Kudüs
Neyse efendim vizem, valizim, Kudüs'teki otel rezervasyonum, çok önceden aldığım biletim hazır. Şimdi yolculuk vakti… Sabahın erken saatinde başlayan yolculuğumu yaptığım uçağın yarısından fazlası Türk. Herkes bir kafileye dahil. Tek başına giden yalnızca ben varım. Bir kafile başkanıyla anlaşıyoruz. Ben de onlarla birlikte Tel Aviv'den Kudüs'e geçeceğim. "Daha güvenli olur" diyor kafile başkanı. Ama ne mümkün! Pasaport kontrolünde iki saat bekletiliyorum. Sebep yok, resmi bir gerekçe, anlamlı bir açıklama yok. Maksat? O kısmı okuyucuya bırakalım.
Tel Aviv'den Kudüs'e giden yeşil, aydınlık, ferah ve sakin yolu şehirlerarası otobüs camının geniş ekranından temaşa ediyorum. İneceğim durağı teyit için konuştuğum üniversiteli genç Yahudi imiş. Oldukça saygılı ve samimi bir şekilde yardım ediyor yolumu bulmama. Otobüs terminalinden sonra eski şehre varmak üzere bir vasıta daha kullanmam gerekiyor. İlk kez bu otobüste daha önce fotoğraflardan bildiğim, siyah, ciddi kıyafetli Yahudilerle karşılaşıyorum. Çoğunun elinde kitap, yine birçoğunun özellikle yaşlı olanların yüzü asık… Hep mi böyleler acaba? Şiirden ilhamla kendime bir ferahlık arıyorum, 'yanağım otobüs camının garantisinde' dışarı bakıyorum: Kudüs'teyim, elhamdülillah.
Otobüsten inip surlarla çevrili eski şehre doğru yürüyorum. Şehre, Şam kapısından giriyorum. Bu yüksek, görkemli kapıdan tarih boyunca adım atmış tüm insanları düşleyerek, kendimi onlara raptederek, binlerce ayak izine kendi izimi katarak, upuzun bir kervanın son yolcusuymuşum gibi, hacca, fetihlere, ilim yolculuklarına gidenlerden biriymişim ve yolum Kudüs'e düşmüş gibi geçiyorum. Otele ulaşınca E. ile buluşuyorum ve hemen çıkıyoruz. Çarşıların içinden, dar sokaklardan, taş evler arasından, her biri bir ibadethaneye ulaşacakmış gibi yükselen merdivenlerden, birbirine sokulmuş haneler arasındaki abbaralardan geçerek Harem'e açılan bir kapıya ulaşıyoruz. Kapının önünde ellerinde koca koca silahlarıyla her an çatışmaya girecekmiş gibi duran donanımlı İsrail askerlerinin pasaport kontrolünden geçiyoruz. Harem'e açılan her kapının şehir tarafında İsrail askeri, mescit tarafında ise Filistinli bekçiler duruyor. Askerin uyandırdığı tehlike hissini, bekçiye verdiğimiz selamın esenliğiyle bertaraf etmeye çalışıyoruz. Serin ağaçlıklar içerisinde küçük namazgâhlarda ibadet edenlerin, ilim halkaları oluşturmuş cemaatlerin, oyun oynayan çocukların hayat kattığı geniş avludayız. Mescide doğru yürüyoruz. Ve işte sonunda Kıble Mescidi ile Kubbetü's-Sahra arasına çıkardı yol bizi. Sağda Kıble Mescidi, solda Kubbetü's-Sahra.
Kubbetü's-Sahra'yı ziyaret ederek başlıyoruz ibadetimize. Aslında bir mağara olan ve Harem'in en yüksek kısmında bulunan bu taş üzerine sonradan bir mescit inşa ediliyor. Uzun yıllar Mescid-i Aksa denildiğinde gözümüzün önünde hemen canlanıveren o fotoğrafın içindeyiz şimdi. Kapısından girince mağaranın içine birkaç basamakla inebiliyorsunuz. İçeride iki küçük mihrap var. Kayanın etrafı çevrili olduğundan üst kısmını pek fazla göremiyoruz. Kubbetü's-Sahra'dan Kıble Mescidi'ne geçiyoruz. Yüksek yeşil kapılardan upuzun, yüksek tavanlı, kemerli bir mescide girince durmak istemiyor insan. Her bir köşesinde ibadetle ilimle meşgul ufak gruplar, cami içerisinde koşturan çocuklar ve çocuk seslerine kanatlarıyla eşlik eden serçe ve kırlangıçlar... Evet, burası kuşların da mescidi!
