Şükran Erdoğan: Örümceğin Biri (III)

Örümceğin Biri III
Giriş Tarihi: 3.7.2014 15:46 Son Güncelleme: 28.11.2014 12:18
Şükran Erdoğan SAYI:03Temmuz 2014
Ölürken mutluydu Saadet. Neden? Ölümü sevinçle karşılamıştı belki de. Bu mümkündü, peki. Ama ya cinayet? Buna ne demeliydi? Ölüm bir hediye olarak düşünülebilirdi belki. Ama cinayet haksızlıktı. Çok büyük bir haksızlık…

-geçen aydan devam-

Onu götüren arabanın huzursuz hızına rağmen, Zehra sokaklardaki insanların yüzlerini inceliyor, onlarda Saadet'e dair bir şeyler görmeyi umuyordu. Kentsel dönüşümün henüz uğramadığı bir semtti burası. Birbirine oldukça orantısız biçimde bina edilmiş gecekondular; çürüğü bol, çarpık dişleri olan kocaman bir ağzı anımsattı Zehra'ya. Bu ağız buraya uğrayanı yutuyor, kendine benzetiyordu sonra. Saadet'in genç bedeni de burada gömülecek, bir türlü aklından çıkmayan gözleri toprakta kaybolacaktı.

Saadet'in katili, onu gömmeyerek hiçbir zaman onu unutmayacağını söylemişti aslında. Onun için Saadet hiç toprağa karışmayacak, toprak olmayacaktı. Beyaz elbisesi, çiçekleri, yüzündeki ince tülbentten örtü ile Saadet tıpkı bir geline benziyordu. Katilin onu bir gelin olarak düşlemesi, ölüm tablosundaki romantikle de uyuşuyordu. Hiçbir zaman sevemediği telefonuna ardı ardına gelen mesajları okumadan silerken, bir yandan da aklındaki diğer sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Mesela Saadet'in yüzü bir bakışta fark edilecek kadar fondötenle kaplanmış olduğu halde neden kalem ya da ruj ile makyajı tamamlanmamıştı? Ayrıca elleri aşağıya doğru değil de göğsünün üzerine çapraz olarak, semâya girmeden selam verir gibi üst üste yerleştirilmiş, çiçek ise ellerinin altına iliştirilmişti. Neden? Düşündükçe sancılanıyor, tüm bu soruların cevabını bulamayacak olma ihtimalinin altında eziliyor, tüm bedenini sıcaklık kaplıyordu.

Ölüme yabancı değildi oysa. Kendini bile bilmiyorken daha, ölümü öğrenmişti. Ve Saadet'in ölümüyle birlikte canlanan anıları Zehra'ya batıyor, adeta kalbini yırtıyor, onu acıya boğuyordu. Puslu gecelerde yanıp sönen deniz feneri gibi, belirli aralıklarla Zehra'nın zihninde beliren Saadet'in o son bakışları ise ona hiç yardımcı olmuyordu. Aksine gözlerindeki huzur, Zehra'yı daha da huzursuz ediyordu. Ölürken mutluydu Saadet. Neden? Ölümü sevinçle karşılamıştı belki de. Bu mümkündü, peki. Ama ya cinayet? Buna ne demeliydi? Ölüm bir hediye olarak düşünülebilirdi belki. Ama cinayet haksızlıktı. Çok büyük bir haksızlık…
#Sayfa#
Öfke, Zehra'nın acıdan eskimiş yüreğini doldurdu, alnındaki damarlar kabardı, yorgunluktan sararmış yüzüne renk geldi. Seyircisine çalım atan matadora karşı, can pazarına çıkmış bir boğa gibi burnundan soluyor, içten içe köpürüyordu. Darbe alacağı, canı yanacağı çok belliydi belki, ama bu onu savaşmaktan geri koymayacaktı. Ardında özenle hazırladığı ölüm tablosunu bırakan katili düşündü. Kalabalığın içerisinde herkese olan benzerliğinden faydalanarak küstahça gezinen, kimsenin bilmediği gerçeği biliyor oluşunun kibriyle gerçek bir 'sanatçı'(!) olmanın kendince gururunu taşıyan matadorunu bulacaktı. İllaki. Mademki meydana çıkmışlardı, karşı karşıya da geleceklerdi elbet. Zehra bu karşılaşmayı bekliyordu. Bir kere göz göze gelmeleri yeterdi. O bakışı tanırdı. Normalde kimsenin gözlerine bakmayan Zehra, şimdi her gördüğü kadına, erkeğe, çocuğa, genç kıza, delikanlıya bakıyor, bir matadorun kibrini barındıran o bakışı arıyordu.

