Bir kitap festivali olarak 1988 yılında başlayan Hay Festivali, Galler’de iki kenarına yayıldığı Wye nehrinin ismiyle müsemma Hay-on-Wye kasabasında, geniş bir arazide kurulan ve her sene sayısı daha da artan ve lüksleşen bir dizi içi içe geçmiş çadırın içinde yapılıyor.
Britanya adasının isli puslu havasıyla ünlü olduğunu hepimiz biliriz. Gerçekten milli şairleri William Shakespeare'in deyimiyle 'denizlerin içindeki bir inci' olan bu adanın yaz aylarında bile güneşi istikrarlı bir şekilde görme ihtimali oldukça düşüktür. Bu yüzden Britanyalılar yaz aylarını yaz gibi sıcak ve neşeli yapabilmek için çeşitli çözümler üretmişlerdir. Bunların başında da Mayıs ayında başlayan ve ülkenin birçok yerine dağılmış müzik ve kitap festivalleri gelir. Bu festivallerin açılışını da, tarih itibarıyla Hay Festivali yapar.
Bir kitap festivali olarak 1988 yılında başlayan Hay Festivali, Galler'de iki kenarına yayıldığı Wye nehrinin ismiyle müsemma Hay-on-Wye kasabasında, geniş bir arazide kurulan ve her sene sayısı daha da artan ve lüksleşen bir dizi içi içe geçmiş çadırın içinde yapılıyor. İngiltere 'yaz' aylarında bu geniş çayırlar ve düzlüklerde gerçekleştirilen festivallerin ortak kaderi elbette çamur. Müzik festivallerinin başını çeken Glastonbury'de bu sene sahne alan Dolly Parton, bu festival çamuru için bir şarkı bile bestelemiş. Hay'de de çamur için her sene zemini güçlendirmek için başka çareler düşünülse de kaçmanız imkânsız. Bu yüzden Britanya'da katılacağınız festivallerde en güvenilir arkadaşınız, İngilizlerin büyük bir muhabbetle 'wellies' diye adlandırdıkları plastik çizmeleriniz olacak.
Son on sene içerisinde Hay'e rakip başka birçok kitap festivali daha düzenlenir oldu. Eskiden sadece performans sanatlarının yer aldığı Edinburg Festivali'nin bile artık bir kitap kısmı var. Bunun sebebinin İskoçya ve Galler gibi Londra'dan uzakta olan yerlerde insanlara yazarlarla tanışma fırsatı sağlamak olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Londralılar da trenlere atlayıp adanın bu 'ücra' köşelerine zaman ayırabildikleri kadarıyla -bir iki gün veya bir haftalığına- gitmekten geri kalmıyorlar. Ülkenin en iyi kitapçılarına sahip olan Londra'da hızlı hayatlarından dolayı kitapçıya uğramayı adet haline getiremeyen Londralılar için kitaplarla hemhal olmak da artık bir randevu sistemine bağlanmış durumda. Ajandalarına not ettikleri Hay'de ya da Edinburg'da bir hafta ile o sene için kitaplarla vakit geçirme vecibelerini yerine getirmiş oluyorlar. İstanbulluların senede bir-iki gün kalkıp neredeyse Edirne'ye kitap fuarına gitmelerini ancak benzer bir vecibeyi yerine getirme hissiyle açıklayabiliriz sanırım. Bunun dışında artık kitapçılara çok fazla uğramadığımızın en iyi kanıtı da İstiklal'de birer birer kapanan kitapçılar olsa gerek.
Hay, artan kitap festivalleriyle yarışabilmek ve değişen zamanlara ayak uydurmak için bugün müzik ve yemek (pişirme) 'performanslarını' da içermekte. Festival ilk senesinden itibaren o kadar başarılı oldu ki, yapıldığı Hay kasabası bir kitap(çı) cenneti olmakla kalmadı, aynı zamanda, aynı Edinburg Festivali'nde olduğu gibi bir Fringe, yani yan festivalin de doğmasına sebep oldu. Bu yan festival de kasabadaki büyük bir ev ve geniş bahçesinde gerçekleşiyor ve adını bir kitap/müzik festivaline yakışır bir şekilde bir Leonard Cohen şarkısından alıyor 'How the Light Gets In' (Her şeyin içinde bir çatlak vardır/ ışık içeriye böylece sızar). Hay'in ünü ve etkisi o kadar büyüdü ki, şu anda Meksika'dan Bangladeş'e küçük 'bayilikler' açmış durumda. İstanbul da Hay aracılığıyla Ian Rankin ve Louis de Bernieres gibi Britanyalı yazarları ağırladı geçtiğimiz senelerde.
