Mevlana'nın düğün gecesi
Mesela âşıklar edep gereği önce Şems-i Tebriz-i Hazretleri'nin türbesini ziyaret ederlermiş Konya'ya geldiklerinde. Mevlana'yı Hz. Mevlana yapan, pişirip yakan, güneşi Hz. Şems'tir. Mevlana gibi bir âlimi irşada tayin olmuş, bu yola aşk ile başını vermiş ve karşılığında kıyamete kadar Mevlana'nın dilinden sesini duyurmuş, duyuracaktır. Hz. Şems'e temenna eyleyip, izin isteyip, soluğu Hz. Mevlana eşiğinde alıyoruz.
Hz. Mevlana'nın bilinen en büyük kerameti dünyanın dört bir yanından âşıkları cezbederek kendine çekmesi, sonra ellerinden tutup Hakk'a götürmesidir. Bundan dolayı âşıkların kâbesi diye bilinen türbesine ihtiram göstermeli, pak kıyafetler ve saf diller ile dua etmeliyiz. Aşk dileyenlerin yüreğini boş çevirmeyen Hz. Pir'e niyaz ederken, kaldıramayacağımız yükten de Mevla'ya sığınmalıyız.
"Benim mezarıma defle gel, ağlanacak bir şey yok" diyor Mevlana, çünkü maşukuna kavuşmuştur: "Kabrimin toprağından biten buğdaydan yapılmış ekmeğin bile yiyeni sarhoş edeceği kadar aşığım Yaratana." Çağırıyor, gel diyor ama geldiğin gibi git demiyor asla.
Sadreddin Konevi Hazretleri'nin türbesi ise Konya'da ziyaret edilmesi gereken bir başka kapı. Konevi ve Mevlana, öncelerde farklı meşreplerinden dolayı birbirlerine mesafeli gözükseler de zamanla yakınlaşmışlardır. Sonrasında her vesileyle birbirlerine takdirde ve iltifatta bulunmuşlardır. Özellikle Hz. Şems'in vefatından sonra Sadreddin Konevi'nin dostluğu Mevlana'yı biraz olsun teselli etmiştir. Vefatına yakın Hz. Mevlana, Hüsamettin Çelebi'ye cenaze namazını Sadreddin Konevi'nin kıldırmasını istediğini söylemiştir.
Ateşbaz-ı Veli olarak bilinen, Hz. Mevlana'nın aşçısı olan Şemseddin Yusuf'un makamı da ilham alınması için gidilecek yerlerdendir. Mevlevilikte matbah yani dervişlere yemek yapılan mutfak çok önemlidir çünkü burası dervişlerin yolun adap ve cefasını öğrendiği, pişip olgunlaştığı yerdir. Daha adını zikredemediğimiz nice Allah dostu Konya'da metfundur.
Şeb-i Arus adabı
Hz. Mevlana'nın her fırsatta, yalnız veya topluluk içinde dervişleriyle sema ettiğini biliyoruz. Sema ayininin bugün uygulanan hâli Hz. Mevlana'nın vefatından sonra yolun büyükleri tarafından detaylandırılıp düzenlenmiştir.
İrtihalinin ertesi sene, mahdumu Sultan Veled hazretleri ve Hüsamettin Çelebi başta olmak üzere sevenleri bugün türbesinin bulunduğu dergâhında sema ederek anmışlardır Hz. Mevlana'yı. Hatta Şeb-i Arus yaz mevsimine denk geldiğinde dervişler tekkenin bahçesindeki altı köşeli mermerden havuzun etrafında sema etmişlerdir. Ve her cuma olduğu gibi her sene-i devriyede tekrar eden bu zikir ve dua tören haline getirilerek, Mevlevi Mukabelesi son hâlini almıştır. 17 Aralık geceleri Şeb-i Arus Şenlikleri adı altında süregelen bu törenler, Mevlevi ayininin yurt içi ve dışından birçok seyirciye sunumuna vesile olmuştur.