Eskimiş rayların üzerinde tıngır mıngır sallanan, ama yine de istikametten şaşmayan tren gibi hızını kesmeden ilerleyen arabaları ani bir frenle durunca, Zehra ve Burak hızla öne doğru savrulup, aynı hızla koltuklarına geri çarptılar. Zehra'nın kesici bakışlarına maruz kalmadan, içinden atarcasına açıklamasını yaptı genç komiser:

"-Çukura girmek istemedim."

Hemen önlerindeki yeni kazılmış yola baktı Zehra. Gerçekten de oldukça derin bir çukur vardı yolda. Denizden korkuyordu ama kara da çok tekin sayılmazdı. Dünya kocaman bir mayın tarlası gibiydi. Aynı yerde durması imkânsızdı, tamam. Ama yürümeye devam ettiğin müddetçe de karşına her an yeni bir tehlike çıkabilirdi. Başını hafif yana doğru çevirip, ufak bir onama hareketi yaptı ve tekrar kendi tarafına döndü. "Sorun yok" demek istedi herhalde diye geçirdi içinden Burak. Ona bakmadan yaptığı reverans oldukça resmiydi. Menekşe rengi gözleri, tane tane birbirinden ayrılmış siyah kirpiklerinin arasından safir taşları gibi görünüyordu. Uğruna Afrika'da iç savaşların bitmediği taşlar... Kendini bildi bileli savaşa lanet ederdi. Şimdi ise kendini bir çift göz için savaşa hazır hissediyordu. Kısa bir nefesle düşüncelerine ara verdi. Kavşakta arabayı durdurdu. Nereye gideceğini kestirmeye çalışırken Zehra;
#Sayfa#
"-Sağa döneceksin." dedi.

Nereden bildiğini soracak oldu ama sormadı Burak. Zehra etraflarındaki kalabalığı işaret ederek;

"-Hepsi aynı yere gidiyorlar. Kadınların ellerinde tabaklar var. Taziye için belli ki" dedi. Haklıydı gerçekten de. Dağınık ve birbirlerinden alakasız gibi görünseler de, aynı yere yöneliyorlardı bir yerden sonra. Uyurgezer gibi, herkesin yüzünde aynı ifadesiz donukluk vardı. Arabayı ilk bulduğu müsait yere park etti. Zehra arabadan inip, akıntıya girer gibi kalabalığın içine karıştı. Burak da onu takip edip, bu akıntının kendisini cenaze evine götürmesine müsaade etti. Zehra'nın peşinden gidiyor olmak onu rahatsız etmiyordu garip bir şekilde. Davaları normalde o yönetirdi. Bugün ise sessizce Zehra'ya uyuyordu. Birlikte, önünde en az 30 çift ayakkabının olduğu bir kapıya geldiler. Erkekler eve girmeden direkt bahçeye geçiyor, kendileri için yerleştirilen taburelerden boş bulduklarına oturuyor, kadınlar ise içeride önce mutfağa uğrayıp getirdikleri yiyecekleri bırakıyorlar, taziyelerini dile getiriyorlar, sonrasında etrafı hızlıca bir kolaçan edip, mahalledeki en yakın komşularının yanına ilişiveriyorlardı.

"Cenaze evleri her yerde aynı" diye geçirdi Zehra içinden; "Bir acının etrafında toplanan onlarca kişi. Tuttukları yas ise kendi acılarına ait." İlk gördüğü cenaze kendi annesi ve babasınınkiydi. Henüz 8 yaşındaydı. Her gelen başını okşuyor, onu acıyan gözlerle süzüyor ve sonra dönüp yanındakinin kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Duyamasa da, "Ah zavallı kız… Yalnız kaldı… Ne olacak şimdi?" gibi şeyler söylediklerini çok iyi biliyordu.

