Müzakerelerin temel parametrelerinin değişmesi gerekiyor
Kıbrıs Türkiye için ne ifade ediyor?
Ali Satan: Gençler için bir özet yapalım; Osmanlı Devleti, korsan yatağı haline gelen ve Akdeniz'de güvenliği tehdit eden Kıbrıs adasını Venediklilerden 1571'de aldı. Kıbrıs'a Anadolu'dan pek çok Türkmen aşireti iskân edildi. Roma İmparatorluğu'ndan kalma Ortodoks mezhebindeki ahali Venedik'in Katolik baskısından kurtarıldı. Ada 300 yıl huzur ve barış ortamında müreffeh yaşadı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nı Rusya'nın kaybetmesini İngiltere fırsata dönüştürerek Kıbrıs Adası'na geçici olarak yerleşti. 1878-1960 döneminde İngiliz egemenliğinde Türklerin fakirleştiği, Müslüman vakıfların Rumların eline geçtiği ve Ada'ya İngilizlerin hiçbir ciddi yatırım yapmadığı görüldü. Lozan Antlaşması sonrası Ada ile irtibatı kesilen Türkiye, ancak 1955'te Kıbrıs'la ilgilenmeye başladı. Demokrat Parti'nin etkili dış politikası neticesinde 1959- 60 Zürih-Londra ve Lefkoşa antlaşmaları ile Türkiye Kıbrıs'ta Türk-Rum Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti'nin garantör devleti oldu. İki kurucu halk tarafından oluşturulan, nüfusa göre yüzde 70'e yüzde 30 nispetinde milletvekili ve bakan ile çalışan Kıbrıs Cumhuriyeti sistemi 1963 Aralık ayında Cumhurbaşkanı Makarios tarafından kilitlendi ve çöktü. Kıbrıslı Türkler kurucusu oldukları devletten kovuldular. 1963 sonu itibariyle Lefkoşa ikiye ayrıldı. Ada genelinde yüzyıllardır oturmakta olan Türkler, Ada'nın kuzeyine güvenlikli Türk bölgesine sığınmak zorunda kaldılar. Bu, Ada'nın yüzde 3'ü kadar bir bölgeyi oluşturuyordu. Türkler her şeylerini kaybettiler. Ada'da 1963 sonundan 20 Temmuz 1974'e kadar iç savaş yaşandı. Bu süre zarfında Kıbrıslı Türklere sadece Türk Kızılay'ı yardım götürdü. Dünya bugün Suriye'yi seyrettiği gibi o gün de insanların yok edilmesini seyretti. 1964'te Ada'ya BM Barış Gücü askerleri geldi ama olaylara engel olamadı. Temmuz 1974'te Yunanistan'daki cunta yönetiminin desteği ve isteği ile Yunan ordusunun kurup desteklediği EOKA terör örgütü ile Yunan ordusundan Albay Nikos Sampson'un, Makarios idaresine karşı yaptığı darbe ve sonrasında Ada'yı Yunanistan'a bağlama teşebbüsü üzerine Türkiye, Zürih-Londra ve Lefkoşa antlaşmaları ile Ada'daki anayasal düzenin teminatçısı/garantör üç devletten biri olarak duruma müdahale edip Kıbrıs Barış Harekâtı'nı gerçekleştirdi. Ancak savaşı kazanan CHP (Cumhuriyet Halk Partisi)-MSP (Milli Selamet Partisi) hükümeti, barışı imzalamadan bozulunca yeni hükümet arayışı sürecinde Kıbrıs'ta barış yapma fırsatı kaçırıldı. O tarihten itibaren Türkiye hep Rumlarla anlaşma, uzlaşma arayışına girdi. 1963'te yıkılan ortak Kıbrıs Cumhuriyeti'ni yeniden ihya etme, adeta geçen zamanı geri getirmeye uğraştı. Uzun müzakere sürecini, Batı'nın etkin algı operasyonu, geleneksel Rum-Yunan sempatisi ve Türk düşmanlığı zehirledi. Türkiye uzlaşmaz taraf olarak lanse edildi. Bu algı operasyonu Türk hariciyesi ve siyaseti üzerinde baskı kurdu. 2004 Annan Planı'nın Rum tarafınca hem de yüksek bir oranla reddedilmesine rağmen Rum tarafının AB'ye alınarak ödüllendirilmesi ve KKTC'ye verilen hiçbir sözün, mesela ambargoların kaldırılması gibi, yerine getirilmemesi bizi geleneksel uzlaşmacı yaklaşımdan alıkoymadı. Umutla müzakerelere devam ettik.
