Özetle, Eco usta diyor ki (Eco'ya usta diyebilirim; sonuçta tutturduğumuz türün fikrî babası olur!): "Bu adamların halen Kudüs'te ve Paris'te gizli tapınakları, buluşma yerleri ve hatta yer altında gizli tünellerle hareket imkânları var." Bizzat görmesem de İstanbul'da da böyle tüneller olduğu doğrudur… Neyse kendimizin önüne geçmeyelim! Bu meseleleri daha sonra ele alacağız. Şimdi Kudüs ile sınırlı kalalım.
Özetle demiştik: Kudüs'te hâlâ kendilerini değilse bile yayınlanmamış anı kitaplarını, yazışmalarını biriktirdikleri klasörleri, bugün artık bir ticari değeri kalmamış olan notları bulmak mümkün. Bütün mesele, mevcut kiliseler ağında, doğru yerde doğru papazı bulmak. Papazı bulmak dedim de, bu iskambildeki "papazkaçtı" oyunundaki gibi papazı bulmak değil. Bu durum, Kudüs'ün üç dine ve onların 300 milyon yorumuna beşik olmuş, ninni söylemiş, ev sahipliği yapmış, bugün artık bir nevi huzurevi gibi olan dar ve rutubetli sokaklarında uygun kiliseyi ve onun rahibi, kayyumu, zangocu, her ne ise bir ilgilisini bulup ondan yardım istemek anlamına geliyor. Tabii önünüze çıkan bir kilisenin kapısını çalıp; "Affedersiniz burada bir Tapınak Şövalyesi var mı?" diye de soramazsınız. Bir ön araştırma ve çok sağlam kaynaklarınız olması lazım.
Fiction (hayâl ürünü) yazının iyiliği şudur: Rüyada gibisindir. Ön araştırma kaynak filan lazım mı dedin, hemen bulursun! Nitekim benim de ilgili tapınak şövalyesini bulup arşiv vazifesi yapan depoya giden tüneli keşfetmem çok kolay olmasa da mümkün oldu. Depo büyük bir kilisenin bodrum katı imiş. Şimdi o kilisenin yerinde bir AVM yükseliyor! Ama depo da depo yani. Tam bir Ortaçağ kütüphanesi. Umberto Eco'nun Gülün Adı romanından uyarlanmış filmdeki kuleyi hatırlıyor musunuz? Çıkarken iniyor, inerken çıkıyorsunuz. Onun kıvrım kıvrım yer altına inen versiyonu. Ama tabii güzel bir kartotek sistemi yok. Kâğıtları tek tek elden geçirmeniz gerekiyor. Hızlı bir tarama ile bulabildiklerime dair birkaç örnek arz edeyim. Kim bilir neler vardır daha?
Bölüm 2: Zeytinyağının doğru kullanımı
Haçlı Seferleri başlamadan önceki yıllarda olan olaylar hakkında tutulan raporlardan bir örnek sunuyorum. Anladığıma göre, elde ettiğimiz belgeler, Paris'ten Kudüs'e yeni gelen bir şövalyeye sunulan bilgi notunun bölümlerini oluşturuyor. Buyurun, birlikte okuyalım:
Victoriam Dei Terör Örgütü (VETÖ): Latin kökenli küçük bir kilise iken, ahalinin hayır-hasenat duygularından yararlanarak güçlenmiş ve Filistin sınırları dışına taşarak, bilinen bütün yerlerde bir şube açmış bulunuyor. VD isimli bu şahıs, Vespucia denen diyarın Adelphos isimli beldesine sığınıp oradan, siyasal ve finansal destek sağlamış vaziyette. Filistin içinde hangi taşı kaldırsan altından bir VETÖ çıkıyor hâlâ…
Frixum Cibum familyası: Bunlar da Latin kökenli bir aile. İlk zamanlardaki işleri canlı hayvan yetiştirmek ve büyük ölçekli kesim yaparak ve yaptıklarının bir kısmını kavurarak, bir kısmını kızartarak ve bunları tulumlara doldurarak sattıkları için bu ismi almışlar. Bunların bir oğlu, şu ya da bu saikle VETÖ ile ilişki ve iltisak tesis etmiş. Sonra gel zaman git zaman ilerde tarihsel önem kazanacak bir siyasal hareketin, hatta bir halk devriminin önderi olacak grubun önemli bir liderinin kızıyla evlenmiş.
Aradan yıllar geçip de bu VETÖ üyeliğinden herkes gibi bir tribunus plebis önünde hesap verecekken, ender bir hastalığa duçar olduğu gerekçesiyle salıverilmiş! Bunu kayda geçen mahalli vakanüvisler, ortada bir "oligarkus politikus" olduğunu kaydetmişler. Oysa bu VETÖ hadisesi baş gösterdiğinde her şeyde bu diyarda "demokratiam populare" oluştuğu ve insanlar arasında yasa önünde eşitliğin sağlanması için yönetimin yırtındığı ve saire yazılmış. Mahalli vakanüvislerin böyle tekil bir olayı bu kadar önemseyip, tarihlere geçirmiş olmalarını devrin ruhuna aykırılık ile izah ettiklerini görüyoruz. Yazılarda "Tapınak Şövalyeleri arasında böyle şeyler olmazdı. Ama VT isimli şahsın etkisi sonucu bu gibi olaylar görünür oldu" deniyor.