Nihat Bey ve İnci Hanım trafik kazası geçirmişler, ilk yardım gelmeden daha oracıkta ölmüşlerdi. Fısıltılardan duyabildiği kadarıyla, Nihat Bey oldukça hızlı giderken, viraja geldiklerinde direksiyona hâkim olamamış ve sonuç olarak uçurumdan aşağıya yuvarlanmışlardı. Kurtarma ekibinin onlara ulaşması saatler almıştı. (Bunun nedenini hâlâ anlayabilmiş değildi!) Onları kenetlenmiş halde bulmuşlar, ölüm sertliği gerçekleştiğinden ötürü birbirlerinden ayıramamışlar, bunun üzerine Nihat Bey'in kollarını iki yerden kırmak zorunda kalmışlardı. Olay yeri çalışanları durumdan ötürü saatlerce kendilerine gelemeyince, yeni bir ekip gelip karı kocayı morga götürmüştü. Her ne kadar yapılan otopside Nihat Bey'in beyin kanaması, İnci Hanım'ın ise boyun omurunun kırılması sonucu öldüğü yazıyor olsa da, Zehra'nın zihni bu bilimselliği asla kabul etmemiş, son anda birbirine sarılarak ölen ailesinin ancak aşktan ölmüş olduğuna inanmıştı; bunun olduğunu daha öncesinde bir kitapta okumuştu. #Sayfa#

Kimse acısına çare olamıyordu ancak bu düşünce onu bir nebze de olsa teselli ediyordu. Ne de olsa bilim; aşktan anlamayan, bir avuç yaşı geçmiş, yalnız ve aksi ihtiyarın para kazanmak için uydurduğu bir yalandı. Dolayısıyla Zehra'nın hafızasındaki belki de en canlı anı bir cenaze eviydi. Yalnız onların evine gelen herkes siyah giyinmişti. Gerçekten ağlayan ise bir tek anneannesi Ziynet Hanım, yardımcısı (ki aynı zamanda İnci Hanım'ın dadısıydı) Habibe Hanım, onun kızı Nergis abla ve babasının 'sağ kolum' dediği Fahrettin amirdi. Diğer herkes yabancıydı. Aynen buradaki gibi onlar da fısır fısır konuşuyor, en son çıkan dedikoduları birbirlerine anlatıyorlardı. Bu dedikodular; ölen kişinin mirasından, bir sonraki kadın gününün kimde olacağından, borsanın ve dövizin oynaklığından, hükümetin uyguladığı henüz onaylanmamış yasa tasarılarına kadar türlü türlü konular olabiliyordu. Hatta bir keresinde erkeklerin kendi aralarında yeni açılan bir dükkânın cirosunu hesapladıklarını bile duymuştu. Gerçi bunu sadece cenazelerde değil her yerde yapıyorlardı. Bunların dışında Zehra'nın dikkatini çeken başka bir şey de, abartılı süsleriyle taziyeye gelen genç kızlardı. Bu kızlar, cenazenin daha kırkı dolmadan nişanlanıyor, bir şekilde bu acıdan kendilerine bir fayda çıkarmayı beceriyorlar, her cenazeyi bir düğünle nihayetlendiriyorlardı. Söyledikleri şeyler de hep aynı ve hazırdı; "Hayat devam ediyor!" Evet. Onlar için!

Tabii ki burada da oldukça özenle hazırlanmış kızlar vardı. Salona giren herkesin göreceği ilk yerde birbiri ardına dizilmiş, sessizce oturuyorlardı. Zira konuştukları takdirde 'hafif' olarak nitelendirilir, ideal bir gelin adayı olmaktan çıkarlardı. Zehra'ya kalsa aralarında şansı en yüksek olan, arkalarda kalmış olsa da, beyaz uzun boynu, siyah uzun kıvırcık saçlarıyla dikkat çeken bir kızdı. Diğerlerinin aksine, konuşup gülemediğinden ötürü az kalsın patlayacak gibi durmuyordu. Gerçekten derin bir sükûnete bürünmüştü. Ayrıca kendini göstermeye çalışmaması, makyajsız yüzü, hüzünlü bakışları, Zehra'ya onun Saadet'in yakın bir arkadaşı olduğunu düşündürdü. Yavaşça kızın yanına ilişti, kısık bir sesle:
#Sayfa#
"-Başımız sağ olsun." dedi.

