Sömürü kodlarını daha ilk 10 sayfada, henüz sahne ‘karanlık’ olarak tasvir edilen Afrika’nın yüreğine taşınmadan okuyucuyla paylaştığı için tam bir ders (alma/çıkarma) kitabı olan Karanlığın Yüreği dünyanın her yerinde pek çok eğitim programının okuma listesinde bulunuyor. Emperyalizm karanlığın ta kendisiyse, romanın kahramanı Marlow bu karanlığın tam yüreğine yol alıyor.
Polonya asıllı yazar Joseph Conrad'ın 1899 yılında kaleme aldığı Karanlığın Yüreği, karanlığın kaynağına doğru yolculuk eden bir romandır. Peşine düşülen, izi sürülen, ele geçirilip, anlaşılıp yok edilmesi gereken bu karanlığın ne olduğuna her okuyucu kendi karar verecektir. Conrad romanına bu karanlığın ne olabileceğine dair birtakım ipuçları yerleştirir: açgözlülük, sömürü, cehalet, kibir, kötülük… Romanın İngilizce adı Heart of Darkness ve dilin yapısından dolayı Conrad'ın burada karanlığın yüreğinden mi yoksa yüreğin karanlığından mı bahsettiği eleştirmenler tarafından hala tartışılıyor. Conrad, romanın ismiyle daha ilk etapta karanlığın yüreğini aramak için bir dış yolculuğa çıkmadan önce, yüreklerdeki karanlığı dikkate alan bir iç yolculuk gerektiğine işaret eder gibi.
Romandaki dış yolculuk Londra'da Thames nehrinde bir yatın güvertesinde, akşam karanlığı çökmekte iken başlıyor. Marlow adlı denizci kendisi gibi denizlerde uzun vakit geçirmiş olan birkaç arkadaşına maceralarından birini anlatmaya koyuluyor ve Marlow anlattıkça, hikâyenin yüreğine, hikâyedeki karanlığın yüreğine yaklaştıkça, Thames'e hakim olan karanlık da kesifleşiyor ve Marlow karanlıklar içerisinden yükselen bir sese dönüşüyor.
Conrad romanın konusunun ne olduğunu asla unutmayalım diye Marlow'un hikâyeye şöyle başlamasını uygun görüyor: 'Burası da' diyor Marlow, Thames ve iki yanındaki Londra'yı işaret ederek, 'dünyanın karanlık yerlerinden biriydi.' Daha 'dün' karanlık olan bu noktadan Romalıların gelişinden itibaren dünyanın her yerine ışık saçılmaya başladı. 'Ama unutmayın' diyor Marlow, 'karanlık', yani mealen Romalı olmama durumu, 'daha dün buradaydı.' Marlow sonra bizi 19 yüzyıl önce güneşli Akdeniz'den bu soğuk adaya gelen Romalıları hayal etmeye davet ediyor: Akdeniz kıyılarından gelip kendilerini bu dil bilmeyen, sıtma müptelası barbar insanların içinde bulan medeni Romalılar. Ama, diyor Marlow, bu Romalı memurlar ve askerler 'karanlığın yüzüne bakacak kadar merttiler.' Conrad kullandığı dille Londra'nın yeni Roma olduğunu, daha dün Romalılar tarafından hor görülen İngiliz halkının imparatorluk ve sömürü geleneğini devam ettirerek, ışığı götürdükleri başka yerlerdeki insanlara eziyet ettiğini çok başarılı bir şekilde hissettiriyor. Marlow'un hayalindeki Romalı memur hakkında verdiği psikolojik detaylar, İngiliz imparatorluğunun nasıl bir kafa yapısı üzerinden yürütüldüğünün de ipuçlarını veriyor. Dört-beş sene İngiltere bataklığında vahşilere medeniyet öğrettikten sonra Ravenna'da bir villada safa sürmeyi hayal eden Romalı memurlar, Kalküta'da Hintlilerden 'vergi' toplayıp Cotswolds'da bir malikâne sahibi olmayı ümit eden İngiliz memur sınıfının bir öncülü. Marlow, Romalı memur anlatısında önce zelil buldukları bu toplum tarafından 'büyülenenler' olduğundan da bahsediyor… Ama bizde, diyor Marlow, bizde böyle zayıflıklar yok. "Dünyayı fethetmek, başka bir deyişle dünyayı deri renkleri bizimkilerden biraz daha koyu ya da burunları bizimkilerden biraz daha yassı olanlardan çalmak, çok fazla kurcalarsanız pek de o kadar sevimli bir şey değil" diyor. Biraz sonra da 'karanlık' kadar çok mana içerebilecek bir kelimeyi bu 'teşebbüs'ün yüreğine yerleştiriveriyor: "Bunu mazur gösterebilecek, günahlarımızı bağışlatabilecek tek şey yaptıklarımızın arkasında yatan fikir. Duygusal bir mazeretten bahsetmiyorum, bencillikten uzaklaşıp kendinizi tamamen verebileceğiniz bir inançtan bahsediyorum; önce kurgulayıp sonra önünde eğilebileceğiniz, kurbanlar verebileceğiniz..." Marlow'un bahsettiği bu fikrin ne olduğu, bütün iyi kitaplarda olduğu gibi, okuyucuya bir tepside sunulmuyor. Fakat beyaz tenli, ince sivri burunlu insanların üstünlüğü, ışığın bu insanlar tarafından karanlık kıtalara taşınabileceği inancı bu 'fikrin' ana teması olsa gerek. Tüm bu sömürü kodlarını daha ilk 10 sayfada, henüz sahne karanlık olarak tasvir edilen Afrika'nın yüreğine taşınmadan okuyucuyla paylaştığı için tam bir ders (alma/çıkarma) kitabı olan Karanlığın Yüreği dünyanın her yerinde pek çok eğitim programının okuma listesinde bulunuyor.