Kıbrıs'ın Türkiye'nin Akdeniz güvenliği açsından çok stratejik bir yer işgal ettiğini söyleyebilir miyiz?
Ali Satan: Kıbrıs'ın Anadolu sahillerinin güvenliği, Doğu Akdeniz'de enerji güzergâhı üzerinde bulunması ve yeni enerji kaynakları bakımından ne kadar önemli olduğu aşikâr. Kıbrıs'ta yaşayan 400 bine yakın Türk'ün hayat hakkı, barış ve huzur içinde yaşamaları tarih sınavından hiç de iyi not almamış Rumların insafına terk edilemez. Öte yandan Türkiye'nin Ege denizinde Yunanistan tarafından çevrilmiş hali Kıbrıs'ın önemini daha da artırıyor. Dolayısıyla herhangi bir ittifak, antlaşma, birlik vb. organizasyonlara katılmak uğruna Kıbrıs'tan vazgeçmek hiç ama hiç rasyonel değildir.
Müzakerelerde zaaf gösterildiğini mi düşünüyorsunuz?
Ali Satan: Bir ülke düşünün ki 40 yılı aşkın bir zamandır vatan topraklarını vermek üzere müzakere yapıyor. Kıbrıs müzakerelerinin temel zaafı budur. Dünya tarihinde bunun örneğini hatırlamıyorum. Toprak vermek için masaya oturmayı kesinlikle doğru bir müzakere stratejisi olarak görmüyorum. Müzakerenin temel parametrelerinin değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü şehit kanları ile kazanılmış, 500 yıllık vatan toprağını masada iade edilmesini kimse ne Kıbrıs'a ne de Türkiye'ye anlatabilir. Stratejik açılardan da hatalıdır. Şöyle ki; Türk-Rum nüfusun tekrar karışık bir şekilde ikamet edecek olması Kıbrıs'ta 40 seneyi aşkın bir zamandır süregelen huzur ve barışın fevkalade riske atılmasıdır. Buna kimsenin hakkı yoktur. Türklerle Rumlar sanıldığı gibi 1974'te değil 1963'te ayrışmış ve kendi yönetim pratiklerini kurmuşlardır. Bu pratik iki tarafta da demokrasidir. Bu iki demokratik devleti bozup yeni bir sistem inşası için zorlamanın gerekli olmadığını düşünüyorum. Mevcut durumun tanınması ve tanıtılması en makul yoldur. Türkiye'nin, güçlü bir şekilde KKTC'nin uluslararası platformda tanınması için gayret göstermesi ülkemiz adına daha sonuç alıcı bir hamle olacaktır.
Kıbrıs için toplanan Cenevre Konferansı'nı oluşturan dinamikler neydi, neden böyle bir toplantıya gerek duyuldu?
Enes Bayraklı: Kıbrıs'ta daha önce de yapılan müzakereler 2004'te sonuçlanmış ve bir referandum olmuştu. Bugüne kadar 13 yıl içinde birçok müzakere yapıldı. Ama durum ilk defa bu kadar ileri noktaya geldi, çözülemeyen noktaların bir şekilde çözülmesi istendi. İki tarafın üzerinde anlaşamadığı noktalarda garantör ülkelerin de katılımıyla Cenevre'de meseleyi çözüme bağlamak amacıyla bir platform oluşturuldu fakat istenilen sonuç elde edilemedi.
Peki, herhangi bir sonuç çıkacağına dair bir beklenti var mıydı? Annan Planı da yapıldı zamanında. Oradan da bir sonuç çıkmamıştı. Bu planlar çözüm odaklı bir beklentiyle mi yapılıyor gerçekten?