Kız, tanımadığı sesin yüzünü görmek için başını kaldırdı.

"-Tanır mıydınız Saadet'i?" diye sordu.

"-Hayır." dedi Zehra, "Niye sordunuz ki?"

"-Saadet'in en yakın arkadaşıyım ben. Tanıdığı herkesi tanırım. Sizi tanımıyorum. O bakımdan sordum."

"-Anlıyorum. Başın sağ olsun…''

"-Sevinç." diye tamamladı kız.

"-Başın sağ olsun Sevinç."

"-Teşekkür ederim."

Oturduğu yerden yavaşça kalktı yine ve etrafta gezinmeye başladı. Mutfak tencere tencere yemekle dolmuş, kadınlar en iyi tarif üzerine gittikçe koyulaşan muhabbetin yanında un helvası kavuruyorlardı. Her odada yüksek sesle Yasin okuyan kadınlar vardı. Mahreçsiz ama ezberden okudukları ayetleri etraflarındaki bir iki kişinin haricinde çok da kimse dinlemiyor gibiydi. Etrafında kümeleşen insanlardan Saadet'in annesi olduğunu tahmin ettiği bir kadın ellerini dizine vuruyor, sessizce ağlıyordu. Hemen yanında koluna girerek, sanki onun tüm yükünü yüklenmiş gibi duran kadın ise, yeni gelenlere açıklama yapıyordu: "Sabahtan beri çok bağırdığı için sesi kısıldı. O yüzden sessizce ağlıyor."

Doğru ya, cenaze evinde ağıt yakmak bir nevi kanun gibidir. Hatta lisede edebiyat dersinde okumuşlardı, eski Türkler cenazeleri için ağlayarak ağıt yakan kadınlar tutarlar, onlara da 'yırlayıcı' derlerdi. Bazı adetler yüzyıllar geçse de değişmiyordu. 'İnsanlar ve hayvanlar gibi...' diye düşündü Zehra. Hemen yan odada, Saadet'e benzerliğinden ötürü ağabeyi olduğunu düşündüğü bir adam yanındaki kadına -belli ki eşiydi- yaslanmış, etrafına şaşkın şaşkın bakınıyordu. Karısı da çevresinde olan bitenden tamamen kopuk bir ifade ile kocasının sırtını sıvazlıyordu. Bir an önce kocasının normale dönmesini ister gibi bir hâli vardı. Sürüden uzakta birbirini bitleyen iki şempanze gibi görünüyorlardı. Alakasız, umursamaz, biraz da saf. Babası ve küçük abisi ise muhtemelen bahçede gelen taziyeleri kabul ediyorlardı. Acaba cesedi teşhis için morga kim gitmişti?
#Sayfa#
Duvarda asılı fotoğraftan anladığı kadarıyla oldukça geniş bir ailesi vardı Saadet'in. Birbirine benzeyen kuzenler, amcalar, kardeşler. Aralarında tek kız Saadet'ti. Ailenin tek kızı olmak Saadet'e hayatı kolaylaştırdı mı yoksa zorlaştırdı mı acaba diye düşünmeden edemedi Zehra. O esnada ufacık bir örümcek geldi ve fotoğrafta Saadet'in yüzünün olduğu yerde durdu. Birden çok bacağıyla kavradığı yüzü sahiplenmiş, âdeta "Bu işi ben çözeceğim, sana bırakmam" der gibiydi. Bir iki saniye sonra kadınlar bahçeden yükselen bir sese doğru koşuşturmaya başladılar. Ses gittikçe yükseliyor, ona karşılık ise tanıdık bir sesten geliyordu;

"-Beyefendi anlıyorum acınız var. Ama sakin olmadığınız takdirde bu konuşmaya emniyette devam etmek zorunda kalacağız."