Kitapların gitgide daha fazla festivalde konuşulması ve tanıtılması, yazarlık mesleğinin de gitgide daha performatif bir meslek olmasıyla ilgili. Sadece yazmanız yeterli değil, arka kapağa güzel bir poz vermeniz, sesinizi iyi kullanmanız, sizinle röportaj yapıldığında gündemle alakalı latifeli bir çift laf edebilmeniz gerekiyor. İngiltere'nin dört bir yanından insanlar da bu gösteriyi izlemeye geliyor. Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın da birkaç kere Hay festivalinde konuşmuş olduğunu hatırlatmakta fayda var. Festivale çağırılan isimler bize hem geçen sene kültür sanat alanında yaşanılanlardan, en popülerlerden haber veriyor, hem de önümüzdeki sene neleri okuyup tartışacağımızı belirliyor. İşte bu yüzden Hay programı Şubat ayında belli olduğunda sizin de hazırlığa başlamanız gerekiyor. Önce programa bakıp mutlaka kimi görmeliyim/dinlemeliyim diye karar veriyorsunuz, sonra en fazla merak ettiğiniz isimlerin birinin festivalin başında, diğerinin sonunda olduğunu görerek zor bir karar vermek zorunda kalıyorsunuz -malum Hay'de kalmak bedava değil-. Sonra da Hay programınızı görmek istediğiniz yazar(lar) etrafında örüyor, onlar arasında kalan zamanı değerlendirmek için de bilmediğiniz insanların konuşmalarına gidiyor, sürprizlerle karşılaşıyorsunuz.
Hay Festivali'nin son yıllardaki programlarına baktığınızda, yazar odaklı etkinliklerin, gitgide daha fazla güne yayılan programın artık sadece yarısını oluşturduğunu görebilirsiniz. Örneğin, 2014 senesinin en fazla ses getiren etkinliği yazarlardan ziyade Benedict Cumberbatch'in katıldığı bir programdı.
2014 yılının I. Dünya Savaşı'nın 100'üncü yılı olması sebebiyle raflar bu savaşa dair romanlar ve tarihi kitaplarla dolu. Benedict Cumberbatch de geçtiğimiz birkaç sene içerisinde 2-3 tane I. Dünya Savaşı filminde oynamış olmanın getirdiği 'tecrübe' ile bu yaz Hay'de, Sherlock dizisinde Molly'yi oynayan Louise Brealey ile I. Dünya Savaşı'ndan yazılmış mektupları okudu sahnede. Günümüz İngiliz muhayyilesinde I. Dünya Savaşı'nın başka bir kahramanı ise 'Savaş Atı'. Savaş sırasında cephede görev alan bir at hakkındaki müzikal beş senedir Londra'da dolu sahnelere oynuyor. Bu atı sahnede temsil eden dev kukla da Hay'e gelen ve insanların fotoğraf çektirmek için sıraya girdiği ünlülerdendi.