Marlow Londra'nın nasıl bir karanlıktan çıkıp nasıl bir aydınlığa girdiğini anlattıktan sonra çok uzaklarda başka, adsız bir nehre doğru yaptığı yolculuğu anlatmaya başlar. Conrad Karanlığın Yüreği'nde bu nehrin ismini vermez ama eleştirmenler Marlow'un anlattığı fil dişi talanlarından ve Conrad'ın biyografisinden yola çıkarak bu nehrin Kongo nehri olduğunu söylemektedirler. Kongo, sömürü tarihinin gerçekten en karanlık, en korkunç sayfalarından biridir. Belçikalıların kontrolü altında olan 'özgür ülke Kongo', her türlü idari ve hukuki yapıdan bağımsız, sadece fil dişi ve kauçuk üreticilerinin çıkarlarına hizmet eden karanlık bir nokta haline getirilmiştir. Conrad bu romanda bize fil dişi ticaretinden dehşetli sahneler sunar; internette Kongo ticaretinin bu alanına dair belge bulmak zor olsa da, ufak bir tıklama sonucu yeterince kauçuk toplamadıkları için elleri kesilen Kongo halkının resimlerini bulabilirsiniz. Emperyalizm karanlığın ta kendisiyse, Marlow gerçekten bu karanlığın tam yüreğine yol almaktadır.
Marlow, küçüklüğünden beri harita üzerinde Afrika'nın tam ortasında yılana benzer bir kavis çizen bu nehri görmek istediğinden bahseder. Nehrin kavisinin bulunduğu yer haritada Avrupa ülkelerinin herhangi bir tanesinin rengine boyanmamıştır ve halen her sağlıklı Avrupalı gencin hayalini kurduğu işgal ve ele geçirme potansiyelini barındırmaktadır. Kongo'ya, güneşe, zenginliğe giden yol Marlow'un 'beyazlaştırılmış bir türbe' (ki bu İngilizce'de 'ikiyüzlü' manasında kullanılan bir deyimdir) diye adlandırdığı Brüksel olması lazım gelen 'şirketin baş şehrinden' geçmektedir. Londra ve Brüksel: bu şehirler günümüzde de olduğu gibi ülkelerin değil, şirketlerin başşehirleridir. Polonya göçmeni Conrad'ın kurguladığı İngiliz Marlow karakteri, Belçika'daki bir deniz şirketine CV'sini götürür. Konu sömürüde iş birliğine gelince sınırlar kalkmaktadır. Marlow'a verilen görev kendisinden aylardır haber alınamayan şirketin en 'başarılı' (yani azılı) fil dişi toplatıcısı Mr. Kurtz'ün -ki Marlow, Kurtz'ün nereli olduğunun çok karmaşık bir hikâye olduğundan dem vurup 'Kurtz'ün yapımında tüm Avrupa'nın katkısı vardı' diyerek işin içinden çıkar- bölgesine gidip bu yüksek meziyetli 'memur'un başına ne geldiğini öğrenmektir. Muayenesi sırasında Marlow'a ailesinde delilik olup olmadığı sorulur. Çünkü 'orası' Avrupalı bünyesi üzerinde oyunlar oynayıp, ruh sağlığını bozabilmektedir. Afrika'ya gidip 'ışığı', 'medeniyeti' götürmeye hazır olduğu söylendiğinde Marlow doktora kinayeyle 'bu işin içinde az da olsa mali kazanç da olduğunu kabul etmelisiniz' der. Marlow her ne kadar sistemin bir parçası olmaya hazır olsa da, girişilen işin mahiyetinin farkındadır ve bunun olduğundan başka bir şey gibi gösterilmesini gereksiz görür.
