BİRBİRİNİ İKİ CİHAN CENNETİ İÇİN TEŞVİK EDEN YOL ARKADAŞIDIR EŞLER
Küresel ölçekte aile yapılarının ve evlilik yaşamının özelliklerinin hızlı bir değişim içine girdiğini, öyle ki anlamsal olarak ailenin artık itibar görmediğini görüyoruz. Bu değişim özellikle çocuk yetiştirme pratikleri üzerinden kendini gösteriyor. Türk aile sistemi ne durumda sizce?
Aile, bundan otuz yıl önce ifade ve ihata ettiği kavram hacmine sahip değil bugün. Bunun en büyük sebebi sanayi sonrası kapitalizmin metropolleşen yaşam reçetesinin tüm sosyal yapıları ve ilişki biçimlerini dönüştürmüş olması. Metropolde tek tarz bir aileden bahsetmek ve sorunları ona göre teşhis etmek mümkün görünmüyor. Mesela orta sınıf aileler üzerinden sökün eden bir toplumsal alışkanlığımız var; proje çocuk ve ona yapılan duygusal ve
maddi yatırımla mütenasip olarak çocuğun kutsanması. Herkes kendi çocuğunu o kadar kutsuyor ki diğer çocuklar neredeyse görünmez hale gelebiliyor. Bu da çocuk merkezli ailelerin oluşmasına, çocuğun her sözünde bir hikmet bulmaya, onu gereksiz yere yüceltmeye, onu gösteri ve gösteriş nesnesi olarak şekillendirmeye yol açabiliyor. Çocuk yetiştirme pratiği aşırı derecede kılavuzlarla, sosyal medya ağızlarının bilimsel görünümlü tezviratıyla, uzmanların yönlendirmeleriyle gerçekleşiyor. Artık "en rekabetçi yetişkin sporunun golf değil, anne-babalık olduğu" söyleniyor. İngiliz sosyolog Frank Furedi'nin paranoyak anne babalık dediği, her buluttan nem kapan, kaygı içinde ve diken üstünde yeni bir anne babalık tarzı ortaya çıkıyor böylece. Çocuk yetiştirme pratiği karmaşıklaştırılıp abartıldıkça, doktrinler çeşitlendirildikçe anne babaların paranoyaklaştırılması ivme kazanıyor. Bu Batı toplumlarında hanidir böyleydi, bize de eğitimli orta sınıflar üzerinden sirayet etmiş bir durum. Alt orta sınıf ise kendilerinin özlem ve eksikliklerini çocuklarına yükleyerek onları ilerideki müreffeh günlerin hayaliyle müfredat ve test kıskacında, yaşam deneyimlerinden mümkün olduğunca sakındıkları bir gözetim hücresinde büyütüyor.
Bunun yanı sıra, benim bir psikiyatri uzmanı olarak tesadüf ettiğim şeylerden biri şehrin varoşlarında, yoksul bölgelerinde yıllardır, başıboş büyüyen bir çocuk ve genç kitlesinin olduğu yönünde. Yeterli derecede iyi anne babalık almadıkları gibi tamamen sokak, dizi ve sosyal medya kültüründen emziriliyorlar. Bu çocukların bir kısmı çok ciddi bir şekilde madde kullanımına açık oluyorlar ve bu da onları suça yatkın hale getirebiliyor. Diğer yandan aşırı tahammüllü, vurdumduymaz, çocukları kendi kendine büyümeye terk etmiş bir anne babalık kültürü de var. Çocuklarının ebeveyni değil de arkadaşı, "kankası" rolünde, çocukla arasını bozmamaya çalışan, aile içi çatışma ve tartışmanın psikolojik yükünü taşımaktan imtina eden
ebeveynler bunlar. Çocuğun sınırların varlığı dahilinde güven duygusu geliştirdiğini, sınırlarını esnetmek üzere olgunlaşma gereği duyduğunu göz önüne alırsak çocuklarını her iki imkândan da mahrum bırakıyor bu insanlar. Anadolu'da ise daha geleneksel normlara göre çocuklarını büyüten aileler var. Ancak onlar da çocuklar ve gençlerdeki küresel değişimi tam manasıyla anlayamadıkları için sık sık çatışmalar yaşıyorlar. Hiçbir ücra köy ya da kasaba, kitlesel kültürün nüfuzundan korunaklı olacak kadar uzakta değil artık.
