Yaylagül Ceran Karataş: Kötülük nereden gelir?

Kötülük nereden gelir?
Giriş Tarihi: 1.6.2015 16:06 Son Güncelleme: 1.6.2015 16:10
Yaylagül Ceran Karataş SAYI:14Haziran 2015
Kabil’in Tanrı’ya olan öfkesi hiç dinmedi… Tanrı şeytana neden imkân veriyordu, yeryüzünde neden kötülüğü yayıyordu? Geçmiş, şimdi ve gelecek Tanrı için hep şimdiydi. Geçmiş şimdide ve gelecek şimdide ne olacağını biliyordu, buna rağmen neden izin veriyordu şeytana? Tanrı kötü müydü? Kudret sahibi değil miydi? Kıskanç mıydı? Ya da kötülük nereden geliyordu? Tanrı, tıpkı diğer varlıklar gibi insanı da yarattı ama onu bütün yarattıklarından hem dik duruşuyla hem de dil yetisiyle farklı kıldı. Peki insan türü evrendeki yerini ve varlığını 'hak' etmiş midir, farklılığını idrak edip ona uygun davranacak mıdır?

İnsanın farkındalığında kendini nesne kılarak kendine ve imkânlarına yönelik soruları, evrendeki yeri, yetileri ve yetkinlikleri, tamamlanmışlıkları ve eksilikleri hep karşısında bir yansı, hakikate bir kerecik dokunuş olarak kalmıştır. Bu farkındalığı insanı Batı düşüncesi içinde özellikle edebiyatın, sinemanın ve felsefenin ışığında hem kendi türüyle ve toplumla hem doğayla hem de Tanrıyla 'hesaplaşmaya' itmiştir. Bu hesaplaşmanın paydasını ise çoğu zaman kötülük oluşturmuştur. Tarihte paydası kötülük olan eylemlerin ilki sonsuzluk talebi ve bu talebin ardından gelen hırs ve kan dökücülük olmuştur. Aslına bakılırsa daha somut olarak 'Adem ve Havva'nın sonsuzluk arzusu Tanrı ülkesinden ayrılışa, Kabil'in adağındaki özensizliği, 'saygısızlığı' ve adağının kabul edilmeyişinin ardından gelişen hırs ve tutkuları ise kan dökücülüğe neden olmuştur. Bunlar insan türüne kalan ve sonsuza kadar devam edecek olan miras mıdır? Yoksa insan türünün bireylerinin yaşayacakları acıların ilk örnekleri midir?

Kötülük nereden gelmiştir, Ademoğlu'ndan kalan miras mıdır? Her ne söylenirse söylesin, açık ki insanın dik yürüyen, evreni ve var olan bütün türleri karşısına alarak onlara ad veren, onları kategorilendiren ve kendini kimi zaman onlarla ortak kılan kimi zaman da onların dışına taşıyan bir tarihi kurmasıyla birlikte kötülük yeryüzünde iz, mekân ve imkân bulmuştur. Kötülüğün her türü, ister ahlaki ister doğal isterse metafizik kötülük olsun, aynı sorunun -kişileştirilmiş bir 'şey'tanın- farklı yüzleridir ve insan tekine aittir.

Habil ile Kabil yeryüzünde insan türünün ilk kan dökme eylemini gerçekleştirenlerdi. Ne olmuştu ikisi arasında, neydi kan dökmeye sebep ve kan dökmek kötülüğe nasıl bir mekân yaratmaktı ya da mekân yaratmak mıydı? Bunlar Batı edebiyatının ve sinemasının vazgeçilmez soruları olmuştur. Bu 'hikâye' kimi zaman sembolik kimi zaman apaçık bir dille yazın kültürüne ve görsel sanatlara konu olmuştur. Özellikle Batı edebiyatında ciddi bir Habil ve Kabil literatürü oluşmuştur. Bunlardan en karakteristik olanı Jose Saramago'nun Kabil adlı kitabıdır ve Saramago burada Kabil-Tanrı ve kötülük ilişkisini ilginç bir zaman-mekân ve sembolik dil üzerinden aktarmıştır. Buradan hareketle biraz onun Kabil'ini biraz bizdeki Kabil algısını birleştirerek kötülüğün izini sürmeye çalıştık.

