KİMSE BİLMEZ KİMDİR ULUMUZ BİZİM
Rumeli coğrafyasının gönlümde özel bir yeri var. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım Rumeli muhacirlerinin içinde geçti. Kâğıthane köyünün yerlisi onlardı. Kimi Kalkandelen yahut Yenipazar'dan kimi Gostivar'dan gelmişti. Muhacir hanımların çiçek sevgisi hâlâ hatırımdadır. Gözümde evvela küpe çiçeği canlanıyor.
Beklendiği gibi, Rumeli ilgi alanlarımdan biri haline geldi. Sistemli okumalar yaptım, koleksiyonlar oluşturdum. Fakat gitmeyi hiç düşünmedim. Zaten yeteri kadar üzülüyoruz.
Balkan faciasından sonra daha yasımızı tutamadan Cihan Harbi patlak veriyor. Neye maruz kaldığımızı bile tam olarak anlayamıyoruz. İstanbul'dan önce fethedilen şehirlerimiz neredeyse birer gün arayla elimizden çıkıyor. O dönem Osmanlı haritalarında Rumeli şöyle geçer: Kaybettiğimiz topraklar siyah zeminle gösterilir ve içinde beyaz harflerle 'esir vatan' yazar. 'Ah intikam' yazılı harita da görmüştüm. Rumeli vilayetleri içinde özellikle Kosova'ya ayrı bir merakım oluştu. Mehmet Akif ve Yahya Kemal'i işte burada buldum. Biri İpekli, diğeri Üsküplü… 1890 idari taksimatına göre ikisi de Kosovalı. Milletimizin 1912 ile 1922 yılları arasındaki kader günlerini en esaslı biçimde bu iki şairimiz anlatmıştır. Çanakkale ve Millî Mücadele Mehmet Akif'ten, Mütareke ve Büyük Taarruz şiirleri Yahya Kemal'den.
Ecdad yadigârı Priştine 25 Kasım
Lacivert Dergi tarafından Kosova'nın Priştine ve Prizren şehirlerinde birer konuşma yapmamız teklif edildiğinde, kısa bir tereddütten sonra daveti kabul ettim. Evet, biraz düşündüm, çünkü ülkemizin belli başlı beldelerini gezmeden yurt dışına çıkmayacağım diye karar almıştım.
Uçak yere yaklaştıkça şehir kendini belli etmeye başlıyor. İşte Priştine. Esasında ova şehirlerine biraz mesafeliyim. Dağa yaslanan, içinden ırmak geçen, başında bir büyük olarak kale bulunan şehirleri daha çok seviyorum. Merkez camiyi ve kemerli köprüyü de unutmayalım.
Bavulumu otele bırakır bırakmaz soluğu meydanda alıyorum. Niyetim "şehrin kalbi" diyebileceğimiz bölgeyi bir başına gezmek. Osmanlı dönemi kartpostallarından biliyorum orayı. İnci gibi dizilmiş üç cami, hükümet binası ve saat kulesi. Hepsi birkaç yüz metrelik hat üzerinde. Ecdadımızın Priştinesi.
Priştine'ye cuma sabahı indik. Aydınlık ve serin bir sonbahar gününde. İnince saatlerimizi ayarladık. İki saat geriye alındı. Böylece sabah yeniden başlamış oldu. Bir günde iki sabah, ne güzel.
Daha ilk dakikalarda anlıyorum ki burası yurt dışı değil. Anadolu'nun bir şehrine gelmiş gibiyim. Cadde üzerinde bir armut ağacının fotoğrafını çekerken, tanımadığım bir adam hızlıca koluma giriyor. Henüz ne olduğunu anlamadan kendini tanıtıyor: Yunus Emre Enstitüsü Kosova Direktörü Ramazan Yılmaz. Devamında, dört gün boyunca onu hep gayret ve samimiyet içinde gördük. Yanında kendimizi daha güvende hissettik.
Hüdavendigâr, Yaşar Paşa ve Fatih camilerini sırasıyla geziyoruz. Hükümet binası bütünlüğünü çoktan kaybetmiş. Saat kulesinin üstüne çan kulesi gibi bir şey eklenmiş. Üç camimiz de anladığım kadarıyla sert budamaya maruz kalmış. Sadece gövde ve minareleri duruyor. Çevrelerinde hiç ecdat mezarı göremedim. Yine de sevinçliyim. Çünkü TİKA bu üç camiyi de şenlendirmiş. Allah razı olsun.
Cuma saati yaklaştı. Hüdavendigar'da karar kılıyoruz. Hâlâ Ramazan Bey'le beraberiz. Cemaatin tamamına yakını gençlerden oluşuyor. Maşallah. Hocamız da genç. Hutbe Arnavutça. Hutbeyi anadilimizden dinliyor gibiyiz. Ruh aynı olunca yabancılık aradan kalkıyor.
Duygulanıyorum. Uzun zamandır gelmeyen şey geliyor. Halimden ziyadesiyle memnunum.
Cumadan sonra çay içmek usuldendir. Ramazan Bey beni Baristas isimli bir mekâna götürüyor. Sonrasında buranın müdavimi oluyor; çay ve kahve eşliğinde gönlümüzü yurt tutan sohbetler ediyoruz.