Genel olarak küresel insan ve genç fikrinin bir 20-30 yıl önce olmadığı kadar günümüzde cari olduğunu söyleyebiliriz. Çocuklar Kanye West'in son şarkılarını takip ediyorlar. Billie Eilish kimdir, neredeyse cemaziyelevvelini biliyorlar. Onlarla sohbet etmek için biz de bunları öğrenmiş oluyoruz. Özellikle ABD'de üretilen pop kültürünün çok hızlı bir tüketicisi olmuş durumdalar. Tabii o pop kültürünün tüketicisi olmak aynı zamanda video oyunlarının, Netflix'in de tüketicisi olmak demek. Aileler reklamcılık sektörünün en gözde müşterisi. Ebeveyn olmak demek, moda akımlarının biteviye güncellediği tekstil endüstrisinin ve her türlü tüketim malzemesinin de tüketicisi olmak demek.
Modern yaşam, iş ve aile hayatları arasında zamanla ilgili kısıtlamalardan dolayı bir uyumsuzluk oluşturuyor. Uzun çalışma saatlerinin iş-aile hayatı üzerinde bir çatışma oluşturduğu ve bu çatışmanın karı-koca için bir stres unsuruna dönüştüğünü söylemek mümkün. Aile içinde cinsiyete göre belirlenen bu rolleri imar etmenin yolları yok mu?
İslam'ın evliliğe bakışıyla pederşahi geleneklerin evliliğe bakışını birbirine karıştırmamak gerekir. İslam asla kadına zulmetmez ve kadını, kadının haysiyetini zedeleyecek bir tutum içinde olmaz. Geçmişte evlilikler servet, soy, iktidar gibi güç odaklarının dağılmaması, devam etmesi, yoğunlaşması üzerine kuruluydu. Evlilikler soyun bozulmaması, servetin, iktidarın dağılmaması veya temerküz edilmesi üzerine inşa ediliyordu. İslam sekinet üzerine kurulu bir eşlik anlayışını bize telkin etti. Bu ne demek? Karı-koca birbirinin dostu ve yoldaşıdır. Karı-koca birbirinin dünya hayatında cennete hazırlayıcısıdır. Daha da ötesinde, evlilik, eşlerin ferdi olarak tekâmül yolculuğunda gereksinim duyacakları ortamı birbirleri için ayakta tuttukları bir huzur ortamıdır. Eşlerin her birini ilk halinden daha ileri düzeye taşıyacak şekilde organize olması gereken yapıdır evlilik. Birbirini iki cihan cenneti için
teşvik eden yol arkadaşıdır eşler. Böyle bakınca cinsiyetçi bakış çok boşta kalıyor. Çatışmaya- iktidar mücadelesine değil, eşler arası dayanışmaya dayalı bir ilişki biçimi öngörüyor evlilik.
Pederşahi bakışları, İslam'a nüfuz eden bazı aşırı gelenekçi yaklaşımları ayıklamak zorundayız. Günümüz dünyası rollerin birbirinin içine girdiği bir dünya. Yani kadın dışarıda uzun saatler çalışıp eve geldiği zaman bir de ondan yemek hazırlamasını, ortalığı toplamasını, bulaşıkları kaldırmasını
beklersek bu eziyet bahsine girer. Tamam, Batılı olmayalım fakat geleneksel olacağız derken de bir cinsin onurunun, haysiyetinin zedelenmesi üzerine bir evlilik tahayyül etmeyelim. Bizim başka bir bakışa başka bir paradigmaya ihtiyacımız var.