Hiçbir şey bilmeden seyredildiğinde dahi etkileyici bir görsel şölen olan sema ayini, tasavvuf düşünce ve geleneğinin sembollerle mezcedildiği bir zikir çeşididir. Şeb-i Arus töreni için salonda yerlerimize oturmadan önce farkında olursak daha çok tat aldıracak bazı bilgileri kısaca paylaşmış olalım.
Semanın kökeni
Bilindiği üzere ilk sema eden kişi Hz. Ebu Bekir'dir. Varını yoğunu Allah yoluna feda ettikten sonra üzerine giyeceği tek kıyafeti kalmadığından bedenini kısa bir peştamal ve hurma dallarıyla örtmüş, evinden dışarı çıkamamaktaydı. Hz. Cebrail insan suretinde aynen Hz. Ebu Bekir gibi giyinmiş hâlde Efendimizin yanına varıp Allah'ın tüm meleklerine böyle giyinmelerini emrettiğini bildirdi. Efendimizin, Hz. Ebu Bekir'e "Allahu Teâlâ, Ebu Bekir kuluma benden selam götür, ben ondan razıyım o benden razı mıdır? diye soruyor" demesi üzerine cezbeye gelen Hz. Ebu Bekir kollarını açıp "Ene razı! Ene razı!" diyerek aşk ile dönmeye başladı. İşte böylelikle sema, Hz. Ebu Bekir'in bize armağan ettiği bir zikir şekli olarak günümüze kadar gelmiştir.
Semanın manası
Semazen, evrende devreden her atoma, güneşe ve aya, kalbin deveranına aşk ile iştirak eder. Kalbin hâlden hâle dönmesini, nerden gelinip nereye gidildiğini, gelinenin de gidilenin de Mevla olduğunu anlatır. Tasavvuf ilmi, Hakk'a ulaşma yolunun, yani seyru sülukun dikey bir yükseliş olduğunu varsayar. Neredeyse havalanarak gerçekleştirilen sema da bu helezonik spiritüel yolculuğu resmeder. Sema kelimesi, arşa ulaşan bu ruhani yükselişi remzeder.
Sema; duymak, işitmek demektir. Hz. Mevlana'nın duyduğu çekiç sesi veya değirmen sesi gibi aslında her zerrenin zikrini duymak ve duyulanda O'nun sesini işitmektir. Semazenlerin her çarkta virdini sessizce söylemesinden dolayı aslında sema hafi bir zikir şeklidir.
Mukabele, görüşme anlamı taşır. Mevlevi mukabelesinde şeyh efendi semazenler ile evvela yüz yüze gelir, birbirleriyle görüşürler. Ama asıl maksat Allah'la yüzleşmek, görüşmektir. Daha sonra semazenler şeyh efendinin önünde baş kesip el öperler, şeyh efendi de onların sikkelerinin ense kısmını öper, buna da görüşme denir. Ve sema başlar… Ruh, aşk kanatlarıyla masivadan ayrılır, semaya çıkarak kendini, nefsini, dünyayı, doğum ve ölümü tefekkür eder, ruhlar âlemini müşahede eder, kendi miracını yaşar, Allah ile görüşür, ama daha sonra geri dönüş yapar.
Semazen kıyafetlerinin anlamı
Semazen kıyafetlerinin sembolize ettiklerine kısaca değinirsek, sikke yani başa giyilen uzun keçe takke, nefsin mezar taşıdır, kulaklar içeride yani dünyaya kapalıdır. Ferace olarak bilinen siyah uzun hırka toprağı, tevazuyu ve mahviyeti sembolize eder. Semazenler hırkalarını çıkarırken öperek yere bırakırlar, bu; 'topraktan geldik toprağa gideceğiz'in ifadesidir. Toprak her ne kadar masivayı temsil etse de üzerinde yaşamamıza izin verdiği ve en önemlisi üzerinde zikredilmesine vesile olduğu için değerlidir, o sebeple semazenler yeri de öperek kalkarlar sema etmeye. Bele takılan kuşak, elifi nemed, birliği temsil eder. Aynı zamanda hayvani vasıflarımızla ruhani vasıflarımızı birbirinden ayırır. Beyaz eteğin adı tennuredir ve bu dervişin kefenidir. 'Ölmeden önce ölünüz'ü simgeler.
