların Instagram'daki küçük hayatçıklarında bolca yurtdışı gezisi fotoğrafları görüyorum. Daha Sultanahmet'i gezmeden, Topkapı Sarayı'nı görmeden Vatikan'a gidenler mi istersin, Bursa'da Urfa'da dolaşmadan Bosna'daki Başçarşı'ya övgüler düzenler mi, Karadeniz'i ömründe bir kez bile görmeye tenezzül etmemişken, Fransa'nın doğasına hayran kalanlar mı… Yok yok, öyle memleketçilik falan yapmıyorum burada. Çok düz, çok sıradan bir bilgiden haber veriyorum. Kendimizi, kendi toprağımızı sadece coğrafya dersinde gördüğümüz haritalardan tanımak gafletinden, ondan bahsediyorum.+
Tatil kültürümüz değişiyor mu?
Benim gibi çocukluğu 80'lerde geçmiş birisi için tatil demek, köye ve yaylaya gitmekten ibaretti. Ha bir de uzaktaki kuzenlere gidilen, kısa süreli büyük şehir ziyaretleri vardı ki şaşkına dönerdik. Küçük bir şehirde doğmak ve büyümenin o zamanlarda bir tür 'ezikliğini' yaşasak da, ne tür bir nimetin içine doğduğumuzu çok sonradan fark edebildik. Doğaya dair bildiğim her şeyi, ağaçların isimlerini, çiçek adlarını hep o yayla ve köy günlerinden edinmişimdir. Sonra deniz, o sonsuz maviliğinin içindeki envai tür sırlarıyla insanı kendinden geçiren bir berraklığa ileten Karadenizimiz… Ne çok şey borçluyum ona. İnsan doğduğu yere benzer elbette, o yerin taşına, toprağına hatta insanın huyları bile iklime göre şekillenir. Tatil demiştim. Diğer yaşıtlarıma göre tatile çıkmayı pek sevmem. Kendi sabitimde seyahat etmenin başka türlü bir hüner kazandırdığını düşünürüm hep. Ya rüyalardaki yolculuklar… Onlar çok ayrı bahis. Şimdilerde insanların Instagram'daki küçük hayatçıklarında bolca yurtdışı gezisi fotoğrafları görüyorum. Daha Sultanahmet'i gezmeden, Topkapı Sarayı'nı görmeden Vatikan'a gidenler mi istersin, Bursa'da Urfa'da dolaşmadan Bosna'daki Başçarşı'ya övgüler düzenler mi, Karadeniz'i ömründe bir kez bile görmeye tenezzül etmemişken, Fransa'nın doğasına hayran kalanlar mı… Yok yok, öyle memleketçilik falan yapmıyorum burada. Çok düz, çok sıradan bir bilgiden haber veriyorum. Kendimizi, kendi toprağımızı sadece coğrafya dersinde gördüğümüz haritalardan tanımak gafletinden, ondan bahsediyorum.
Rainer Maria Rilke
"Sadece bir odacık isterdim (çatı arasındaki aydınlık odayı). Orada eski eşyalarımla, aile resimleriyle ve kitaplarla yaşardım. Ve bir koltuğum olurdu ve çiçekler ve köpekler ve taşlı yollar için kalın bir baston. Ve başka hiçbir şey. Yalnız fildişi renginde, sarımtırak deri ciltli, ilk sayfasında çiçekli eski bir resim bulunan bir defter: bu deftere yazardım. Çok şey yazardım, çünkü aklıma çok şeyler gelirdi ve pek çoklarına ait hatıralarım olurdu. Ama Allah bilir niçin, böyle olmadı. Eski mobilyalarım, koymama müsaade ettikleri bir samanlıkta çürüyor; benimse, ah ey Tanrım, benimse üzerimde çatı yok ve yağmur gözlerimin içine yağıyor."
Klasikler artık işimize yarar mı ?
"Kelimelerin gönülde açtığı yarayı en çok kelimeler iyileştirir" demiş Cemil Meriç. İşte o yaraları iyileştiren kitaplardır klasikler. Bu sıralar yayınevleri bir atağa geçerek klasiklerin çoğunu özenli ve yeni baskılarla taçlandırdı. Kafka'dan Orwel'a kadar güzel kapaklar ve yeni çeviriler. Peki ya klasikler artık ne kadar işimize yarıyor ya da artık yarayacak mı? Çok küçük yaşlarda enformasyonla çılgına dönen çocuklara Anna'nın aşkı ne ifade eder? Cinayetin envai türlüsünü TV'lerden izleyenlere Raskolnikov ne anlatır? Yurtdışına çıkmanın ve keşif yolculuklarının sıradanlaştığı bireylere Moby Dick peki... Bir cevap bulmuş değilim, sadece sesli düşünüyorum.