Günümüzde gittikçe zayıflayan, eş ve babalık rolleri noktasında kopukluk yaşayan, oldukça duygusal bir erkek kimliği söz konusu. Türkiye'de de ciddi bir değişimden geçen bu erkek profili hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu, Batı toplumlarında çok önceden gerçekleşti. Orada olan her şey 20-30 yıl rötarla bize de intikal ettiği için bence bizde de oluyor, özellikle şehir
hayatında. Bu hem annenin hem babanın çalıştığı ailelerde daha ziyadesiyle gördüğümüz bir şey. Philip Zimbardo "Bitik Erkekler" kavramını kullanmıştı. Bitik erkek kavramıyla tüketim ideolojisinden tam manasıyla çıkamayan, olgunlaşamayan, büyüyemeyen, modern hayatın getirdiği o ağır
sorumlulukların altına girmeyen, saatlerini Playstation veya ekran karşısında geçiren bir erkek tipini ima ediyordu. Bugün gençler arasında neredeyse kırklı yaşlara kadar uzanan bir oyun bağımlılığı hadisesiyle karşılaşıyoruz. Hayatla ilgili sorumluluk almayan, anne babalarının yanından ayrılamayan erkekler bunlar. Bu aslında çocukluğun uzaması ve yetişkinliğin gecikmesi demek.
Babanın zayıflığı özellikle Endüstri Devrimi sonrasında, kadının da iş hayatına daha yoğun olarak davet edilmesiyle ister istemez ortaya çıkan bir durum. Şöyle bir hadise de var; erkeğin iş gücü kadının iş gücüne göre biraz daha değersizleşmeye başladı. Çünkü erkeğin güçle yaptığı şeyler artık
robotlarla, makinalarla yapılıyor. Fakat kadının empati yeteneğinin yüksekliğinden kaynaklanan ihtimam gösterme başarısı, organizasyon tecrübesi, insan yüzlerini ve tavırlarını okuma becerisi kolay kolay makinalarla yeri doldurulamayacak bir şey. Dolayısıyla toplumsal hayatta kadının iş gücü giderek biraz daha ön plana çıkıyor.
Günümüz toplumu, kadının içinde balık gibi rahat hareket edebildiği, erkeğin ise yüzmeyi öğrenmediği takdirde boğulacağı bir okyanusu andırıyor. Bu da erkeği biraz daha vasıfsızlaştırıyor ve cinsler arasında birinin daha imtiyazlı olabileceğini kabullenmek istemiyor. Zaten İslami paradigma bize
kadının erkeğe, erkeğin kadına takva/sorumluluk bilinci dışında bir üstünlüğü olmadığını söylüyor. Ben uzun yıllar, 13-14 yaşlarımdan ileri yaşlarıma kadar Veda Hutbesi'ni cüzdanımda gezdirdim. Sık sık açıp okurdum. Çünkü Veda Hutbesi, örnek insan olarak efendimizin bize son bir vasiyetiydi. Orada kadınların hakları adeta insanların zihnine çakılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de sık sık kadınlar ve erkekler hep bir arada zikredilmektedir. Bu bakış açısında birinin diğerine bir üstünlüğü yoktur.
Türkiye'de bir erkeğin evlilik ilişkilerine dair ortalama beklentileri ve hayal kırıklıkları nelerdir sizce?
Erkekler anneleri kadar fedakâr, anneleri kadar verici ve adanmış eşler hayal ediyorlar. Fakat bu eşler günlük hayatın koşuşturmacası içinde yorulan eşler aynı zamanda. Ya da kendi zihinsel-ruhsal dünyalarını da imar etme ihtiyacıyla ayrı ferdiyetler geliştiren kadınlar. Belki maişet temini noktasında erkekler kadar aktif olan kişiler. Dolayısıyla o beklenilen anne gibi sarıp sarmalama, koşulsuz fedakârlık tabiatıyla olamıyor. Bu da zaman zaman hayal kırıklıklarına yol açabiliyor. Aynı şey kadınlar için de geçerli. Babaları kadar kuvvetli, sevgi dolu, hayat yolunda dirayetli erkekler bekleyen hanımlar hayal kırıklığına uğrayabiliyorlar. Yine Türkiye'de en sık karşılaştığımız sorunlardan biri "üçüncü kişi sendromu" olarak özetleyebileceğim durum: Çocuğuyla ayrışamamış anne babalar maalesef bazı evlerde evin içine asıl aktör olarak müdahil oluyorlar ve evliliklerin gidişatını değiştirebiliyorlar. Biz Batı ile Doğu arasında sıkışmış ya da salınan bir toplumuz. Her iki tarafa birden bazı hususiyetlerimizle aitiz. Bu geçiş dönemini biz evliliklerde çok sancılı bir şekilde yaşıyoruz.
