Şam-ı Şerif
Kâsiyun dağının eteklerindeki Müslüman mahallelerinde yeni yapılan evler bile eski tipte inşa ediliyordu. Bu evlerde hiç kimse birbirinin camını, avlusunu görmüyor, güneşini kapatmıyordu. Merkezde avlu, avluya açılan odalar, bazı avluları serinleten fıskiyeli bir havuz ama mutlaka bir limon veya incir ağacı… Evlerin kedisi, bazı dükkânların saka kuşları olurdu. Çarşı içinde yürürken ilk selamlanan bu dükkânların duvarlarına asılı, ahşap kafesler içindeki sakalardı. Çarşıdaki tezgâhlar, belki Muhyiddin Arabi'nin nüfuzundan, belki Halid-i Bağdadi'nin, Dağıstâni'nin himmetinden, belki de cezaların ağırlığından geceleri dahi açık olur, üzerleri bir bezle örtülür, hırsızlık vakaları pek görülmezdi. Dergâhta Perşembe geceleri yapılan zikirlerin, edilen duaların bereketi tüm çarşıyı muhafaza ederdi.
Eski usul yerleşim Şam'da hâlâ hâkim idi. Farklı dine, mezhebe sahip olan insanların kendi mahalleleri vardı. Sünniler Salihiyye'de, Rükneddin'de; Dürziler Sahnâya ve Ceramâna'da; Hıristiyanlar Babtuma'da; Şiiler Seyyide Zeynep'te, Milîha'da; Türkler, Kürtler, Çerkesler, Kafkas göçmenleri Muhacirîn'de. Muhakkak ortak yaşanılan siteler, mahalleler, semtler de vardı ama genel olarak Şam'ın 'eski' insanları kendi mahallelerinde oturuyorlardı. Yılların getirdiği tecrübe ile insanlar başka mahallelerden uzak duruyorlardı. Dürziler Rükneddin'i, Sünniler Ceramânâ'yı bilmezdi. Şam'da doğup büyüyen ama bir kez olsun İbn-i Arabî çarşısına uğramayan, Emevi Camii'nin avlusundan içeri girmeyen, merak edip bakmayan Aleviler, Dürziler vardı. Bunda elbette mensup olunan mezhebin inanç sistemine yönelik sebeplerin etkisi olduğu gibi karışık bir coğrafyada bulunmanın verdiği birtakım hassasiyetlerin, dengenin hatta resmi baskının da tesiri vardı. Bu itibarla tüm mahalleleri görmeye, insanlarını tanımaya hevesli olan ve 'tehlikeli' olmayan biz 'yabancı'lardık.
Şüphesiz 'eski' Şam'ın yaşıyor olmasında bilinçli bir tercihten öte ülkenin kapalı toplum yapısını muhafaza etmesinin, bunun da ardında Hafız Esad'ın ölümünün üzerinden kısa bir süre geçmesinin ve onun Doğu blokuna, Batı alternatifi dünyalara yakın bir siyaset izlemesinin etkisi vardı. Ama İstanbul'da doğduğu mahalleyi on yıl sonra tanıyamayan bizim gibi gençler için Şam bir çocukluk hatırasıydı. Saf, sade, içten günlere duyulan özlem… Kâsiyun dağının eteklerindeki dar sokaklarda oynayan çocuklar, çevrilen ipler, atılan toplar, bayram günlerinde mahallelere gelen seyyar, el gücüyle çalışan dönme dolaplar... Ağır işleyen, baş döndürüp bıktırmayan bir hayat, sakin ve mütevekkil insanlar… O yıllarda Şam'a gelen Türkler, "Türkiye'nin 30 yıl gerisinde" diyorlar ve ülkelerindeki 'gelişmişlikle' iftihar ediyorlardı. Oysaki ben Şam'ın bu halini seviyordum. O yüzden lüks apartmanların dikildiği Mezze'yi, zenginleşen orta sınıfın yeni gözdesi Kefersûse'yi, yeni yeni çoğalan lüks otomobilleri, Şam'ın tek modern alışveriş merkezi City Mall'ü, lüks mağazaları, sayfiyelere inşa edilen villaları görmezden geliyordum.
Muhakkak geçen yılların değiştirdiği şeyler vardı. Evliya Çelebi'nin, İbn Battûta'nın vasfettiği Şam'ı görmek mümkün mü? Emevi Camii'nde İhya'yı yazan Gazzâli, hutbede konuşan İbn-i Teymiye, şehre nefes veren İbn-i Arabi, Halid-i Bağdadi yok. Şehrin pınarları kuruyalı, bağı bahçesi tarumar olalı çok oldu. Barada nehri artık cılız, ağaçlar soluk. İki katlı, cumbalı, ahşap kafesli evler bir bir yıkıldı. Kendi haline terk edilenler sur içinde, Babtuma'da ayakta kalma mücadelesi veriyor. Eski Yahudi ve Hıristiyan mahallelerinde iyi durumda olan konaklar lokantaya, kafeteryaya dönüşmüş, siyah-beyaz, krem-somon renkli Şam taşları, sedef işlemeli ahşap koltuklar artık yeni misafirlerini, turistleri ağırlıyor. Modernitenin tüm hücumuna rağmen Kudüs'teki, Trablusşam'daki, Mardin'deki gibi Şam'da da yıkılan kale sınırları içinde yaşayan bir 'eski şehir' var.