Burak'ın karşısındaki adam onu hiç duymuyordu sanki. Kırbaç acısından gözü dönmüş atlar gibi şahlanıyor, etrafındakiler onu kollarından tutup yerine oturttuktan hemen sonra taburesinden yine fırlıyor, bir yandan da hiç durmadan bağırıyordu:

"-Sen ne diyorsun bey? Bizde öyle şeyler olmaz. Benim kızım erkeklerle konuşmaz bile! Ne erkek arkadaşı?"

Burak sakinliğini koruyarak ama yine de geri adım atmayarak karşılık verdi;

"-Bakın, şöyle yapalım. Yarın siz buyurun emniyete gelin. Orada konuşalım. Misafirleriniz var şimdi. Daha sakin bir ortamda daha rahat konuşuruz."

Çevredekiler:

"-Aman yapma Hayrettin Usta. Komser işini yapıyor." diyerek bir yandan acılı babayı tutarken, diğer yandan da Burak'a dönüp:

"-Komserim yarın bizzat getireceğiz Hayrettin Usta'yı biz emniyete." diyerek ortamı sakinleştirmeye çalışıyorlardı.
#Sayfa#
Bahçede gerçekleşen olay, kadınlar tarafında hareketlenmeye sebep olmuş, kızlar da erkek arkadaş bahsini duyunca kıkırdayıp, bir iki yorum yapmadan geçememişlerdi. Sevinç hariç. O, gözünü elinde tuttuğu bir şeye dikmiş, kıpırdamadan, olduğu yerde oturuyordu. Nefes bile almıyor, yaşamıyordu sanki. Zehra, neye baktığını görmek için eğilince Saadet'in bir fotoğrafını gördü. Olduğu yerden Saadet'in uzun siyah saçlarını seçebildi sadece.

Fotoğrafı daha yakından görmek istedi ama Burak'ı da alıp oradan gitmeliydi şimdi. Dışarı çıktı, ortağına –artık ortak sayılırlardı- "Gidelim" manasında bir işaret yaptı. Burak'ın ardından taburesine yığılıp kalan Hayrettin Usta, kızını nasıl özenle yetiştirdiğini, onu okula bile hangi şartlar altında gönderip nasıl fedakârlıklar yaptığını anlatıyordu. Bahçeden ayrıldıkları sırada Zehra'nın telefonu çaldı. Feyza arıyordu.

"-Nedir durum Feyza?"

"-Vücudunda ölümcül miktarda striknin bulundu. Midesi boştu. Yavaş yavaş ölmüş görünen o ki."

"-Hm. Başka?"

Bir iki saniyelik bir sessizlikten sonra Feyza devam etti;

"-Kız bebek bekliyormuş Zeze."

Zehra cevap vermedi. Feyza, karşısındaki hüzünle karışık öfke dolu boşluğa seslendi;
#Sayfa#
"-Bulacağız onu. Merak etme."

Zehra telefonu kapattı. Arkasına dönüp cenaze evine baktı. Gelen insanların ardı arkası kesilmiyordu. Adeta bir karınca yuvasını andırıyordu burası. Saadet'in katili burada olabilir miydi?

Fahrettin amir, Saadet'in 'olmayan' erkek arkadaşını bulma görevini Murat'a vermiş, Saadet'in küçük ağabeyi Yavuz ve babası Hayrettin Usta'yı emniyete getirme görevini de Burak'a bırakmıştı. Muhtemel baskıcı ve kızgın bir kuzen ya da akraba için de ayrıca gözlerini dört açmasını, böyle bir durum hissettiği takdirde onları da getirmesini ayrıca söylemişti.

Zehra ise bir bakışın peşindeydi. O bakışı bu kalabalığın arasında bulmayı ummuştu. Ama yanılmıştı. Hâlbuki bir kez görebilseydi… Yakındaki evlerin birinde oldukça yüksek sesle dinlenen türkünün sözleri yüreğini sadece daha çok burktu. Aceleyle arabaya binip, kapısını hızlıca kapattı. Ama zihni türkünün sözlerini döndürmeye başlamıştı çoktan;


"Günden yana soldu m'ola / Yerde yanım oldu m'ola / Yiğidimin ala gözün / Karıncalar oydu m'ola?"

BİZE ULAŞIN