Bir de Türkiye'de dizi sendromu dediğim bir hadise var. Dizilerde öyle toz pembe hayatlar gösteriliyor ki kadınlar kendilerini yakışıklı prensler, erkekler ise güzel prensesler hayal ederken buluyorlar. Bu da toplumda iyi bir şey için çok çalışmak gerektiği, zahmet çekmek, ter akıtmak gerektiği yönündeki algıyı berhava ediyor. Kapitalizm her zaman bizi "onda var, sende de olsun" dürtüsüyle kamçılar ve reklamları da hep bunun üzerine kuruludur. Sosyal medyada azgınlaşan gösteriş kültürü de bu duygulara çanak tutuyor. Bu da hane huzurunu, karı koca ilişkilerini zehirleyen bir şey.
Batılı söylem, ataerkil düzen tarafından ezilmiş bir kadın anlatısı sunup, Müslüman kadını tahakküme boyun eğen ve kurtarılmaya muhtaç olarak tasvir eder. Lila Abu Lughod'un meşhur kitabına atıfla, Müslüman kadının kurtarılmaya ihtiyacı var mı sizce?
"Sömürgecilik" der bir yazar, "siyah adamları siyah adamlardan kurtarmaktır." Aslında siyah adamlar beyaz adamlar tarafından sömürgeleştirilmiştir fakat siyah adamı asıl belanın kendi cinsinde, kendi ırkında olduğuna inandırır ve siyahi adamı siyahi adamdan kurtarmaya çalışır. Ona bu düşünceyi zerk eder. Türkiye'de de bir öz sömürgecilik, kadınların belli bir inanç dairesinde olmakla ciddi bir hak mahrumiyetine uğradığı yönündeki bir anlayışı bize telkin eder ve adeta Müslümanı Müslümandan kurtarmaya çalışır. Bizim evvel emirde ustanın araç gereciyle ustanın evini dekore etmemiz gerekiyor. Yani onların kavram setlerini yeri geldiğinde kullanarak onların bizim başımıza ördüğü çorapları fark etmemiz ve deşifre etmemiz gerekir.
Her toplum, her kültür kendine ait bir normal anlayışı geliştirebilir ve bir toplumun normal anlayışı diğer toplumun normal anlayışından daha üstün olmak zorunda değildir. Batı uygarlığı sizi kendi değerlerini benimsediğiniz zaman daha yukarıda, o değerleri içselleştirmediğiniz ve benimsemediğiniz zaman ise daha aşağıda tanımlama eğilimindedir. Pek çok kolonyal savaşların berisinde de zaten üçüncü dünya halklarının gelişmemiş, geri kalmış toplumlar olarak tarif edilmesinin payı vardır. Sömürgecilik, romantik planda bir medeniyet ihracı hülyası taşır. Müslüman kadının Batılı ideoloji tarafından kurtarılmaya ihtiyacı yok. Fakat her birimizin kendi düşünce sistemimize sızan, divan şairinin, "Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhûr ede" dediği gibi suret-i hak gibi görünen israiliyatla ve cahiliye kültürüyle boğuşması lazım. İslam coğrafyasında, kadına mal olarak el koyan, alıp satan, onu eğitime, kültür ve sanata ve sosyal hayatta saygın bir yere layık görmeyen, etin iştihasını dindirmek, üremek ve kendi hizmetine koşmak dışında kadına bir varlık amacı biçmeyen anlayışın önce bizim ellerimizle başının ezilmesi gerekiyor. Yani kadını hor, hakir ve ikinci sınıf insan gibi gören, hatta insandışı gören, ona toplumsal hayatta hak ettiği saygınlığı ve rolü vermek istemeyen ataerkillik ile her insanın zihinsel olarak mücadele etmesi ve bunun da dekonstrüksiyonunu yapabilmesi gerekir diye düşünüyorum.