Kabil ve kötülük

Yeryüzünde bilgi ve hayat ağacının cazibesine kapılan 'Adem' ve 'Havva'nın kendilerine kendi elleriyle yaptıklarının ardından oğulları aracılığıyla insan türüne miras kalacak duygu durumları hırs, kibir, adak ve körlük, vicdanı insan aklının kavramsal dokusuna adamak, otorite tarafından kabul görmek ya da reddedilip dışarıda bırakılmak, ölüm ve öldürmek mefhumlarıdır. Merakına yenik düşen ve kan döken insan artık yeryüzünde karanlıklar, yılgınlıklar ve kötülükler ülkesine düşmüştür ve tanrıya, efendiye karşı çıkışın yükünü çekmektedir.

Kabil: Neden Tanrım?!!!

Tanrı: Habil'in kanı topraktan bana sesleniyor, neden yaptın Kabil?!!!

Kabil: Çünkü seni öldüremezdim Tanrım, ama senin sevdiğini bana yaptıklarından dolayı intikam almak için öldürebilirdim…

Ademoğullarından çoban Habil ve çiftçi olan Kabil, adetleri üzere Tanrı'ya adak için hazırlanıyorlardı. Habil sürüsünün verimli zamanını bekledi, dikkatle sürüsünü besledi ve onlar içinden en genç, en dinç ve en güçlü olanını özenerek hazırladı. Kabil ise hasat zamanına bakmadan, ürünlerinin verimli olup olmadığını gözlemeden bahçesine şöyle bir baktı ve ilk eline geçenleri el çabukluğuyla bir sepete topladı. Tanrı Habil'in adağını kabul etti ve Kabil'e yüz çevirdi. Tanrının kabul ettiği taze kan ve et değildi, kendisine duyulan saygı ve kendisi için yapılan adak hazırlığıydı, feda edilenin sahibi için en değerlisi olup olmadığıydı. Vermeden almak olmazdı; ne verdiğin, ne beklediğindi Tanrı için.

Adağı kabul edilmeyen Kabil acı, yokluk ve öfke içinde kalbindeki körlükle sevinç içindeki Habil'i bahçesine çağırdı. Kabil neden onun adağının kabul olduğunu ve kendisinden yüz çevrildiğini anlamıyordu. Doğrusu yaptığı çalakalem hazırlığın, Tanrı'nın hikmetine ve kudretine uygun hazırlanmamanın bir saygısızlık olduğunun farkında bile değildi. Onun için adaktan çok Habil'e eş olacak kendi güzel ikizi önemliydi, Tanrıya adak adamanın zamanı değildi. Bütün bunlar onun kafasında dönerken bahçesine çağırdığı Habil ile çetin bir kavgaya tutuştu, yenildi ama hırsı dinmek yerine daha da alevlendi ve sonunda olan oldu, kavgaya tutuştuğu Habil'i nefessiz yere serdi. O anda ne yapacağını bilemedi, hayvan doğası doğanın hallerini takip ettiğinde toprağın kendisine ve Tanrı'ya seslendiğini duydu… Toprak onun yaptığı kötü işi haykırıyordu ve Tanrı ona yaptığını anlaması için sesleniyordu. Sonunda Tanrı'nın ilenci onun üzerindeydi, topraktan istediğini alamayacaktı, toprak onun tohumlarına ve sözüne mekân olmayacaktı, onda yer yurt bulamayacaktı… Tanrı'nın huzurundan kovuldu, artık kardeşinin kanıyla sulanan topraklar onun için mülk olamayacaktı ve yola çıktı. İçinde Tanrı'ya karşı itaatsizliğine hiç dokunmayan ama bencilliğini körükleyen öfkesi artarken ve kardeşini sadece öldürdüğü için vicdanı benliğinin derinliklerinde sızlarken iyiliğin karanlığında kaybolmuştu bir an… Sonra doğruldu birden ve tekrar yoluna devam etti. Yeni bir mekânda tohumlarına ve sözüne yer buldu: Nod ülkesi… Onun dışlaşan kötülüğünün de mekânı olan Nod ülkesi, unutuşun ve unutuluşun toprağı… Ama orası da onu sabit durdurabilecek bir yer değildi… Kabil dikenler arasına ekilen söz gibiydi, duyduğu, bildiği ve tecrübe ettiği halde hırsları, arzusu onu boğuyordu. Yüzleşemiyordu, hırsları ona izin vermiyordu, yaptıklarının itaatsizlik, haksızlık ve cinayet olduğunu bir türlü kabul etmiyordu. Nefsi onu kendisiyle baş başa kaldığı zaman hep ayartıyordu, 'sen kötü bir şey yapmadın, hakkını aradın'… Huzuru bozarak, bencilce ve hırs içinde iyi ve güzel nasıl bilinecekti? Habil'i nasıl anlayacaktı doğasında iyilikle birlikte kötülük bulunan ve kötülüğün iplerini elinde tutan Kabil?