Ayin-i şerifin bölümleri
Sema ayini altı bölümden oluşur. İlk bölümde Peygamber Efendimiz'in methüsenası olan nat-ı şerif okunur. İkinci bölüm, kudüm sesi ile 'Kün' emrini ve kâinatın yaratılışını anlatır. Üçüncü bölümde ney taksimi her şeye can veren ilahi nefesi ifade eder. Dördüncü bölüm, Devr-i Veledi, yani semahane etrafında yapılan üç tur yürüyüştür. Bu bölüm, öldükten sonra dirilmenin ve dünyevi işlerden sıyrılıp bir mürşide bağlanarak ebedi âleme doğuşun temsilidir.
Ayin-i şerifin beşinci bölümü, bilmeye, görmeye ve olmaya işaret eden dört selamdan ibarettir. Hırkalar çıkarılır, şeyh efendinin müsaadesi ile semazenbaşının yönetiminde sema başlar. Semazenin sağ eli dua eder şekliyle rahmete açılmış, sol eli ise aldığı rahmeti etrafına saçar hâldedir. Hem kendi etrafında hem de semahanenin etrafında dönerek, nefsinden geçip hak ile halk arasında bir vasıta oluşu sembolize eder. Aynı zamanda lamelifi andıran duruşu tevhide atıfta bulunur.
Selamlar arasında semazenler durur, kollarını omuzlarının üstünde kavuşturarak bir ve tek olan Allah'a şehadet ederler. İlk selam ilm-el yakin derecesini anlatır, etrafına ve kendine Allah'ın birliğini bildirmeye ve kulluğunu idrake işaret eder. İkinci selam vahdeti görmek anlamına gelen ayn-el yakin mertebesini anlatır. Üçüncü selamda ise hakk-el yakin olan dervişler kendi varlıklarını yitirmişlerdir. Son selam olan dördüncü selam fenafillah makamını temsil eder. Semazenler aradıklarını bulmuş, vahdette sabitkadem olmuşlardır. Artık semahaneyi dönmezler, oldukları yerden ayrılmadan sürur içinde kendi etraflarında dönerler. Bu bölümde şeyh efendi ve semazenbaşı da oldukları yerde kol açmadan huşu içinde sema ederler. Zarifçe sağ eli hırkasının yakasını tutan şeyh efendi, meydanın kutup noktasında sema eder, usul usul sema ederek posta geri döner.
Şeyh efendi meydandan ayrılırken önce semazenbaşına selam verir, semazenbaşı sondaki hu hecesini uzatarak selamı alır. Meydanın ortasına gelince şeyh efendi mutrıpbaşı olan neyzene selam verir, aynı şekilde selama karşılık verildikten sonra şeyh efendi dönerek Hz. Mevlana'yı temsil eden kırmızı postu selamlar. Ardından semazenler postun önünde baş kesip geri geri yürüyerek meydandan ayrılırlar. Mukabele-i şerifte zuhur eden maneviyat atmosferi o kadar sarmalayıcıdır ki, sessizce yerlerimizde oturuyor olsak da kalben ve ruhen bu arındırıcı seansa iştirak ediyoruzdur aslında.
