HOŞÇA KAL TABERİYE: BİR FİLİSTİN, BİR GÖÇ HİKÂYESİ
Gazze'de yaşanan soykırımın ardından ateşkes için adımlar atıldı. Filistin halkının yaşadığı sürgün ve acılar ise hem hafızalarda hem de sinema perdesinde yaşıyor.
Dünyanın farklı ülkelerinden birçok ödül kazanan "Hoşça kal Taberiye" ülkemizde 43. İstanbul Film Festivalinde seyirciyle buluşmuştu. "Hoşça kal Taberiye" belgeseli, ana merkezine bir anne (Hiam Abbas) ve kızını (Lina Soualem) alarak; aynı soydan gelen kadınların hikâyesini sade ama basitleştirmeden anlatıyor.
Yönetmen duygu yoğunluğunu arttıracak ögeleri olabildiği kadar elemiş. Gerçeklik, ona eşlik eden etkileyici müzik notlarıyla harmanlanmış. Yapaylıktan olabildiği kadar arınmış sahnelerle; seyirci şahit oldukları karşısında doğal bir refleks ile duygu değişimini içten yaşıyor. Filistin'de esir gibi yaşamak istemeyen bir kız 21 yaşını geçince İngiliz biriyle evlenerek Londra'ya gider ama evliliği uzun sürmez, boşanır. Ardından evlendiği kişiyle Fransa'da yaşar. Ve bir tane kızı olur. "Anne ve kız" geçmişlerinin izinden giderek geride kalan, konuşulmayan hisleri açmaya karar verir. Ve belgesel, bazen 1992 yılına ait görüntüler bazen ise günümüz görüntüleri eşliğinde devam eder… Birbirinden kopuk gibi gözükse de bütünü tamamlayan parçalardır bunlar. Anne, Filistin'de yaşadığı dönemlerde gelenek-göreneklere karşı gelen, okulda fotoğrafçılık bölümünde okuyan, tiyatro oyunlarında yer alan (keza olgunluk çağında popüler bir oyuncu olacaktır), erkek arkadaşı edinip bunu babasına korkusuzca söyleyen birisidir. İki evlilik yapmıştır. İkisi de yurt dışında. Bir konuşmasında "zorunlu olmasa evlenmezdim" diyecek kadar da doğruyu kendine ve onu dinleyenlere itiraf edecek özgüvene sahiptir. Bu, bölgedeki kadınların özgür olabilmesi için nerede olursa olsun bir erkeğe muhtaç olduğunun acı bir kanıtıdır da. Filistinlilerin bir esir gibi tutulduğu, yaşam şartlarının giderek zorlaştığı, zulmün bitmediği topraklardan ayrılmak için sevmediği kişilerin yanında olmak gereklidir; sevdiği topraklarda özgür değil, sevmediği insanın yanında ise özgür. Bu hikâyede bir çelişki ortasında kalan Ortadoğu insanının karşı karşıya geldiği karar aşamalarından bir tanesi gözler önüne seriliyor. Aynı karar aşamasını ailenin diğer fertlerinin de yaşadığı vurgulanıyor. Annenin teyzesi; anne, babası ve kardeşlerini bırakarak Suriye sınırına geçerek orada bir hayat kurmuştur. Anne, teyzesini görmek için yıllar sonra Fransa'dan Suriye'ye gider. Bu anı "kendimi çok güçlü hissettim, tüm sınırları kaldırdım, aşılmazları aştım" diyerek bir zafer gibi anlatır. Yalnız, şu önemli detay vardır: Fransa pasaportu ile Suriye'ye gitmiştir. Kendi topraklarında, kendi gibi kalarak, kendi yoluyla değil. Ortadoğu'da akan kanın sebebi bir emperyalist ülkenin vatandaşı olarak, onun sayesinde arzu ettiği yere varmıştır. Kendi için bir mutluluk anıydı hiç kuşkusuz; bu da ses tonundan, mimiklerine kadar yansımıştı. Arka planını irdeleyenler için ise tarihte güçlü devletlerin güçsüz devletleri ezmesi sonucu dağılan yaşamlardan bir parçanın beyaz perdeye yansıtılmasıydı.
Anne ve teyzenin aynı kişilik özelliklerini barındırdığını da belirtmeliyiz. İkisi de imkânı dâhilinde hareket etmiş; biri Suriye'ye gidebilmiş diğeri Fransa'ya gidebilmiştir. Filistin'in baskılı ortamından ayrılırken sevdiklerini arkasında bırakmanın pişmanlığını hissettiler mi, bunun bir belirtisi gösterilmemiş. Belgeselde her kareye dolaylı yansıtılan hüzün duygusu baştan-sona temeli oluşturuyor.
Abartılı gülüşmelerin, esprilerin olduğu yerlerde dâhi yönetmen, her koşulda yaşamın devam ettiği ve edeceğini anlatmış. Bununla birlikte; o mutlu anların, o mutlu aile tablolarının arka planını (göç temasıyla) öğrenen seyirciye hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı duygusu da ibret verircesine konuşlandırılmış. Annenin kendi annesinin ölümünden sonra dilinden dökülen "evlat nasıl yetiştirilir öğreniliyor. Ama annenin taziyesi nasıl olur öğrenilmiyor" en can alıcı noktalardan biri. Vatanı da anne yerine koyarsak; ondan yıllar önce ayrılmış birinin, gerçek annesinin ölümüne vermediği tepki şunun da belirtisi olabilir; daha önce yaşanmış ve sonunda kabul edilmiş hislere yabancılaşma.
Belgeselde, Filistin halkının aile kodlarına da rastlamak mümkün: Başroldeki annenin, kendi babasına Müslüman olan İngiliz biriyle evleneceğini söylemesi şunun kanıtı; Filistinlilerin evliliklerinde öncelik bulan inançtır. Onlara göre din, ırktan daha önemlidir. Keza, ilerleyen sahnede anlaşılacağı üzere; İngiliz'in Müslüman olması sözü babanın evliliği kabul etmesi için söylenmiş bir yalandır. Bu gerçek, başrolün ikinci evliliği olan Fransız'ın Müslümanlığını, kendi dinine mensup biriyle ilk evliliği olarak belirtmesiyle anlaşılmaktadır.
Anne ve kızı odağında gelişen olaylarda; kızın çok az gözükmesinin sebebi onun yönetmenliği üstlenmesine indirgenemez. Fransa'da büyüyüp, Arapçayı annesinden öğrendiği kadar yarım bilmesi, geçmişteki trajedinin içinde yer almamasına işarettir. Bir o kadar da ailenin son kuşağı olmasından, yaşananların (göç) kendi üzerinde etkisi en çok görülen kişidir. Belli etmenler sonucu kişiliğine kavuşmuştur, çektiği belgesel gibi.
Taberiye bölgesi özelinde anlatılıp tüm Filistinlilerin ortak sorununu dile getiren "Hoşça Kal Taberiye"; ait oldukları topraklardan zorla göç ettirilmiş, düşleri ve düşünceleri kısıtlanmış Filistinlilerin tarih boyunca yaşadıkları zulmü olabildiği kadar saf bir biçimde yansıtan, aldığı uluslararası ödülleri hak eden etkileyici bir belgesel. Filistin halkının topraklarını ve ailelerini yitirmelerine rağmen ilk günkü heyecanla korudukları ümit, ışıklar açılınca şair Mahmut Derviş'in herkesçe bilinen şu dizelerini gönülden zihne süzebilir: "Bir Filistin vardı. Bir Filistin gene var."