Asaf Halet Çelebi
niyagrôdhâ
koskoca bir ağaç görüyorum
ufacık bir tohumda
o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum (3 kere)
sidharta buddha
ben bir meyvayım
ağacım âlem
ne ağaç
ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum (3 kere)
Yaz için dinlemelik,okumalık
Is this the life we really want?
Yeni bir Pink Floyd albümü daha mı? Aman Allah'ım buna yürek dayanmaz. Hem de grubun meşhur ikilisi basçı Roger Waters ve davulcu Nick Mason'un ortak yapımı. Biliyorsunuz grubun hikâyesi epey çetrefildir. Önce Syd ayrılır gruptan, aslında ayrılmaz da, grup Syd'in aşırılıkları karşısında birtakım tedbirler almak zorunda kalır. Rock tarihinin en tartışmalı konusu da burada başlar. Syd'den sonra grubun tarzı değişmiştir. Eski aşırılıklar yerini daha matematik bir müziğe bırakmıştır. Neyse, bu tartışma epey eski. Şimdilerde grup parçalanmış durumda. Ama grubun her parçasının yeteneği öylesine farklı, öylesine nevi şahsına münhasır ki, rock müziğe ilgi duyanların kulaklarını kabartıyor. Bu albüm de öyle. Bir tarafıyla mutedil, bir tarafıyla çılgınca. Roger'in yaşlanmasından mülhem daha düz, daha şiirsel vokali melodilere apayrı bir zenginlik katmış. Hatta neredeyse Leonard Cohen'in okuyuşunu hatırlattı bazı mezurlarda. Sonra Nick'in eksantrik davul çalışı. Herhalde Nick gibi bir davulcu daha gelmemiştir yeryüzüne. Bu sert enstrümanı hüzünlü çalmayı başarır. Mükemmel bir davulcu değildir ama çalış tarzıyla kimseye benzemez. Bazı yerlerde ritmi bile bile düşürür bazı yerlerde kendine has tonlamalar ekler. Yaz için dinlenebilecek efsane işlerden biri bence.
Kendi kendine
MFÖ'nün yeni bir albüm reklamını görür görmez heyecanlananlardansanız eğer sizi buraya alalım. Evet, tamı tamına o heyecanı karşılıyor Kendi Kendine. Adamlar bu yaşa gelmiş hâlâ pespayeye dönmüş pop sektörünün tam ortasında çok iyi iş çıkartabiliyorlar. Hele Aşkın Kenarından diye bir şarkıları var ki sanırım bu yaz en çok dinlenen MFÖ şarkısı olacaktır. Sonra Türküz Türkü Çağırırız, Acıyı Bal Eyledik gibi cover'ler, o şarkıları yeniden çalmaları falan farklı açılar kazandırmış bestelere. Kendi Kendine dinledikçe açılan, sevilen albümlerden olmuş. MFÖ gibi grupların özelliğidir zaten zamanla açılır, zamanla kendini ele verir şarkılar. Aklınıza yağmurlu bir İstanbul sabahında Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da şarkısının gelmesi bundandır, her depresyon nöbetinden sonra Yalnızlık Ömür Boyu diye hıçkırmanız bundandır. MFÖ yeni albümüyle yeni şarkılar vaat ediyor; yeni hisler, yeni duyarlıklar da beraberinde geliyor.
Deniz mecmuası
Son günlerde dikkatimi çeken yayınlardan biri Deniz Mecmuası. Kendine özgü bir kitap dergi. Sadece denizcilik meselelerinin ele alındığı bir yayın. Yani şu klasik tanımlamayla: İlgilisine. Üç ayda bir yayınlanıyor ve kitabevlerinden ulaşılabiliyor. Altıncı sayısı ise yine övgüye değer bir düzeyde olmuş diyebilirim. 176 sayfa hacmindeki kitap dergide Gökhan Akçura'dan Haydar Ergülen'e, Selim İleri'ye kadar önemli yazarların denizle ilgili yazılarının haricinde, denizcilik tarihiyle ilgili çok ilginç yazılar bulmak da mümkün. Mesela bu sayıdaki Meduse'ün Salı resminin hikâyesi çok ilgimi çekti. Sonra İstanbul plajlarının tarihi ve Artun Ünsal'ın yemek tarifi.