'Neden Tanrım?! Bu kabul edilmeyiş neden?' diyerek yeryüzünde mekân aramaya koyulan Kabil, Tanrı'nın öldürülmemesi için koyduğu nişanla birlikte öldürülmüyor. Artık Kabil adağının neden kabul edilmediğini anlayana kadar şeytanın Tanrı'yla mücadelesine insanlar üzerinden şahit olacaktı, yaşayacaktı ve ölmeyecekti Tanrı dileyene kadar, insanlar arasında şeytanın eliyle hızla yayılan kötülüklere şahit olacaktı. Neredensin diye soranlara kimseye açık olmayan, bilinmeyenin krallığı Nod diyarındanım diyecekti.

Yıkımlar, cana kıymalar, aldatmalar, aldanmalar, yokluklar, yoksunluklar, öfke, hırs ve yalnızlık için payda olan insanın hallerine şahit yazılan Kabil, Tanrı'nın kudretini ve şeytanın mücadelesini görüyor, korkuyor ve fakat doğasının, hırsının boğuculuğuna yenik düşüyordu.

Habil iyiydi, adaletli ve merhametliydi, saldırgan doğasını iradesiyle yönetebiliyordu, o iyi toprağa ekilen iyi bir sözdü, yakışıklı ve güçlüydü, hilekâr değildi, yani aslında Kabil ne ise Habil o değildi. Kabil dürüst ve kendi ölçeğinde üşengeç olmayacak kadar çalışkandı ama onu yönlendiren hırsı ve öfkesiydi. Tanrım nasıl ve neden bu fark, bu iki insan kişileşmiş varlıklar mıydı? Daha doğrusu Tanrım istediğin adak bu iki insan için -Habil ile Kabil- görünmekle birlikte insanlığın bir imtihanı olarak varlığın ve yokluğun, sahip olmayla ikram etmenin, vermeyle almanın arasında gidip gelme miydi?

Kabil'in Tanrı'ya olan öfkesi hiç dinmedi, Tanrı şeytana neden imkân veriyordu, yeryüzünde neden kötülüğü yayıyordu? Geçmiş, şimdi ve gelecek Tanrı için hep şimdiydi. Geçmiş şimdide ve gelecek şimdide ne olacağını biliyordu, buna rağmen neden izin veriyordu şeytana? Tanrı kötü müydü? Kudret sahibi değil miydi? Kıskanç mıydı? Ya da kötülük nereden geliyordu? Tanrı'dan mı, insanın şeytanla imtihan edilmesinden mi? Tanrı'nın yarattığı doğadan mı? Yoksa kötülük insanın Tanrı'yı anlamak için iyiliğin ışığında var olanlarla ilişkisinde inşa edilen mi?