İkinci günün sabahına karla uyanıyoruz. Çocuklar gibiyim, önce pencereye, sonra sokağa koşuyorum. Böylece mevsim birdenbire sonbahardan kışa dönmüş oldu.
Güzel Prizren 26 Kasım
Yahya Kemal, Üsküp yerine Prizren deseymiş yine olurmuş. "Üsküp ki Şar dağında devamıydı Bursa'nın." Prizren de dağın diğer yüzünde. Tevafuk budur ki dört gün önce Bursa'daydık. Şimdi buradayız.
Prizren şehrine karlı bir iklimde gelmiş bulunduk. Çarpıcı bir soğuğu var. Dağa sırtını vermiş bir şehir, Sinan Paşa Cami, Akdere, kemerli köprü; bir şiir için her şey tamam. Osmanlıda bu şehre "şair pınarı" denilirmiş. Erkek çocuklara isimden önce mahlas konulurmuş. Ben de bugün Kul İbrahim olayım:
Kul İbrahim der, birden pir gelir
Onunla beraber bir nehir gelir,
Aldanır elbette dünyadan bakan
Evvelden önce bin ahir gelir.
Melami Tekkesi Postnişini Raif Efendi ile tanışıyoruz. Ayrıca yazar ve müzisyen. Emekle birlikte hüner sahibi. Böylece 'nehir' yatağını bulmuş oluyor. "Kimse bilmez kimdir ulumuz bizim."
Prizren kendine mahsus bir eda taşıyor. Şehirde geziyor, hüzün ile sevinci bir bütün olarak yaşıyoruz. İsmi sıklıkla geçen Mamuşa beldesini çok merak ediyorum. Fakat gitme imkânı bulamıyoruz. Nasip.
Kosova'nın en büyük kubbeli camisi olan Sinan Paşa'yı dikkat ve rikkatle ziyaret ediyorum. Kubbe ve duvarları rengârenk bezenmiş. Burada da TİKA'nın özen dolu gayretini görüyoruz.
Etkinliğimiz Yunus Emre Enstitüsü'nün Prizren binasında gerçekleşiyor. Salon dolu. Dinleyiciler arasında Türk taburundan askerler de var. Sonrasında aynı binanın farklı bir bölümünde Türkçe eser veren edebiyatçılarla buluşuyoruz. "Bütün derdimiz bu topraklarda dilimizin yaşatılmasıdır" diyorlar. Sadakat ne güzel bir duygudur. Türkçeye sadık kalmışlar ve onca zorluğa rağmen ses sancağımızı yere düşürmemişler. Rumeli'nin aziz hatırası onların eserlerinde ve ayrıca türkülerimizde yaşamaya devam ediyor.
Sultan'ın huzurunda 27 Kasım
Kosova'ya kadar gidip de şehit padişahımız Sultan Birinci Murat Han'ın türbesini ziyaret etmeden dönmek olmaz. Bu türbe, bizim nazarımızda Kosova'nın kalbidir. Mehmet Akif, 1913 yılında yazdığı sitem dolu Kosova şiirinde Sultan Murat'a "şah-ı şehit" der.
Meydan savaşının yaşandığı ovadan geçiyor ve Meşhed-i Hüdavendigâr'a varıyoruz. Bizi güngörmüş bir hanımefendi karşılıyor. Saniye Türbedar. Sultan Murat'a ses olan ailenin son büyük ferdi. İlerlemiş yaşına rağmen hiç yerinde durmuyor, sürekli bir şeyler yapıyor. Türbe ve çevresine üzüntüyle bakıyor, dualar ediyoruz. Duygu durumumuz durmadan değişiyor. Saniye Hanım "komünizm zamanı zarar çok" diyor. Neyse ki ülkemiz türbenin de imdadına yetişmiş. İmza TİKA.
Türbenin bahçesindeki Osmanlı tarzı çeşme dikkatimi çekiyor. Yaşlı ve ortadan ikiye ayrılmış dut ağacının hemen yanında. Yaklaşıp bakıyorum. 1911 yılında Sultan Reşat tarafından yaptırılmış. Su gibi aziz olasın ey gazi hünkâr.
Dokunaklı ve destansı bir hikâyedir. Sultan Reşat, Rumeli'de hızla yaklaşan akıbeti görüyor ve Devlet- i Aliyye adına son bir hamle yapıyor. Toplumsal kaynaşmayı sağlamak için Selanik, Manastır ve Kosova vilayetlerini kapsayan üç haftalık Rumeli seyahatine çıkıyor. 1911 yılının Haziran ayında. Üstelik sağlık durumu bu seyahate uygun olmamasına rağmen... 16 Haziran günü Kosova ovasında, türbenin yanında Cuma namazı kılınıyor. Yüz bin kişi saf tutuyor. Sultan Reşat "birlik olalım evlatlarım" diyor. Bir yıl sonra ise maalesef Selanik türküsünde geçen şu dize yaşanıyor: "Bir fırtına tuttu bizi."
Sultan Murat Han ile vedalaşırken, kar altında kalmış sarı bir gülü dalından ayırıp yanıma alıyorum. Benimle beraber Türkiye'ye gelecek. Sarı gül, ayrılık demekti değil mi?