Başkan yardımcıları: Kudüs tapınaklarında uzun yıllar kimsenin yüzüne bile bakmadığı bazı rahip efendilerin bulduğu bir istihdam şekli. Önce kendinize bir başkan buluyorsunuz. Bu bir tapınağı ayakta tutmak üzere kurulmuş bir kurum yahut etkili ve geniş katılımlı bir tapınağın bulunduğu yerdeki parklar-bahçeler başkanlığı olabilir. Sonra bu başkana yaklaşıp, önce çevredeki Filistinlilerin bol bol ürettiği zeytinyağından edinip bu zatın ellerini, ayaklarını bir güzel bu yağ ile yıkıyorsunuz. Sonra da o yağlı ballı elleri bir güzel öpüyorsunuz. Bu yetmezse, tabii ayaklar da öpülebilecek hale gelmiş olduğuna göre, sizi tutan mı var? Buna literatürde, "cotidiana oscula asino" denilirmiş. Mahalli bir teknik tabii… Zamanla tapınak ahalisi de bu yöntemi benimsemiş ve o atamalar bu yöntemle yapılır olmuş. Kilise babaları, "Bu ehliyet ilkesine aykırı görünüyor" demişlerse de eldeki kayıtlara göre başkan konumundaki insanlar, kilise babalarına, "Baba yaa.. Sen yaşlısın, devir değişti. Şimdi bu uygulama ile biz daha cevval ve hareketli elemanları seçiyoruz" demişler.
Çakarlı develer ve atlar: Tapınak Şövalyeleri'nin arasında oluşan yeni yöntemle seçilen kişilerin zamanda oluşturduğu bir katman oluşunca, bu katmana mensup olmak tabii bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak görülmeye başlanmış. Başlanmış ama dışarıdan baktığında bu elemanlarla, eski usul sıradan ehliyet açısından seçilen elemanlar arasındaki fark anlaşılamıyormuş. Çünkü insanların yüzünden, el ayak yıkama ve öpme becerisine sahip olup olmadığı anlaşılmıyor. "Ne yapmak lazım" diye kafa yoranlar; "Hayatımız oraya buraya gidip gelirken, sokaklarda, at ve deve üstünde geçtiğine göre, bize durumumuzu belirten semboller daha çok sokakta lazım" sonucuna varmışlar. Bunun için, Mısır'dan çok becerikli bir nalbant getirtmişler. Bu nalbant, nal çakmaz ama atlara ve develere yürüdüklerinde sağa sola kırmızı-beyaz ışıklar saçan kandiller takarmış. Hem hayvanı yakmayan, hem de sağda solda giden kişileri uyanıp kenarlara kaçışmaya sevk eden çakarlı kandiller… Gerçi bir süre sonra eyyam-ı adiye sınıfından sayılıp, halkı kenara kaçırır özelliklerini yitirmişler ama yine de bir tür statü sembolü olarak kalmışlar. Bu ışıkları görünce "Eh işte yine bir kocabaş gidiyor" dermiş insanlar.
Din savaşları: Şimdi bu adı yazınca, anavatanda şu yahut bu mezhep mensupları arasında kimi 50, kimi 60, kimi 90 yıl süren savaşları kastetmiyorum. Kudüs bu bakımdan bir tolerans, bir hoşgörü memleketi... Aynı dinin, hatta aynı mezhebin mensupları arasında, hem de bu mübarek Kudüs topraklarında çıkan savaşların gerçekten anlaşılması imkânsız. Tapınağımızın siz değerli şövalyelerinin havsalası biraz zor alacak ama anlatmayı biraz deneyeyim. Şöyle oluyor: Bu Filistin diyarının uzaaak illerinden Kudüs'e gelerek buradaki mübarek yerleri gezmek, görmek, kendi aralarında toplantılar yapmak, görüş alıverişinde bulunmak ve tabii yoğun bir şekilde ibadet etmek üzere gelen ahali, buraya gelince önce birbirlerine karşı, sonra da geride bıraktıklarına karşı bir üstünlük, Allah nezdinde bir tür daha makbul hale gelmiş olma keyfiyeti kazandıklarını sanıyorlar. Nadir de olsa burada; "Benim ziyaretim daha makbul, seninki daha az makbul" tarzı bir yarış, bir çekişme başlıyor ve sonunda ortaya dökülüp, "Canı dayak yemek isteyen varsa gelsin" şeklinde meydan okumalara kadar varıyor. Oysa Kudüs ziyareti bunlara bu dünyadan biraz daha uzaklaşmak için bir fırsat olacaktı. Tam tersi, onlar bunu bu dünyada üstünlük yarışı haline getiriyorlar.
Eğer yumruk-tekme dövüşmezlerse, bu sefer gizliden gizliye birbirlerini inanmamakla suçlama yarışına giriyorlar. Tabii hiçbiri ötekinin ona şöyle böyle demesiyle şöyle böyle olmuyorlar. Ama yine de haklarında şöyle böyle denilmesi onları başka bir türlü etkiliyor ve onlar da ötekiler hakkında şöyle-böyle demeye başlıyorlar. Velhasıl bu ağız dalaşı devam edip gidiyor, hatta kitaplara geçiyor. Sonradan gelenler ötekiler hakkında atalarının şöyle-böyle demiş olmasını kanıt olarak kullanmaya başlıyorlar.
Bölüm 3: Halimize şükredelim Garip insanlar şu Kudüslüler. Tapınak Şövalyeleri ne kadar şaşırmış olmalılar ki bu kayıtları saklayıp, depolara kaldırmış, arşivlerini yapmışlar.
İnsan bu eski kayıtları okudukça kendisinin gelişmişliğine, modernliğine ne kadar şükretse az!