Bir imaj yaratmak
Her köşe başında bir bakkalımız olmadığından canımızın çektiği bir bisküviye ulaşmak çocuk aklı ile kim bilir kaç ışık yılı alırken dış uzayın derinliklerinden gelen bu süper kahramanla nasıl da hemen hemhal olduğumuz sorusu belki de beni kendi çapımda macera olarak nitelendirebileceğim sinema yolculuğuma itekleyen en önemli sebeplerden biri.
Son üç-dört yıldır eleştirmenlerin ve seyircilerin iltifatını kazanmış, en son filmi 12 Yıllık Esaret ile de en iyi film Oscar'ını almış olan yönetmen Steve Macqueen sinemayı neden önemli gördüğünü şöyle ifade ediyor: " (…) Film, insanların daha evvel hiç görmediği, belki göreceklerini hayal dahi etmedikleri imajlar yaratır. Belki de birilerinin onlar için hayal etmesi gerekmektedir". İnsanların tahayyülüne bir imaj sunmak, basit ya da şöyle diyelim saf bir eylem değil. Nihayetinde Keloğlan ile Süperman'in yer değiştirmesine sebep olabilir. Buradan da anlaşılacağı üzere bir imaj 'yaratmak' büyük mesuliyettir. Bir zihne çok kuvvetli bir uyaranla dokunursunuz. Bunun sorumluluğundan kaçmak mümkün müdür? Eh, böyle bir gündemi olmayan biri için kaçmak demesek de bunun sorumluluğunu görmemek elbette mümkündür.
Fakat böyle bir sorumluluğun farkında olan ve bunun sorgulamasını yaşayan biri için öyle sanıyorum ki film yapmak Jean Luc Godard'ın söylediği gibi "vakit geçsin diye" yapılacak iş olmasa gerek. Bu sorgulamanın sebebini Celal Fedai, 'Meydana Getirmenin Doğası' başlıklı yazısında benden çok daha iyi anlatıyor:
"(…) Fakat işte 'meydana getirmenin doğası' böyle bir şeydir. Sinemada sanırım ben bunu arıyorum: Meydana getirmeyi. Çünkü meydan hemen her zaman avamın işgali altındadır. Meydanda hiç olmayan ya da meydana getirilmeyi hak etmesine karşın meydana açılan sokaklarda, caddelerde bırakılıp kalan her neyse, şiir de sinema da ona hayat vermelidir. Bu, sinemanın ve şiirin pislik edebiyatına bulaşacağı anlamına asla gelmez. Fakat işe bakın ki çoğu zaman öyle olur. Yönetmenler ilginci, şaşırtıcıyı, dışlanmışı, atılmışı, gözden ırak olanı anlatacağım, diye pislik edebiyatını sinemaya taşırlar. Şairler de öyle. Oysa burada düpedüz şarlatanlık vardır. Meydana getirmekse, şarlatanların değil gerçek sanatçıların başarabileceği bir sanatsal seçme eylemidir. Neyi, ne için ve nasıl seçip eyleyeceğiz? Mesele çok karmaşık olarak burada… Karmaşık çünkü ontolojiyle, varlık bulmakla ilgili."
Neyi, ne için meydana getireceğiz? Biz diyelim bu sorulara kendimizce bir cevap bulduk ve nihayetinde ortaya da bir film koyduk. O zaman da şöyle bir şey geliyor tabi akla; film, ne yapım öncesinde ne yapım sırasında ne de yapım sonrasında tek bir kişiye ait değildir. Bu yönüyle de heyecan vericidir aslında. Bir çeşit sohbet gibidir film. Senaryo bir soru soruyor. Yönetmen bu soruyu açmak için başka sorular soruyor. Oyuncular yeni sorular getiriyor. Film gösterildiğinde izleyiciler, filmle bağ kurarken bilinç düzeyinde ya da değil, kendi sorularını yaratıyor ve onları kendilerince cevaplıyor ya da cevaplayamıyor. Bu bağlamda, diyebiliriz ki bir film cevaplardan daha çok sorular taşır içinde. Anlatma olduğu kadar belki de daha çok bir anlama çabası film yapmak.
Bu kadar çok sorulardan dem vurunca, sinemanın akıldan akıla kurulan bir bağ olduğunu kabul ettiğim düşünülebilir. Doğrudur. Akıldan akıla ulaşması için yapılan filmler var. Fakat kalpten kalbe hitap eden filmleri daha sahici buluyorum. Hem zaten filmin hareket ettirdiği şey hislerdir. Sinema daha çok hisleri kuşatan bir medyumdur.
Enver Gülşen, Sinemanın Hakikati adlı kitabında sanat eserini görünür gerçeklik boyutu, alegorik anlam boyutu ve ruhsallık/tinsel boyutu olmak üzere üç katmana ayırıp eserin kapsamını katmanlar ile sanatçının bilinci arasındaki ilişkiye bağladıktan sonra sinemanın, bence, neden akıldan akıla değil de daha ziyade kalpten kalbe bir hitap olduğuna ilişkin şöyle bir tespitte bulunur:
"Önemli sanat eserlerindeki katmanların dizilişi ters koni gibidir en dipteki görünür gerçeklik katmanı en dar olanken, yukarı çıkarken giderek genişler ve -eğer ulaşabilirse- marifet ve hakikat katmanlarında sonsuzluğa kadar büyür. Bu katmanları dikey kesen eksen bilinç eksenidir. Ve 'rasyonel' bilinç ekseninin genişliği, en fazla alegorik katmanın genişliği kadardır. O yüzden rasyonelliğe sığınan bir sanatçının ruhi katmana, marifet ve hakikat katmanlarına alegorik katman genişliğinin ötesinde bakabilmesi mümkün değildir. Bu tür sanat eserlerinde eserin yapısı, düz koni gibidir. Yukarı gittikçe daralır. Alegorik katmana ulaştığında çok daralır ve çoğunlukla ruhi katmanla ve marifet katmanlarında iyice incelere görünmez olur."