#Sayfa#
Ben 2013 senesinde gittiğimde festival programımı haftanın sonunda konuşacak olan Ruper Everett'i feda ederek Rowan Williams ve Simon Schama etrafında örmüştüm. Bu iki isim de belki de kitap festivali denince insanın ilk aklına gelen isimlerden değil. Birisi eski İngiltere başpiskoposu, diğeri de Britanya'nın yaşayan en ünlü (en önemli diyemiyorum, o beni aşar) ve ekran-sever tarihçisi. Bu iki 'performans' da sıradan kitap okumaları ya da yazarla sohbet değildi. Eee, Hay de artık etrafında oluşan diğer daha 'deneysel' festivallerle yarışmak zorunda. Rowan Williams, çadırların birinde kurulmuş büyük bir sofrada bize ev sahipliği yaptı. Bize verilen nimetlere nasıl şükretmemiz gerektiğini tarif ettikten sonra o sene teolojik kitaplar için verilen bir ödüle aday kitapları teker teker tanıttı. Hay'de olmaktan ne kadar mutlu olduğunu söyledi, 'kültürümüz, ülkemiz ve siyasetimiz hakkında bir sürü sohbetin' yapıldığı bu festivalin ne kadar önemli olduğunu ve yılın en iyi teoloji kitabının da burada verilmesinin ne kadar uygun olduğunu söyledi. Sonra da ödülü kendi elleriyle Amerikalı bir yazarın Hıristiyanlık ve Güncel Politika adlı eserine verdi. İngiliz yeteneklerinin ödüllendirilmesinin beklenildiği İngiliz kitap ödüllerinde sık sık rastlanılan Amerikan baskınlığının yeni bir göstergesiydi benim için. Acaba bu karar İngilizleri Matthew Arnold'ın bahsettiği daha 'adaleli bir Hıristiyanlığa' çağırmanın bir yöntemi mi diye de düşündüm.
Hay'in kültür ve politikanın nabzını tuttuğunun başka bir göstergesi de İngilizlerin Amerikan Columbia Üniversitesi'ne kaptırmış olduğu Simon Schama'nın yaptığı konuşmaydı. Konuşma Rowan Williams'ınkinden çok daha büyük, en az 200 kişilik bir 'çadır'da gerçekleştirildi. Tüm okuyucular/seyirciler içeri alındıktan sonra sahne ışıklandı ve Schama koşar adımlarla, birazdan hayatımızı değiştireceğine inandığı bir enerjiyle sahneye geldi. O oturaklı, 'Britanya Tarihi' adlı 13 bölümlük belgeseli çeken İngiliz beyefendisine Amerika'da geçirdiği yılların ne yaptığını da birinci elden görmüş olduk. 2013 senesinde İngiltere liselerinde tarih müfredatına getirilen ve çok eleştiri alan değişikliklerden (yeni müfredata göre konu bazlı 'modüller' yerine, aynı bizde ve Avrupa'da olduğu gibi daha kronolojik bir yaklaşıma geçiliyor) kısa bir şekilde bahsettikten sonra mikrofonu salonda dolaştırıp hemen hepsi (fakir hariç) lise tarih öğretmeni olan insanların sorularını aldı ve oldukça 'hükümet yanlısı' bir şekilde sorulara cevap verdi. Yani Hay'e gelince İngiliz edebiyatının son halini öğrenmekle kalmayıp, hem İngiliz Kilisesi'nin bu sene en fazla önemsediği toplumsal olguyu, hem de hükümetin kültür ve eğitim politikalarının kimler tarafından oluşturulup yayıldığını yakından izleyebilirsiniz.
Benim için Hay'in en güzel sürpriz getirisi, Galler'e gelmişken şairleriyle ünlü bu bölgeden şairleri dinlemek maksadıyla gittiğim Simon Armitage ve Glyn Maxwell söyleşisi oldu. Armitage şiir antolojilerinden ve yine televizyon programlarından tanıdığım bir isim ama Maxwell benim için yeni bir keşif. Şiirle şarkının arasındaki farkı duraklar ve boşluklarla açıklıyor Maxwell. Maxwell'e göre şiir sessizliklere dayanabilen metindir, şarkıda ise o sessizlikler müzik ile doldurulur. Şiirden ve güzellikten bahseden Maxwell'in, insan ve manzaralar arasındaki ilişkiler hakkında da önemli tespitleri var. Şairin anlattığına göre evrimsel psikologlar değişik kültürlerden çocuklarla bir deney yapmışlar. Çocuklardan kendilerine gösterilen çeşitli doğa manzaralarından en hoşlarına gideni seçmelerini istediklerinde (dağlar, deniz, orman) hep geniş çayırları seçmişler. Hay çadırlarının kurulduğu çayır da tam öyle bir yer, özellikle güneşin kaprisi bırakıp açtığı anlarda insanın içine huzur veren bir hali var. İnsanın en saf halinin huzur bulduğu çayırla, insan ürünü kültürün buluştuğu, doğa-kültür ikilemini manasız hale getiren harika bir yer. İşte bu mükemmel karışım da insanların her Mayıs neden trenlere dolup Hay'e geldiklerinin en iyi açıklaması olsa gerek.