Batı düşünce tarihinde genel olarak kötü daima öteki, karanlık, günah, iyinin dışında her ne ise odur. Mitlerin ve Helenistik dönem ve ardından Plotinus'un ve Maniheizm'in etkisinde kalan ve ayrıca Perslerin iki güçlü tanrısının Ahuramazda ve Ehrimen'in düalist yorumunun Hıristiyan teolojisine katılmasıyla birlikte kötü kendi başına, iyilikten bağımsız bir varlığa sahiptir ve şeytanda kişileşmiştir, ikinci bir Tanrı olmuştur. Kötülük, şeytanın Tanrının vaadine karşılık geliştirdiği 'sözün' yokluktaki varlığı/vaadi olmuştur. Oysa Antik Yunan'da, Hıristiyanlığın Augustinus ve Aquinas yorumunda da kötü hem metafizik hem doğal hem de ahlaki anlamıyla iyi olmayan her şey olarak tanımlanmıştır, kişileştirilmemiş ve ontolojik bir öz verilmemiştir. Örneğin, Sokrates için kötülük hayata dair pratik bilginin ve aslında hikmetin yoksunluğudur. Başka bir söyleyişle, kişinin içindeki at sineğinin hakikatine kulaklarını kapatmasıdır, nasıl iyi olunacağına dair bilgiye sahip olmamasıdır. Kötülüğün Tanrı'nın sözüne muhatap olamamaktan kaynakladığını söyleyen Marcus Aurelius'a göre ise insanın cehaletidir en büyük kötülük. Burada aslına bakılırsa kötü iyinin 'değillemesi'dir fakat iyiye referansla bile olsa ontolojik bir varlığa sahip değildir. Kötülüğün varlığı tıpkı karanlıkta ışığın olmaması durumu gibi. Kötülük bu çerçevede iyiliğin olmamasından, pratik hayata dair yoksunluktan doğan somut, yaşanan bir acı durumudur. Bu fiziksel, zihinsel ya da tinsel bir acı olabilir, herkes tarafından duyumsanmakla birlikte kişiye özeldir, bireyseldir. Bu nedenle onu kategorik olarak tanımlamak oldukça zordur, sadece ve apaçık söylenebilecek olan, onun duyumsandığıdır. Bu kötülüğü anlaşılmaz kılmaz ama açıklanamazlığını ortaya koyar.

Pratik hayatta kötülüğün birçok veçhesiyle karşı karşıya kalınmaktadır ve tam da burada kötülük sorunu bir tür hayata dair duygu durumları olarak peçesini kaldırmaktadır ve yapılan kötülüğün açıklanması değil karşı karşıya kalınan kötülüğün duyumsanmasıdır. Bir başkasının, benim dışımda olan birinin acısını, yüz yüze kaldığı kötülüğü kendimde olan duygu durumuyla karşılaştırarak kendi üzerimden kurduğum için anlarım, bende bir duygu dünyasını harekete geçirir, o acı durumunu başka bir özne olarak kendimde benim tecrübem olarak kurarım. O acı durumu tekrar edilemezliğinden dolayı benim için/bir başkası için hep ikincildir. Bosna'da tecavüze uğrayan kadının acısını bütün bedenimde hissedebilirim ama onun acısını aynıyla tekrar edemem; Suriye'de babasının, abisinin, eşinin parçalanmış cesedini toplayan kadının acısını kendimden hareketle bedenimde duyduğum irkintiyle duyumsarım; savaşlarda ya da çeşitli kazalarda ölen kişilerin ailesinin acısını kalbimin ortasında kendi kaybımla özdeşleştirerek ya da başka bir tecrübede kurarak anlayabilirim ama bu anlamalar hep bana göredir ve hep ikincildir. Bu, kötülüğün evrenselliğini insanlık paydasında apaçık kılar ama tanımlanmasına imkân vermez. Çünkü bütün bu acılar ve eksikler, kötünün doğasının insana dairliğini ve inşai oluşunu, şimdi ve buradalığını, hayatın içinde oluşunu aşarak teorik çerçevede açıklayamaz. Bu bize, popüler kültürde ve günlük yaşamımızda karşılaştığımız kötülüklerle daha teorik düzeyde karşılaştığımız kötülükler arasında bir fark olduğunu göstermektedir. Aslında kötülük nereden geliyor sorusuyla varılmak istenen, kötülüğün duyumsanmasından ve ikincilleştirilmesinden çok, anlaşılması ve üzerinde konuşulabilmesi için bir dil imkânının olup olmadığının araştırılmasıdır.
BİZE ULAŞIN