Enes Bayraklı: Türkiye, Kıbrıs'ta mevcut olan kazanımlarını koruyup adada belli garantileri sağlayabilirse çözümden yana aslında. Ama Rum tarafının çok uçuk talepleri var. Rum tarafı meseleyi hâlâ 2004 dünya konjonktürüne göre değerlendirmeye direniyor. Hâlbuki bugün dünyanın siyasi dengeleri çok başka bir boyuta evrilmiş durumda. Tabii Rum tarafı bunu görmüyor, okuyamıyor. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde mevcut şartlar daha ziyade Türkiye'den yana. Özellikle enerji meselesinde Türkiye kilit ülke konumunda. Kıbrıs'ın çıkardığı gazı satabilmesi, ihraç edebilmesi için çok önemli bir yer işgal ediyor Türkiye. Zaten uluslararası kamuoyu, uluslararası enerji şirketleri, Amerika, İsrail de bu durumun fazlasıyla farkında ve bu yüzden bu meseleyle bu kadar ilgililer. Ama Kıbrıs'taki Rum kesimi bunun farkında değil. Rum kesimi Türkiye'nin hâlâ 2004'teki konjonktüre göre hareket ettiğini zannediyor. Bütün bunların dışında Türkiye, kendi güvenliği ve Ada'daki Türklerin geleceği ile ilgili meseleleri de düşünerek hareket etmek durumunda. Örneğin, Rum tarafının talepleri arasında yer alan Türk askerinin Ada'dan çekilmesi isteği kabul edilebilir bir durum değil. Türkiye Ada'da garantör devlet olarak varlığını devam ettirmezse oradaki Türklerin güvenliğini kim nasıl sağlayacak? Ada tarihi bu konuya dair kanlı örneklerle dolu maalesef. Bunların yanı sıra Türkiye, kendi güvenliği ile ilgili meseleleri de göz önünde bulunduruyor. Yunanistan Ege denizindeki bazı adaları bir anlamda silahlandırdı. Türkiye'nin kendisine güvenlik riski oluşturabilecek bu ve benzeri hamlelere karşı da tedbirli olması gerekiyor. Yani Türkiye başında da söylediğimiz gibi hem Ada'daki Türklerin güvenliğini hem de kendi güvenliğini dikkate alarak hamle yapmak durumunda. Rum kesiminin maksimal talepleriyle meselenin çözülmesi şu an için Türkiye'nin hiç de işine gelen bir durum değil açıkçası.
Türkiye bunların dışında Kıbrıs politikasını hangi temeller üzerine oturtmalı peki?
Enes Bayraklı: Türkiye, uluslararası platformda çözümden kaçan taraf olmamak için müzakereleri devam ettirmek zorunda. Müzakereleri devam ettirmenin de belli bir maliyeti yok zaten. Türkiye, Kıbrıs meselesine müdahil olduğundan beri devam eden bir müzakere süreci var orada. Türkiye su projeleri, elektrik projeleri gibi girişimlerle Ada'yla entegrasyonunu devam ettiriyor, Ada'ya ekonomik anlamda ciddi destekler veriyor zaten. Uluslararası konjonktüre göre Türkiye, bazı ayarlamalar yapabiliyor Kıbrıs konusunda. Türkiye'nin aldığı son pozisyonu ben doğru buluyorum açıkçası. Şu anda Türkiye'nin Kıbrıs'taki meseleye çözüm bulabileceği bir konjonktür söz konusu değil. Türkiye'nin istediği sonucu elde edebilmesi için daha uygun bir konjonktürü beklemesi gerekiyor. Bunun da yolu karşı tarafın pozisyonunu değiştirmesinden geçiyor açıkçası. Yukarıda bahsettiğimiz gibi karşı taraf bunun hiç de farkında değil, hâlâ 2004'ün dinamikleriyle hareket ediyorlar. Müzakereler bu yüzden bir sonuca ulaşamıyor aslında.
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın vermiş olduğu bazı demeçlerde çok tavizkar olduğunu görüyoruz. Akıncı neden böyle bir tavır takınıyor sizce?
Enes Bayraklı: Bu biraz da geldiği ideolojik çevrenin dinamiklerinin etkisinde kalarak bir söylem geliştirmesiyle alakalı. Siyasi anlamda sol kesimden beslenmiş biri Akıncı. İşte 'kendi aramızda çözelim, Ada'da kardeşlik hâkim olsun' gibi romantik bir bakış açısıyla değerlendirdi meseleyi biraz da. Bu anlayış esasen geçmişte yaşanan problemleri, müzakereleri göz ardı etmekti. Akıncı, cumhurbaşkanı olduğu ilk dönemlerde bu reflekslerin etkisiyle Türkiye'ye karşı da oldukça sert söylemler geliştirdi ama zamanla meselenin 'romantik reflekslerle' çözülmesinin pek de mümkün olmadığını da anladı. Özellikle Rum tarafının kurmak istediği sistemin Türkleri azınlıkta bırakacak bir yapıya dayandığını ve mevcut haklarını dahi kullanamayacaklarını fark etti ve birçok anlamda geri adım atmak zorunda kaldı. Cumhurbaşkanı Akıncı'nın geldiği noktayı geçmişe göre daha doğru buluyorum ben. Harman oldukça, Rum tarafıyla yaptığı müzakerelerde daha fazla muhatap oldukça belli meselelerin farkına vardığını düşünüyorum. Kıbrıs gibi bir meselenin öyle altı ayda hallolabilecek bir mesele olmadığını gitgide fark etmeye başladı Akıncı da.