Etrafımıza bir bakalım… Herkesin pek de düşünmeden bir şeyler yazıp söylediği, sonra da sosyal medyaya attığı sanal bir göğe sıkışmış kalmışız. Sanki konuşursak, anlatırsak, kendimizi bulacağız. Ne kadar çok bildiğimizi gösterirsek, kendimizi tanınmak istediğimiz gibi tanıtacağız. Hep konuşuyor ama daha da anlaşılmaz oluyoruz. Asırlar önce 'bişnev' (dinle) denmiş hâlbuki. Yani biraz sussak ve dinlesek, belki o zaman ihtiyacımız olanı, yani bizi hiç terk etmeyen 'Dost'u duyarız ve semaya kalkıp gerçek bir nefes alır ruhumuz.
"Dostunla konuşurken aklını değil kalbini kullan" buyurmuş Hz. Mevlana. İnandığımız her şeyi mutlaka bilimsel bir tabana dayandırmaya çalışan, anlattıklarımızın akademik kaygısında olan biz 'modern' Müslümanlara söylenmiş nasıl bir sözdür bu? İlahi aşktan bahsetmeyerek ya da bir mit gibi algıladığımız menkıbeleri, özlü sözleri 'fav'layıp 'forward'layıp biraz öykünsek de, aman ha çok da kaptırmanın gereği yok deyip sanal âlemimizden gerçekliğimize geçirmeyerek daha ne kadar devam edeceğiz? Seküler dünya harıl harıl bizi dinî kültürel mirasımızdan uzaklaştırmaya çalışırken ve biz de pekâlâ her duyguyu, en çok da inancımızı 'içimizde' yaşamaya alışmışken, ne zamana kadar bal kavanozunu dışından yalayacağız? Her helalin gurmesi olup, meraktan bile olsa aşk şarabının tadına bakmadan mı gideceğiz öbür dünyaya? O zaman nasıl Şeb-i Arus olacak bizim gidişimiz? Hakikat balının tadına bakanlar, aşkın gizlenemez bir duygu olduğunu söylüyor, kalpten beslenip hâl ve sözlerden taşarak aşka uyanık gönüllere ulaştığını anlatıyorlar. Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi de Hz. Şems-i Tebrizi vasıtasıyla ilahi aşka yanmış ve aşkının bereketiyle birçok maneviyat sırrını anlatmıştır. Aşikâr kıldığı bu hikmetlerle yüzyıllardır cümle âşıkları beslemiş ve aydınlatmıştır.
Mesnevi, beyitlerden oluşan bir nazım şeklidir ve Hz. Pir böylelikle insan başta olmak üzere dünyadaki birçok şeyin zıttıyla veya çiftiyle yaratıldığına işaret etmektedir. Mesnevi-i Manevi insana rumuz olan 'ney'in hikâyesiyle başlar. Ayrılıktan şikâyet eden neye kulak vermemizi ister. Ney tıpkı yeni doğan çocuğun hazin feryadı gibi, neden kopardınız beni asıl vatanımdan ve sevgilimden der. İnsanoğlu da daha doğar doğmaz ayrılıktan şikâyet eder. Yaratılış gayesini, yani nerden geldim nereye gidiyorum sorusunun cevabını bulamadıkça, dıştan susmuş gibi dursa da bu feryat aslında hiç dinmez, bir ömür ruhun bedene sıkışmasından kaynaklanan, bir türlü dinmeyen tatminsizlik ve boşluk duygusunu yaşatır insana. Bunun ancak kâmil bir mürşit tarafından boğumların aşılıp, delik deşik olarak son bulacağını, kendine gelebilmek için kendinden geçmekten başka çare olmadığını anlatıyor Mesnevi.
Her şey zıddıyla kaim dendi. Eh madem aşk var, o zaman ayrılık da vardır. Ayrılık da sevdaya dâhil diye boşa söylenmemiş. Geçici güzelliklerle süslenmiş bir bahçe olan bu dünya hayatı vuslatın tadını bilen için koca bir hasret çölüne dönüşür. "Bu topraktan bir fayda yok, toprağı yaratana ulaşmak lazım. Aşk ehli ölmez çünkü ebedî yaşam ölümün içinden geçilerek elde edilir" der Mesnevi.