İkinci günümüz Cuma. Namaz sonrasında bir grup genç Kubbetü's-Sahra'ya yakın bir kemerin üzerine çıkarak bez bir afiş asıyorlar ve namazdan sonra dağılmaya başlayan cemaati, sloganlar ve bir bildirinin mikrofonla okunmasıyla tekrar topluyorlar. Bildirinin amacı hilafetin tekrar kurulmasına ümmeti davet etmek… Bu eylemi organize edenler kimlerdir, Ortadoğu'nun siyasi ve fikri gündeminde nerede dururlar bunu bilmemiz zor.
Cuma sonrası bizi karşılayan bir sürpriz Türkiye'den tanıştığımız bir insanla karşılaşmak. Onun yönlendirmesiyle mescidi tanıtacak bir rehberin grubuna katılıyoruz. Rehberimiz yıllardır Kudüs turları düzenleyen biri. O gün Harem'deki mescitleri ve tarihi yapıları geziyoruz. Ağlama duvarı olarak şöhret bulmuş Burak duvarına bitişik Burak Mescidi'nden başlıyoruz, Kıble Mescidi ikinci durağımız. Bu mescit alan olarak en büyük mescit, beşinci restorasyonundan sonra günümüzdeki hâlini almış. Bizi en çok etkileyen iki hikâyesi ise buradaki gündelik hayatın nasıl bir atmosferde geçtiğini gösteriyor. İlk hikâye, Selahattin Eyyubi zamanına kadar gidiyor. Nurettin Zengî tarafından yaptırılan bir minber, Selahattin Eyyubi döneminden sonra yüzyıllarca mescitte muhafaza ediliyor. Ta ki 1969'da Müslüman kisvesiyle beş vakit camiye gelip giden bir Yahudi'nin zamanla burada biriktirdiği yanıcı maddelerle Selahattin'in fethinin sembolü olan bu minberi ateşe vermesine kadar. O gün kuyulardan su taşıyarak söndürülmeye çalışılan minberden geriye kalan birkaç parça ise şimdi Harem'in avlusundaki İslam Eserleri Müzesi'nde sergileniyor. Bir diğer hikâye, 1990 yılında mescidin avlusunda 21 şehit, 500'e yakın tutuklu ve 1000'e yakın yaralanmayla sonuçlanan çatışmaların yaşanması. Mescidin içinde camekânlı bir dolapta bu çatışmadan kalan mermi, gaz ve ses bombası artıkları sergileniyor. Bu dolap Türkiye'de bir camide olsa yıllar öncesinin acısını bugün duyabilirsiniz belki ama Filistin topraklarında bu acı hayatta, dipdiri ve capcanlı gündelik hayatın içerisinde dolaşıyor. Aynı canlılığı herhangi bir sokakta karşılaştığınız herhangi bir Yahudi'nin yüzündeki tedirginlikte de görebiliyorsunuz.
Akşamüstü Burak Duvarı'nı (Ağlama Duvarı) görmek için arkadaşlarımızla buluşuyoruz. İlerlediğimiz istikamete doğru hızlı adımlarla ilerleyen dinî kıyafetlerini giymiş Yahudilerin, çoğu aileleriyle birlikte gidiyor ibadete. Ellerinde kutsal kitap, dillerinde dualarla ibadeti ağlamak olan bir insan grubunun Filistin'e yaptıkları akıl almaz. Akşam ezanı okunuyor, hemen yakınımızdaki duvar dibinde Yahudiler ağlayarak dualar ediyor ve kilise çanları çalıyor.
