Balkanlardan gelen efsunlu bir anlatı:Kaplanın Karısı
Daha önce adını hiç duymadığım bir yazar, son dönemde okuduğum en iyi romanın müellifi olarak aklıma kazındı. Kaplanlara çocukluğumdan bu yana ilgi duyarım. Hele kitap ismi olarak seçilmeleri daha da ilgimi çekmiştir. Bir de tabii o unutulmaz şiiri var William Blake'in: "Kaplan! Kaplan gecenin ormanında/Işıl ışıl yanan parlak yalaza/Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi/Kurabildi o korkunç simetrini."
Obreht, genç bir kadın romancı. Daha 85 doğumlu. Hakkında çok bilgi sahibi de değiliz. İnternette arattığımda karşıma çıkan bilgiler de enteresan. Mesela ABD'nin eski başkanı Barack Obama'nın Noel okumaları listesinde yer almış Kaplanın Karısı romanı. Ayrıca New York Times'ın seçtiği yılın beş romanından biri olmuş. 2011 yılında Orange Ödülü'ne layık görülmüş. Roman bu ödüllerin haricinde başka ödüller de almış elbet. Ve bir ara 'best seller' listelerinde başa oynamış ABD'de. Yazarın başka bir kitabı yok. Varsa da biz haberdar değiliz şu anda. Peki, fakir gibi seçici bir okurun neden bu kadar ilgisini çekti bu roman, anlatmaya çalışayım biraz…
Kaplanın Karısı, tam olarak anlatılmayan savaşın (kim tarafından kime açıldığı belli olmayan savaş, sayfalar ilerledikçe netleşiyor) ardından bir köyde gönüllü aşı faaliyeti için bulunan doktor Natalia'nın anlatımıyla başlıyor. Sayfalar ilerledikçe Natalia'nın dedesini amansız bir hastalık sebebiyle yitirdiğini öğreniyoruz. Natalia'nın Balkanların köylerinde sürdürdüğü yolculuğu, aynı zamanda kendisinin ve dedesinin geçmişine doğru da dümen kırıyor.
Natalia, dedesi gibi doktorluğu seçmiş ve bizzat dedesi ile anneannesi tarafından yetiştirilmiş. Kitapta hem Natalia'nın çocuklar için yürüttüğü aşı kampanyası dolayısıyla geçtiği köyler ve dedesinin eşyalarının peşine düşmesi anlatılıyor hem de dedesinin Balkanlarda geçen çocukluğu ve doktorluğunun ilk yıllarına dair bir masalın izleri karşımıza çıkıyor. Balkanlardaki savaşın sonuçları, bombardımanın ardından hayvanat bahçesinden kaçan bir Sibirya Kaplanı, kaplanlarla dost olan sağır ve dilsiz bir kız... Kitapta, masalla gerçekliğin birbirine girdiği halk hikâyeleri sayfalar boyunca gözlerimizin önünden geçişirken, yazar takdir edilesi bir ustalıkla tüm bu karmaşık anıları inanılmaz bir netlikle anlatmayı başarıyor. Kitabın en yoğun izleği ölüm. Ama sadece bir son duygusu olarak değil, aynı zamanda ölememek de kitabın ana unsurlarından biri. Tıpkı Yüzyıllık Yalnızlık'taki 'ölümsüzlük' meselesi gibi Kaplanın Karısı'nda da ölümü kandırmaya çalıştığı için ölümsüzlükle cezalandırılan bir "Ölmez Adam" çıkıyor karşımıza. Dedenin ve Natalia'nin öyküsüne paralel ilerleyen Ölmez Adam'ın öyküsü hikâyeyle efsanenin birbirine katıştığı bir nehir gibi akıp gidiyor.
Tea Obreht, Tea Bayraktareviç adıyla 1985'te Belgrad'da dünyaya gelmiş. Obreht soyadı, romanın başkahramanı olan dedesi Stefan Obreht'e ait. Dedesi ölmeden kitaplarını Obreht soyadıyla yazmasını istemiş yazardan. Yedi sekiz yaşına kadar Belgrad'da yaşayan Obreht, savaş başlayınca 1992 yılında annesi, anneannesi ve dedesiyle birlikte buradan ayrılıp önce Kıbrıs'a, ardından da Mısır'a yerleşmişler. Yazarlığa adım atması da bu yaşlara denk geliyor Obreht'in. Savaşın bittiği yıllarda anneannesi ve dedesi Belgrad'a geri dönmüş yazarın, Obreht ise eğitim için ABD'ye göç etmiş annesiyle birlikte. 2007'de dedesinin ölümü çok sarsmış yazarı ve Kaplanın Karısı böylece çıkmış ortaya.
Boşnak bir Müslüman olan anneannesi ve Sloven bir Katolik olan dedesinin yetiştirdiği Obreht, bu çeşitliliği ve bazen de 'kafa karışıklığını' roman boyunca hissettiriyor okuruna. Balkan kültürünün geleneklerini ve masallarını da yeniden kurgulamayı müthiş bir şekilde başarıyor. Roman boyunca yer adları ve tarihi olay anılmıyor. Bunun sebebini de kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle anlatıyor: "Kaplanın Karısı'nda bilinçli olarak yer ve tarihi kişiliklerin adlarına yer vermek istemedim çünkü Yugoslavya'nın dağılması benim için tarihi bir envanterden çok insanlar açısından önem taşıyor."
Bu anlamda savaşın sesine ve hissettirdiklerine tanık oluyoruz sadece. Gerçekle gerçeküstü katman katman birbirine karışırken, bazı hikâyeler de destanlaşıyor. Yugoslavya, Belgrad, Tito, Bosna Savaşı gibi gerçeklikler, dedenin geçmişinden Natalia'nın şimdisine taşıyor. Çok sesli ve çok kokulu bir roman okuyoruz. Öyküler öyküleri besliyor. Her karakter kendi masalını anlatıyor ve tüm masallar tek bir anlatının koynunda uyuyup yazarın gelip kendini uyandırmasını bekliyor sanki.
Kaplanın Karısı, gerçekliği yeniden kurması, yazarın kendi kişisel tarihini Balkanların tarihiyle yüzleştirip, küçük küçük masallardan handiyse kocaman bir mitoloji kurmasıyla 'büyülü gerçekçilik' dediğimiz akımın tam da göbeğine yerleşiyor.