Daha Kongo nehrine varmadan yolda birçok 'beyaz yaramazlık' yaşanır. Bunların en semboliği, bize Hannah Arendt'in
Kötülüğün Sıradanlığı kitabını anımsatan bir sahnedir. Marlow'un gemisi açıktan kıtayı dönüp Kongo nehrinin ağzına varmayı hedeflerken, Fransız bir savaş gemisi kıyıya yaklaşmış, gümbür gümbür sahili bombalamaktadır. "Görünürde bir kulübe bile yoktu" der Marlow, "ama bu gemi, anlaşılmaz bir şekilde, yeryüzünün, gökyüzünün ve suların bu boş genişliğinde bir kıtayı bombalamaktaydı." Marlow'un dehşete kapıldığını sezen bir yol arkadaşı ona sokulup içerilerde bir yerlerde yerlilerin, düşmanların olduğu söyler. Özellikle bu 'bir kıtayı bombalama', doğaya karşı bile bir nefret duyma anı Conrad'ın romanının ilham verdiği en önemli film
Apocalypse Now'da da geniş bir şekilde yer alır. Beyazların kendi karanlık yüreklerinde yatanları ortaya çıkardıkları yer olan Kongo nehri, filmin yönetmeni Francis Ford Coppola'ya Vietnam'daki Mekong nehrini (işte size uyağın, çağrışımın önemine dair bir delil daha) ve Amerikan ordusunun o nehir etrafına saçmış olduğu dehşeti hatırlatmışa benzemektedir.
Thames ve Kongo nehirlerinin karanlığından, sembolize ettikleri sömürü, baskı, dehşet ve kötülükten çıkıp romanın yüreğindeki ete kemiğe bürünmüş kötülüğe, Coppola'nın filminde tüm ağırlığı, karanlığı ve ekranı dolduran gövdesiyle Marlon Brando'nun (filmi seyrettikten sonra Kurtz'ü başka türlü hayal etmek imkânsız) canlandırdığı Bay Kurtz'e bir türlü varamıyoruz. Böyle geniş bir kötülük tarihi ve coğrafyasını bize 'sıradan' resimlerle anlatan romanın aslında nehrin sonunda bizi bekleyen 'kötü adam Kurtz' karakterine bile ihtiyacı yok. Yine de Marlow'un -maiyetindeki Afrikalıları o bölgeye girilmesini istemeyen kabilelerin oklarıyla kaybettikten sonra- Kurtz'ün limanına vardığında gördüğü resim, karanlığı biraz daha derinleştiriyor.
Marlow nehir boyunca durakladığı yerlerde Marlow'un nehrin derinliklerine indikçe gitgide biraz daha vahşileşmiş olduğunu öğrenir. Zaten Brüksel'deki doktorun da bize hatırlattığı gibi Afrika beyazlara çok iyi gelmemekte, delirmemek için insanın demirden sinirlere sahip olması gerekmektedir. Tekinsiz bir İbn Halduncu yaklaşımla Afrika'yı barbarlığın mekanı ilan eden Avrupa, oraya gönderdiği neferlerine de pek güvenememektedir; bu insanların medeniyeti bir kenara bırakıp vahşileşmesi işten bile değildir! Kurtz de bu kendi kendini realize eden kehanetlerden biridir. Daha fazla fil dişi toplama hırsıyla nevri dönen Kurtz, kendine sadık bir 'kabile' inşa ederek fil dişi toplama işini neredeyse endüstriyel bir düzeye taşımıştır. Bu kabilenin nasıl bir terör sonucu inşa edildiğinin kanıtı da Kurtz'ün kulübesinin çevresindeki kazıklara çakılmış insan kafalarından oluşan çittir.
Marlow, bu son dehşet eşiğini de aşıp kulübeye girer ve Kurtz'ü, feleğin her türlü çemberinden geçmiş, her türlü meşrulaştırma söyleminde uzmanlaşmış bu imparatorluk memurunu 'hakikate' dair bir şey duyma umuduyla konuşturmaya çalışır. Fakat hummaya tutulan Kurtz, sadece sayıklamaktadır. Kurtz'ün tutarsız mırıldanmalarının kesildiği noktada, Afrika'nın derinliklerinde kaleme almış olduğu 'Vahşi Geleneklerin Ortadan Kaldırılması Üzerine Rapor' konuşur. Sömürü ve imparatorluk söylemleri, ekonomi, sosyal yapı üzerine tipik beyaz antropolog cümlelerinden oluşan bu raporun sonuna doğru sayfaya büyük el yazısıyla şöyle yazılmıştır 'Vahşilerin hepsini yok edin.' O kadar ilim, o kadar bilim, o kadar verimlilik sonucu Kurtz'ün geldiği nokta, beraber yaşadığı insanların insanlığını görmesine engel olan bir körlüktür. Günümüzde, sömürünün nimetleriyle inşa edilmiş, aydınlanmış, aydınlık, ışıl ışıl Avrupa ve Amerika'da pek çok insanın bu körlükten muzdarip olduğunu biliyoruz. Conrad gibi yazarlar 19'uncu yüzyılda bu körlüğü gidermeye çalışan metinler yazarken günümüzde halen daha Batılı olmayan insanın insanlığını reddeden filmlerin, yaşanan facialara rağmen Batılı halklara 'eğlence' olarak sunulması, yüreklerin karanlığının daha uzun süre devam edeceğine dair acı bir işaret olarak karşımızda durmaktadır.