Ertesi gün başka bir guruba eklenerek el-Halil'e gideceğiz. Onun öncesinde Rabiatü'l-Adeviyye hazretlerinin makamını ve Zeytin Dağı'nı geziyoruz. Zeytin Dağı'ndan müthiş Kudüs manzarasını seyre dalıyor, özgür Kudüs için dualar ediyoruz. Yola revan oluyoruz ve yol üstünde Hz. Yunus (as)'ın makamını ziyaret ediyoruz, balığın karnındaymış gibi çaresiz olanlara ve kendi hallerimize dua ediyoruz. Nihayet el-Halil'e geliyoruz. Şehir mimari açıdan Kudüs'e benziyor. Burası Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bölgelerden biri. Küçük, temiz, ferah, belki binalarının çoğu açık renk taş bina olduğu için aydınlık bir şehir. Bir şehirle ilk karşılaştığınızda bir insan yüzünü ilk kez görmüş gibi olursunuz ya, el-Halil de mücadeleci, mütevazı, vakur ve mütebessim bir Filistinli yüzü sanki. El-Halil Camii'ne doğru gidiyoruz. Burası İsrail kontrolüyle giriş çıkışların yapıldığı bir cami. İçerisinde birçok kabri/makamı barındıran bu cami İsrail ile Filistin arasında Kudüs kadar önemli bir çatışma ve ayrım noktası kabul ediliyor. 1994'te fanatik bir Yahudi'nin mescide saldırarak 29 Müslümanı şehit etmesi üzerine yaşanan gerginlik sonucunda ibadethane ikiye ayrılıyor. Yarısı sinagog, yarısı mescit olarak kullanılmaya başlıyor. Bu nedenle cumartesi günleri ezan ve kamet yasaklanmış, sair günlerde ise akşam ezanı okunmuyor. İşgal altında bir ibadethane daha… Hz. İbrahim, Hz. Sare, Hz. Yakup ve Hz. Yusuf'un kabir/makamları aynı bina içerisinde. Yüksek merdivenlerle çıkılan mescidin altındaki mağarada mescit içerisindeki sandukaların hizasında kabirler var. Hz. Yakup ve Hz. Yusuf'un kabirleri bir tahta duvarla ayrılmış şekilde sinagog tarafında kalıyor. El-Halil'den bir daha geleceğimiz ve yarım kalmış ziyaretimizi tamamlayacağımız günlerin umuduyla ayrılıyoruz.
Ertesi gün Kudüs içerisinde gezmeyi Kıyamet Kilisesi'ni ziyaret etmeyi istiyoruz. Elimizdeki rehberlerden yol bulmaya ve sorarak ilerlemeye çalışıyoruz. Hıristiyanlar için kutsal hac yolunu takip ederek ilerliyoruz. İlk kıblemizin olduğu şehir bir Hıristiyan için de Hac kenti… Kıyamet Kilisesi'ne vardığımızda kalabalık Hıristiyan grupların arasında kendimizi biraz turist gibi hissediyoruz. Burası birçok Hıristiyan mezhebi için kutsal olduğundan kilisenin kapısına ait anahtarın kimin elinde olacağı bir otorite tartışmasına dönüyor. Rivayet odur ki anahtar Selahattin Eyyübi'nin teklifiyle iki Müslüman aileye teslim ediliyor ve bu günümüze kadar devam ettiriliyor. Hz. İsa'nın vefatının ardından üzerinde yıkandığına inanılan musalla taşı hemen kilisenin girişinde. Ayrıca Hıristiyan inancına göre Hz. İsa'nın göğe yükseldiği kabir de burada. Bir ayinin tam ortasına denk getirdiğimiz ziyaretimizi dikkatle ve sessizce etrafı gözlemlemekle sürdürüyoruz ve sonrasında vedamızı edip ayrılıyoruz.
Seyahat kıvamını buluyorken, ertesi gün başka bir gruba eklemlenip Lut Gölü'ne gidiyoruz. Yol boyunca iklimin ve bitki örtüsünün şaşırtıcı değişikliği ve gittikçe ısınan hava, başka bir ülkeye gidiyormuşuz gibi bir hisse kapılmamıza neden oluyor. Yolda Lut kavminin helak sebepleri hakkında bilgi veriliyor ve Lut kavminin kıssasını anlatan ayetler okunuyor. Günlerdir Miraç ayetleriyle yerle gök arasındaki en yakın noktadaymışız gibi bir hâl içerisindeyken Lut kavminin lanetli tutumlarının anlatıldığı bir hikâyeye hem de aynı coğrafya içerisinde 'düşmek' gerçekten çok garip oluyor. Lut Gölü ziyaretinin dönüşünde Kudüs yolu üzerinde Hz. Musa'nın makamının bulunduğu külliyeyi ziyaret ediyoruz. İsrailoğulları'nın Peygamberi, bizim için ulu'l-azm peygamberlerden Hz. Musa'nın makamı… Rehberimiz, Selahaddin Eyyubi döneminde başlayan ve 1967'de İsrail işgaline kadar devam ettirilen Nebî Musa şenliklerinden bahsediyor.
Seyahatimizin amacı olan Miraç Kandili akşamında, akşam namazından itibaren Harem'deyiz. Kudüs için, özgür Filistin için, Gazze için, her sokakta, her mescitte gülen yüzleriyle zafer işareti yapan küçük Filistinliler için, onları ve tüm şehitleri doğuran anneler için, mücahit babalar için, Şam ve Bağdat, Bosna ve Üsküp için, Anadolu için İslam'ın zaferini diliyoruz, dualarımızın Mekke ve Medine'de yapılan kabul olunmuş dualar arasına katılmasını niyaz ediyoruz.